Muhterem Kemal Tahir Bey,
Ne zaman elime bir Kemal Tahir kitabı alsam, bir roman ya da ‘notlar’, daha okumaya başlamadan boğazıma hep bir
şeyler düğümleniyor. Senin itaplarınla tanıştığım 80’li yıllardan beridir bu böyle. Bilemiyorum, kişisel dramın mı, fikir çilen mi, kişiliğin ve fikirlerinde bulduğum yakınlığın içindeki tanımsız mesafe mi, hangisi atıyor bu düğümü?
“Kemal Tahir nedir?” deseler, hiç düşünmeden; ‘soğuk savaş döneminde yaşayıp ta, onun rüzgarına kapılmamış aydın namusundan sola düşen paydır’ derim. Sol’a mı? Soğuk Savaş döneminin güdülenmiş Sol’una değil tabi. Belki bu topraklarda yeşerebilecek tek gerçek ‘sol’ mayayı kastediyorum.
Doğucu, Anadolucu, ayağını tarih ve topluma basan, dinle barışık, resmi ideolojiye eleştirel bakan, ezilenlerin imanına yaslanan ve onları ileriye sürükleyen bir sol. Olabilecek en sahici sol vasatın bu asgari özellikleri, ruşeym halinde de olsa Kemal Tahir ekolünde bulunuyordu. Ne var ki, Soğuk Savaş solculuğu bir yandan, resmi ideoloji ise öte yandan, bu mayadan bu ülkeye ekmek çıkmasın diye az uğraşmamışlar. Olsun, şimdi buradayız ve hala seninle konuşuyoruz. Onlar ise konuşmaya bile değmez.
Üstat,
Ortalama bir Cumhuriyet çocuğu olarak başlayan fikir ve yazı serüvenin, bir donanma gemisinde subaylık yapan kardeşine okusun diye verdiğin kitaplar bahane edilerek 1938’de ‘donanma da komünizm propagandası yapmak ve askeri isyana teşvik’ suçlamasıyla, Nazım Hikmet’le birlikte 16 yıl ağır hapis cezası almanla ciddiye biniyor. 12 yıl, evet tam on iki yıl boyunca, 1950’de afla salıverilene kadar, İstanbul, Çankırı, Malatya, Çorum cezaevlerinde mahpusluk….. Anadolu insanın her türüyle yakından tanışma… İl kütüphanelerinden edindiğin kitaplardan Marx, Hegel, Kant, Einstein, la coste, Toynbee, Dede Korkut, Yunus Emre, Mevlana, Koçibey, Evliya Çelebi, Cevdet paşa, İbn Haldun, Kelile ve Dimne, Kabusname, Siyasetname okumaların, başta Nazım olmak üzere, dostlarınla fikir mektuplaşmaları, altı bin sayfayı bulan notların, geçinmek için Fransızca roman tercümeleri, ilk romanların ve roman taslakların ve yepyeni bir Kemal Tahir olarak tahliye olman. Özellikle romanlar üzerinden, o dönem fikir adına ne varsa, bilhassa ‘Sol’ ve Kemalist çevrelerin alışkanlıklarını sorgulayan, yeni ve farklı bakış açıları sunan, cesur sorular soran bir entelektüel fırtına. 1955’ten itibaren romanlar; Göl insanları, Sağırdere, Esir şehrin insanları, Kör duman, Rahmet yolları kesti, Yediçınar yaylası, Köyün kanburu, Esir şehrin Mahpusu, Kelleci Memet, Yorgun Savaşçı, Yol ayrımı, Devlet Ana. ve notlar; Osmanlılık/Bizans, Batılılaşma, Mektuplar, Sanat/edebiyat, Sosyalizm üzerine…. 1960’lar boyunca yayınlanan her roman üzerinden patlayan tartışmalar; Osmanlılık, Doğu-Batı çatışması, batılılaşma, II.Abdülhamit, Mustafa Kemal, İttihatçılar, Milli Mücadele, Cumhuriyet, köy gerçeği, ve
köycülük, İnönücülük, Marksizm, sol, Asya tipi üretim tarzı, iktisadi yapımız. Yerleşik sol Kemalist yargıların sorgulanması, cumhuriyet politikalarının, özellikle Osmanlıdan radikal kopuş ve batılılaşma çizgisinin eleştirisi, Marksizm’in kalıpçı ve batıcı yorumlanışına karşı bir yöntem olarak ve ‘yerli’ bakış açısıyla ele alınışı, sanat/edebiyat alanında toplumsal gerçekçilik, tarihsel sosyoloji, siyasal dram akımının en parlak örnekleri, ülkesi ve toplumu üzerine düşünen, gerçeği arayan, çile çeken, çeşitli saldırı ve önyargılı mahkûm etmelere maruz kalan ve sonuna kadar aydın namusunu hiçbir şeye satmayan bir ‘aydın’. Bülent Ecevit’ten İsmail Cem’e, Halit Refiğ’den Metin Erksan’a, Baykan Sezer’den İsmet Bozdağ’a, İdris Küçükömer’den, İlber Ortaylı’ya kadar bir dönemin, bir kuşağın, ağırlıklı olarak Sol’da yer alan pek çok aydının Doğucu-Toplumcu yerli çizgiye yönelmesinde rol oynayan bir ekol, bir okul… Kemal Tahir, Türk düşünce geleneği içerisinde özgün ve anlamlı yeri ile bir misyon’un, bir yol’un adıdır artık.
Muhterem Üstad,
Müsadenle, senin sorgulayıcı yönteminden giderek bir kaç hususa değinmek istiyorum.
Öncelikle, fikirlerinin temelini oluşturan Doğu-Batı çatışması meselesi… Bu konuda söylenecek tabii ki çok şey var. ‘Batı’ sahip olduğu maddi gücü sürdürebildiği müddetçe, bu mesele ile meşgul olacağız. Yaşadığın dönemdeki Doğu ve Batı kutupları arasındaki soğuk savaşın, bu ‘çatışma’ fikrinin yerleşmesinde payı olabilir. Ama solda Kemal Tahir, sağda ise hemen bütün aydınların fikri temellerini oluşturan doğu-batı çatışması, esasen bir medeniyet kavgası olarak anlaşılıyor. Özetle;
‘Doğu, ayrı ve özgün bir varoluşun adıdır. Batı ise Doğu’ya karşıt olarak şekillenmiş ve Doğu’nun antitezi halinde gelişerek-şimdilik-öne geçmiş başka bir varoluştur. Aralarındaki çatışma tarihseldir. Hıristiyanlık başlangıcında, İslam ise bütünüyle Doğu’nun Batıya karşı şahsiyet ve haysiyet silahı olarak ortaya çıkmıştır. Biz doğuluyuz ve kendi sorunlarımızın çözümü kendi doğulu kimliğimize ve dinamiklerimize bakarak bulunabilir…’
Ana hatlarıyla bütün tarihi ve yaşanan olayları önce bu ‘çatışma’ temelinde ele alan bu yaklaşımın, ilginç bir şekilde
bugün anti batıcı, anti modern ve anti emperyalist görünümler altında Doğu’da, ve Medeniyetler çatışması, tarihin sonu, demokratik emperyalizm gibi tezler halinde Batı da devam ettirildiğini görüyoruz. Yani, her iki tarafta da etkili olan ve hâlihazırda batıdaki ‘çatışmacı’ların İngilizce konuşan milletler öncülüğünde bir dünya egemenliği projesi ile önaldığı bir tezle karşı karşıyayız.
Bu nokta itibariyle meselenin sorgulanarak gözden geçirilmesi gerekiyor.
Doğu ve Batı… Her şeyden önce ‘Batı’ya ait bir kategorileştirme. Eski Yunan ve Roma’da ‘Barbar’ olarak kavramlaştırılan ‘Doğu’, İslam’la birlikte önce üstün ve egzotik bir uygarlığı, ardından tekrar ‘barbar’ ‘öteki’yi ifade edecek tarzda kullanılıyor. Batı, kendi yarattığı Doğu imajı üzerinden hem kendisini hem Doğu’yu tarif ediyor ve tarihi, bu ‘imaj’ üzerinden yeniden okuyor. Hem Doğu ve Batı algılaması hem de aralarındaki kadim ‘çatışma fikri’, batı’nın icadı aslında. Doğu tarihinde, gerek antik dönemde gerekse İslam Çağında, ne ‘Batı’ kavramı ayrı ve alternatif bir medeniyeti simgeliyor, ne de doğunun asli karşıtı-antitezi olarak algılanıyor. Batı, sömürgecilik çağından itibaren işgal ettiği her yere, bu fikri aşılıyor.
Giderek, batı sömürgeciliğine karşı direnen Doğunun bütün unsurları, bu fikri benimsiyor ve hatta olan biteni izah eden sihirli bir formül olarak sahipleniyor. O günden beridir Doğu-Batı çatışması, bütün boyutlarıyla ‘Batı’yı ayrı ve üstün bir medeniyet olarak kabullenme de dahil, Batı’nın işine yarıyor ve Doğu, bu sahte diyalektiğin parantezinde, çıkışı olmayan bir labirente kıstırılmış durumda.
Peki, bu çatışmacı perspektif ne kadar doğru? Batıyı, kaynağı Mezopotamya-Akdeniz havzası olan evrensel uygarlığın
sadece bir türevi olarak görmek mümkün olamaz mı? Batının kendisini var eden bütün özelliklerinin, başta Doğu olmak üzere, bütün insanlığa ait olduğu ileri sürülemez mi?
Yani, esasta Doğu’dan ayrı ve özgün bir ‘Batı’ yoktur. Batı’yı farklı kılan, sadece onun kendisi ve öteki üzerine geliştirdiği bu sahte illüzyon, yani batı bakış açısından, Doğu ve Batı kavramsallaştırmasıdır. Bugün bir jeopolitik gerçeklik ya da kapitalist ülkeler toplamı olarak bir ‘Batı’dan bahsedebiliriz. Ancak, özgün bir uygarlık ya da aynı anlamda kültürel bir ‘başka’lık olarak Batı diye bir şey yoktur, denilebilir mi?
Modernlik, akıl, bilim, ilerleme, gelişme, teknoloji, aydınlanma, demokrasi, insan hakları….. her neyse, Batı uygarlığı
olarak ifade edilen bütün bu özellik ve olgular, evrenseldir ve tüm insanlığın ortak birikimidir. Sizin sıkça kullandığınız bir ifadeyle, ‘hırsız ve sömürücü’ batı toplumları, bu uygarlığın sahiplenişinde dahi ‘hırsızlık’ yapmaktadır. Nitekim benzer bir yaklaşımın ipuçları, aslında sende de var, örneğin, Notlar’da şöyle diyorsun:
”Batıdan almaya mecbur olduğumuz her şey, teknik, bilim, bizim de baba mirasımızdır. Onları almak için milli benliğimizden ayrıca ağır bedeller ödemeye, haraçlar vermeye mecbur değiliz.”
Muhterem Üstat,
Konuyu uzatmak istemiyorum. Ama âcizane, batı karşıtlığının en uç noktası olarak ‘Doğuculuk’ ve bunun doğal sonucu olan batı düşmanlığının, batı, kaynaklı bir düşünme biçiminin ürünü olduğu kanaatindeyim. ‘Batı’ derken, sadece ‘olan’ı kastediyorum; Batımıza düşen toplumları ve coğrafyayı yani.
Bunun ötesinde mana yüklenen her batı kavramı, ister olumlu ister olumsuz manada, işte bu batılı zihniyet ve siyasetlere hizmet eder-ve etmiştir-diye düşünüyorum. İlk bakışta hoşumuza giden ve her şeyi izah kolaycılığına yol açan bu ‘doğu ve batı’ kavramsallaştırmasının dışına çıkarak düşünmemiz gerekir.
Bizim, yani Ortadoğu-Akdeniz toplumlarının asli diyalektiği, bu tür jeopolitik ya da politik kategoriler değil, iyi-kötü çatışması gibi evrensel ve tarihsel kategorileri temel alıyor. Bu manada biz, doğu ve batı’nın farklılıkları olarak resmedilen her tür vasfı, hem doğu da hem de batı da aynı anda görebileceğimizi unutmamalıyız. ‘Doğu da birey yok, aile ve cemaat var. Batı da mülkiyet, doğu da devlet kutsaldır. Batı, özgürlüğe, Doğu adalete inanır…’ gibi genellemeler, kolaycı ve sonuçta ‘ileri’ batı’ imajına hizmet eden gerçek dışı hurafelerdir. Doğunun ve Batının bütün toplumlarında bu tür farklılıklar vardır ve bu farklar hem kendi içerisinde hem de birbirlerine nispetle söz konusudur. Mesela batıya ait ya da doğuya ait olarak resmedilen herhangi bir özelliği, aslında her iki coğrafyada istediğimiz kadar bulabiliriz.
Demem o ki, ekonomi-politik analiz yöntemi ile, özellikle 60’larda Fransa’dan gelen öğrencilerin tanıştırdığı Marx’ın
Asya tipi üretim tarzı analizlerine dayanarak geliştirilen ‘biz doğuyuz ve batıya benzemeyiz’ yaklaşımı doğruluk payı taşımakla birlikte, bu farklılıklara yaslanarak üretilen genel Doğu-Batı çatışması tezi, bir hayli zorlama gibi geliyor. Benzer bir çatışma teorisine, genel olarak sağ-İslami çevrelerde rastlıyoruz.
Bu çevreler de, batılı toplumlarla olan inanç ve kültür farklılıklarımıza yaslanarak, batıyla kadim bir çatışma içinde olduğumuzu ileri sürmekteler. Bu çatışma, bugün anti modernlik ve gelenekçilik olarak aydınlar arasında, neo- selefilik olarakta militan örgütler tarafından yeniden yorumlanarak geliştiriliyor. Öte taraftan, batıda, Protestan-Yahudi anglo-sakson dünyasında ‘medeniyetler çatışması’, demokratik emperyalizm’ ‘tarihin sonu’ gibi tezlerle entelektüel-politik düzeyde, Katolik Latin Avrupa’da ise örtük bir haçlı bakışı ve ‘civilizasyon-beyaz uygarlık’ fikri ile, hem toplumsal hem de politik-entelektüel çevrelerde içerilmiş bir bilinç hali olarak yaşatılıyor. Yani doğu ve batının tabii farklılıkları, her iki tarafta da zorlama bir çatışma tezinin temeli olarak ‘okunuyor’. Bu okuma biçiminin ve sonucu olarak tüm çatışmacı tezlerin, bugün batılı emperyalist politikalara temel oluşturmasından yola çıkarak,
bu yaklaşımın sorgulanması gerektiğini söylemek istiyorum.
Modernleşme süreci ile kapitalizmi ve emperyalizmi, batının sömürgeci politikalarıyla, geliştirmeye çalıştığı değerleri birbirinden ne kadar ayırabiliriz, bilmiyorum. Ama eski bir fikr-i meşhur olarak, batının ilim ve fenni ile sömürgeci-Haçlı siyasetini ayırma çabasını geliştirerek bu ayrımlara ulaşmamız gerektiği kanaatindeyim. Zira, hem ‘bir kavme olan düşmanlığınız sizi adaletten alıkoymasın’ ilahi ölçüsü gereği, batıya daha nüfuz edici bakabilmek, halkları ile devlet politikalarını, ürettikleri ile yok ettiklerini ayrı ayrı görebilmek için, hem de, kendimizi tarif ederken, yolumuzu çizerken ve de geleceği tasarlarken, en az batılılaşma kadar yanlış, tahrip edici ve de sonu olmayan başka çıkmaz yollara saplanmamak için bu çatışmacı bakış açısından uzak durmak gerektiği kanaatindeyim.
Kaldı ki, yaşadığımız coğrafyanın tarihi, batıyla çatışma değil, sentez oluşturma ekseninde şekillenmiştir. Ve batının
sömürgeci saldırılarına kadar da bu sentezin en başarılı modeli olarak Osmanlı imparatorluğu yüzlerce yıl yaşayabilmiştir.
Bu manada, Doğunun Batıya meydan okuması olarak gördüğün Osmanlı’nın, tam aksine Doğuyla Batının –en azından askeri tarım imparatorlukları çağında- mükemmel bir sentezi olarak yeniden okunması da mümkündür. Kaldı ki, uygarlık, yani insanı geliştiren ve ilerleten pratikler, tarih boyunca ister Doğu da ister Batıda, farklılıkların çatışmasından değil, sentezinden doğmuştur. Hatta, Hıristiyanlık ve İslam dinleri dahi, tam da bu sentezi ifade etmiş ve daha ötesi, insanlığı ortak değerler etrafında toplamaya çalışmıştır. Bu manada uygarlık ya da medeniyet, bu değerlerin en gelişkin pratikleri olarak aslında evrenseldir.. Doğuda ve batıda ayrı ayrı uygarlıklar değil, bu tek uygarlığın çizgisine yaklaşma ya da uzaklaşma dönemleri vardır. Batı son yüzyıllarda, geç kalmış olduğu uygarlık düzeyini yakalama uğruna ahlaksız ve aç gözlü bir şehvetle dünyaya saldırmış, Doğu ise sahip olduğu düzeyi geliştirmeyerek, sanayi devriminin ıskalanması örneğinde, şimdilik acziyete düşmüştür. Yapılması gereken tekrar bu tarihsel uygarlık yaratma geleneği ya da yöntemine başvurmak, yani yeni bir sentez için, akıl, ahlak, değerler
ve diğer maddi ve manevi tüm evrensel birikimi kucaklayabilmektir. Bu manada, yaşadığımız coğrafya, doğu ile batı arasında bir köprü ya da tampon bölge değil, bir ortak havuz ve uygarlık dölyatağıdır.
Üstadım,
Değinmek istediğim bir başka husus ise şu; Doğu, Osmanlılık, yerlilik vurgusu yapıyorsun. Güzel. Ama tüm bu doğru ve haklı vurgularının içerisinde, dikkatlerden kaçmayacak kadar belirgin bir eksiklik var. Eserlerinde din, yani ‘İslam’, çok zayıf, belli belirsiz, önemsiz bir ayrıntı durumunda, çok dolaylı ya da geri plandaki bir malzeme olarak var. Yaşadığın dönemde sana dönük ‘gericilerin ekmeğine yağ sürme’ suçlamalarının ya da kişisel yaşam tarzının bu eksiklikte payı var mıdır, bilmiyorum. Ama insan hiç değilse, bir batılı oryantalist kadar olsun, Osmanlı, Anadolu, Doğu, Yerlilik kavramlarından Müslümanlığın merkezi payını teslim etmeni bekliyor. 1950’lerde ve 60’larda, özel sohbetlerinde İslam ve Sosyalizm tartışmaları yaptığını biliyoruz. Ama Safiye Ayla’nın anılarından öğrendiğimize göre, merhum Akif’in damadı Ömer Rıza Doğrul ve Naci Sadullah ile rakı sofralarında sürdürdüğünüz İslami sosyalizm muhabbetlerinden anladığım kadarıyla, İslam, halkla konuşurken lazım olabilecek bir kültürel dil olmanın ötesinde kıymete sahip değil. Bu konuyu vurgulamanın sebebi şu: İslam’ı bu düzeyde algılamanın sonuçlarını bugün bütün ülke ve her kesim yaşıyor. İman, şüphesiz kişisel bir olgudur, Ama Din ve dini değerler, toplum, tarih, insanlık ve hayat üstüne söylenecek her sözün mutlaka içerisindedir. Bu inananı için de inanmayanı içinde böyledir. Yanlış anlama, Solcu Kemal Tahir’den dindar imanı beklemiyorum. Ama, sosyolog, tarihçi, sanatçı, yerli ve ‘bura’lı solcu olan Kemal Tahir’in her romanında, her not’unda, her tartışmasında, bir şekilde ‘İslam’ ve Müslümanlık olmalıydı. Din’i ıskalayarak söylenen her sözün, yapılan her işin, savunulan her fikrin tarihin çöplüğüne gittiğini ya da toplumda en azından şüpheyle karşılandığını kavrayamayanlar, bugün, dini ıskalamayanlarla nasıl baş edeceklerini şaşırmış durumdalar. Ben Türk aydının dramının, Kemal Tahir’de, ‘İslam’sız Doğuculuk’ şeklinde tezahür ettiğini sanıyorum. Bu konuda, resmi ideolojinin sınırları içerisinde düşündüğün kanaatindeyim. Belki de, seni haksız yere
12 yıl hapis yatırmasına rağmen, ‘kırgın değilim’ dediğin ve ‘Kerim’ olarak tarif ettiğin ‘Devlet’in ideolojik tutumuna paralel düşmeyi bilinçli olarak tercih ettin. ‘Devlet’i ‘kerim’ olmaya mecbur tutan ve adaleti mülkün temeli kılan İslam’ı, salt politik bir vasıta ya da geçmişe ait Türklerin geçici zırhlarından biri olarak görmenin faturasını bugün ödüyoruz. Bu ülkede bir segmentin, bir toplumsal ve ideolojik çevrenin, Türklükle Müslümanlığın son derece derin ve ciddi bağlarını, özdeşliğini görmesi yani bu milletin dinini ciddiye aldığını anlaması için galiba biraz daha bekleyeceğiz.
Esasen, Doğu-Batı çatışması temelindeki Doğuculuk ve Din’i önemsemeyen halkçılığın özündeki ‘batı’cılık ya da ‘batılılaşmışlık’, bu çevrelerin temel çelişkisi durumunda. Din’den uzaklaştıkça milletten ve tarihten, bunlardan uzaklaştıkça da Kerim Devlet’ten uzaklaşılıyor. Kerim Devlet olmayınca, geriye küçük ayak oyunları ile Batı’dan rol çalma uğraşlarının toplamından ibaret zalim ve soğuk bir iktidar cihazı kalıyor.
Bunu ele geçirmek ya da yönetmek ise, siyaset oluyor. Bugün işte buradayız.
Muhterem Üstat,
Bu şerhlerim dışında, 1960’larda yaptığın birçok tespit ve yorumun bugün ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu belirtmem gerek;
‘I. Beyezid’in Çubuk ovasında kime niçin yenildiğini, Fatih’in hangi amaç için zehirlendiğini, Süleyman’a neden Kanuni denildiğini, İmparatorluğu kurtarmak için tutulan Tanzimat’ın (batılılaşma yolu) bu imparatorluğu batırdığı halde, bugün tarih kitaplarında neden hala (Hayriye) yani hayırlı diye geçirildiğini, ..Abdülhamit’e ‘kızıl’ lakabının kimlerce uygun görüldüğünü bilmeden, bugün dünyada olup bitenleri, ..hele Türkiye’de olup bitenleri anlamak mümkün değildir.’ ( Notlar/ Batılılaşma,:137-138)
‘Bugün içinde debelendiğimiz ekonomik-sosyal zorluklarımızın kaynağı, 19. yüzyıl başından bu yana batılı sömürücü (emperyalist) güçlerin, kendi çıkarlarına göre bizi batılılaşmaya zorlamalarından ve bizim bu zorlamaya bilir bilmez koşulmuş olmamızdandır’ (a.g.e.)
‘Biz gerçek emperyalizmle er geç hesaplaşmak zorundayız..
Bunu gerçekten yapmadıkça, batıya hizmet teklif etmekle, belayı başımızdan defedemeyiz’ ( a. g.e.)
‘Haklar her zaman silahla savunulmaz. Hakkımız olanlara önce mutlaka sahip çıkardık. Fırsat kollayarak beklerdik. Sırası gelince yeniden pazarlık teklif ederdik. Hesaplaşma isterdik… Yunan üst üste yenildiği halde, ‘megalo idea’dan vazgeçiyor mu?.. Kurtuluş iki türlü olur; ya bütün haklarını en son zerresine kadar koruyarak kurtulursun ki gerçek kurtuluş budur. Ya da haklarından birçoklarını vererek kurtulursun!’ ( Yol ayrımı, Dr. Münir’in ağzından)
‘ yeşermedikçe sağlam bir çekirdek..savunması yeşermemek..Çünkü denemiş bin yıldır, yeşermesini önlemek için pusuda bekleyen güçler var. Çünkü onlarında varoluşu, rahat yaşaması, bozkırdaki çekirdeğin yeşerip serpilmemesine bağlıdır.. Bozkırdaki çekirdek yeşerirse ya kopuyor bozkırdan, ya da eziliyor. Böylece ( hep) bozkır kalmasına çıkıyor, sonuç..’ ( Bozkırdaki çekirdek’ten)”
Evet üstat, üzerine konuşacak daha çok şeyler var. Şimdilik burada kesiyorum. Bir aydın olarak, bir vatansever olarak, bir çilekeş olarak Kemal Tahir’den öğreneceğimiz çok şey var.
Devlet Ana’da, Kurt Kanunu’nda, Yol Ayrımı’nda, Esir şehir dizisinde düşünmemiz, tartışmamız, konuşmamız gereken bir çok mesele daha var.
Merak etme, hepsini konuşup yeniden ve yeniden ele alacağız. Bu ülke yaşadığı tüm drama, trajediye, komediye rağmen, belki de bunların ibretiyle kaybettiği yola tekrar girecek.
Ne olmayacağımız iyice anlaşıldıktan sonra, ne olduğumuzu hatırlayacağız. Hayıflanacağımız tek şey, kaybettiğimiz zaman değil, ‘sahte çatışmalarda tükettiğimiz dağ gibi çocuklarımız olacak.
Allah’ın rahmeti seninle olsun.
Hoşçakal
Kaynak: Açık mektuplar, Yarın yay. 2015