Fikir namusu, toplumların kendileriyle hesaplaşmasını ve daha ileri bir niteliksel düzeye sıçraması sağlar. Namus sahibi aydın, kınayıcının kınamasından korkmaz. Hakikati, sadece hakikati arar ve söylemeye çalışır. Mayınlardan korkarak, kınanmaktan korkarak, kabilelerin, aşiretlerin aforozundan korkarak fikir üretilemez.
Türkiye’de aydın, bir kabileye kendini bağlayarak sağlama aldıktan sonra konuşan adamdır. Ya devletçi kabilelere, ya sermaye aşiretlerine ya da sözde muhalif klanlara yaslanıp, ezberleri tekrar etmenin adı fikir üretmek değil, propagandadır. Bizde, sadece seçim zamanları oy avcılığı yapılmaz, normal zamanlarda da kafa avcılığı yapılır. Telkin, ajitasyon ve propaganda, fikir çilesi ve hakikat arayışının yerine geçmiştir.
Türkiye’nin hassas meselelerini konuşmak, yani sahiden konuşmak istiyorsak, ilk yapacağımız iş, önce etraftaki mayınları temizlemektir. Tel örgülerle, mayınlarla dolu bir arazide serbestçe koşturulamayacağını artık biliyoruz.
Cumhuriyet, din ve laiklik konusunda etrafımız mayınlarla dolu. Kurulacak her cümle, söylenecek her söz, yapılacak her yorum bir siyasi kabilenin, bir ideolojik aşiretin mayınına basmakla sonuçlanıyor. Semboller ve fetişlerle dolu animist-Şaman politik atmosferde, bütün tabulara meydan okumadan, bütün mayınlara basmadan doğruyu aramanın yolu da maalesef yok.
Önce kavram fetişizminden başlayalım: Cumhuriyet, Atatürk, din ve laiklik, her şeyden önce birer fetiş kavramlardır. Birer put haline getirilmişlerdir. İdeolojik kabileler kendi fetiş kavramlarını besmelesiz ağızlarına alamaz. Önce bir kutsama ile lafa girer ve artık arkasından bu kutsalın dokunulmaz, tartışılmaz
dogmaları sıralanır. Sonra da bu tabuya saygısızlığın itikadı zedeleyen küfrü delillendirilir. Söyleyene göre, ya Kur’an’dan ayetler, ya Nutuk’tan hadisler(!) ya da bilimden yasalar sıralanır. Artık saygısızları cehenneme atma sırası gelmiştir. “Din düşmanları”, ”laiklik karşıtları”, “Cumhuriyet ve rejim düşmanları” sayılıp dökülür, öfkeyle aşağılanır, tehditler savrulur. İman, tazelenmiş, küfür bertaraf edilmiştir.
Sözün özü, bu ülkede karşıtmış gibi görünen tüm taraflar, aslında aynı “düşünme ve inanma biçimi”ne sahiptir. Format tektir. Sadece objeler, semboller, tabular farklıdır. Bu nedenle, hiçbir mesele, gerçekten bir mesele gibi konuşulmaz. Hiç kimse, karşısındakini dinleyerek yeni bir şey öğrenmez, öyle de bakılabileceğini kabullenmez. Fikirlerini gözden geçirmeyi aklından bile geçirmez. Çünkü animist-Şaman düşünme biçimi, totaldir. Anacıldır. İçine alamadığını dışlar. Dışındakini yutmaya çalışır. Bütünlüğünü bozan her şeyi yok etmek ister. Doğurabildiği tek şey, doğurmuş olduğudur. Tabu, fetiş ve dogmalar, bir savunma, korunma silahıdır. İşlevsel olduğu için her şeyden önce gelirler. Dindarlar dinlerini tabulaştırınca aslında dinden çıkarlar. Çünkü Allah’a Allah’ın dini bile şirk koşulamaz. Laik Cumhuriyetçiler, en temel iddiaları olan bilime dayanma ölçüsüne en uzak kesimdir. Kavram ve sembol fetişizmi konusunda, pozitivizm dininin bilim tanrısına sürekli şirk koşarlar. Bunlar için, iman ettiklerini söyledikleri değerler ve ilkeler son tahlilde birer araçtır. Amaçları, tabulara dokundurtmamaktır. Gerçek müminler, maalesef bu kabilelerde barınamaz. Tecessüs ve tevekkül, gerçek imanın özelliğidir. Memleketimizde fetişist tarafların hiçbirinde bu iman
karakteri yoktur. Demek ki, aslında bu konulara girdiğimizde ilk mayın, kavram fetişizmidir. Yani, bu kavramları konuşalım derken, içeriklerinden önce, kullanım biçimleri konuşulur.
İkinci mayın, sahiplik duygusudur. Farklı segmentler, kendilerine mülk edindikleri arazide serbestçe at oynatır, başkasının girmesini engeller. Herkesin arazisi kendinedir. Dindar ya da din adına konuşan, dinin sahibi gibi konuşur. Dinsel bir konu ya da din konusundaki bir yorum gündeme geldiğinde ‘sahip’ hemen atılır, başka konularda göstermediği cevvaliyeti sergiler, ilk ve son sözü söyleme tekelinin kendinde olduğunu, sözün en doğrusunu sadece kendisinin bildiğini ihsas ettirecek tarzda konuşur.
Kendine laik diyen biri ya da Cumhuriyetçi olduğunu ileri süren biri de aynı şeyi yapar. Atatürk, milli mücadele, laiklik, çağdaşlık, bilim… Başkası bunları konuşamaz, en fazla misafir gibi konuşabilir, son sözü laik cumhuriyetçimiz söyleyecektir. Onun arazisinde gecekondu yapılamaz. Bilimci-pozitivisit biri de aynı şeyi yapar. İçinde bilim geçen her konuya atılır, müdahale eder, bilimsel olup olmadığına karar verir.
Neyin, ne kadar ve neden bilimsel olduğunun ölçüsünü o koyar. Onun bilim arazisinde mayına basmadan dolaşmanın tek yolu, ondan ve onun bağlı olduğu bilim tarikatından icazet ve destur almaktır.
İmdi, bu parsellenmiş tarlada, hiçbir şeyi sahiplenmeden, sadece insanlık için doğruyu, iyiyi, adaleti ve ahlâkı arıyorum diyemezsiniz. Mutlaka birkaç mayına basar, kolunuzu bacağınızı kaybedersiniz. Öyle, bağımlılıklardan azade, son noktası konmamış, tecessüs ve tevazu içeren, her doğruya duyarlı, bütün totalitelere meydan okuyan bir imanınız varsa, hiç şansınız yoktur. Her parsel sahibinin münkiri olursunuz.
Dikkat edelim, bu ülke, dinle bilimin yüzyıllarca çatıştığı, dinciyle dinsizin birbirini devrevî olarak boğazladığı, farklı dinden olanların birbirini katlettiği bir ülke değildir. Tarihinin hiçbir devrinde din temelinde bir çatışma olmamıştır. Dini görünümlü bazı hadiselerinde tamamen politik gelişmelerin sonuçları olduğunu herkes bilmektedir. Aynı şekilde, herhalde dünya tarihinde, Saltanattan Cumhuriyete tek bir kan dökmeden ve adeta milli bir konsensus havasında bayram gibi geçen tek ülkede burasıdır. O günden beridir de bir tek Allah’ın kulu çıkıp da saltanat geri gelsin dememiştir. Ama nedense, din, bilim, laiklik, cumhuriyet konularında işte böyle kesin inançlılar, kararlı taraflar ve bitmez tükenmez kavgalar vardır.
İşin ilginci, bütün Sahip’ler, kendi arazilerinin efendiliğini teslim etmeniz şartıyla, sizin de kendi arazinizdeki sahiplik iddianızı kabul ederler. Yani cumhuriyetçi laik, dindarın din adına ne hakla konuştuğunu sorgulamayı, ya da tersi, dindar biri cumhuriyet ve laiklik konularında efendilik taslayanların
bu hakkı nereden aldığını sorgulamayı aklından bile geçirmez. Bu o kadar topluca kanıksanmış bir günah ortaklığı biçimidir ki, son on yılda öne çıkan demokrasi ve liberal söylem sahipleri de aynı biçime kolayca angaje olabilmiştir. En çok demokrasi vurgusu yapanlar, piyasa, serbest ekonomi, insan hakları kavramlarıyla en çok cümle kuranlar, adeta bu kavramların ev sahibi psikolojisi içinde konuşurlar. Ve geri kalanlar da buna hiç itiraz etmez. Milliyetçi söylem için de aynı şey geçerlidir. Bu ülkede kendini milliyetçilikle tanımlayan ve bu kavram üzerinden siyaset yapanlara hiç kimse çıkıp ta, “Arkadaş Türk ve Türklük adına konuşma hakkını nereden alıyorsun, kim sana bu hakkı verdi”, demez. Yani, henüz meydan boşsa, parsellenmemiş bir konuda fazla konuşup hak iddia etmeniz mümkündür. Herkes aynı yoldan geçtiği için, sizin o konudaki sahipliğinizi hemen teslim ederler. Büyük kentlere her gelenin hazine arazisine gecekondu yapması gibidir durum. Yeter ki, önceden yapmış olanın mülküne dokunmayın. Hemen yanına kendi evinizi kaçak olarak kondurabilir, ertesi sabahtan itibaren parselinizi genişletmenin davasını gütmeye başlayabilirsiniz. Şimdilerde Kürt ve Kürtlük adına konuşmakta aynı muameleye tabi olmaya başlamıştır. Kürt kavramı ve Kürt halkı adına konuşmanın meşruiyetini sorgulamadan, Kürt meselesi kavgası verilmektedir.
Demek ki, bu sahiplik mayınını temizlemeden, hiçbir mesele gerçekten konuşulamaz.
Üçüncü mayınımız, en tehlikelisidir. Bu ülkede her sorun önünde sonunda psikolojik bir sorundur. Bütün taraflar ve sahiplendikleri konularla ilişkileri, ne ekonomik temellidir ne de son tahlilde politik amaçlıdır. Yani, hep örnek verildiği gibi (ki, bu da bir ezberdir, sorgulanması gerekir ama şimdi örnek olsun diyelim) sorunlar Batı’daki gibi ekonomi-politik temelde ve sınıfsal kaynaklı değildir. Yani bu şu demektir; bu memlekette hiç kimse somut durumu ve sosyal ihtiyaçları temelinde kimlik edinmez. Daha soyut nedenler,
özellikle kültürel davranış kodları ve alışkanlıkları kimlikleri tayin eder. Bu nedenle, psikoloji hastalıklıdır ve ekonomi politiğin önündedir. Bu açıdan, bu ülkede sağ sınıfsallığın kendini sol olarak, sol sınıfsallığın da sağ olarak politize olması mümkün olmuştur. Kastettiğimiz psikoloji, geniş manada, bir sosyal psikolojidir. İçinde, derin toplumsal travmalar, tarihsel kırılmalar, büyük altüst oluşlar, kalıcılaşmış mahrumiyetler, mağduriyetler ve özlemler vardır. Herkes bu toplumsal psikolojinin bir parçası içinde doğar ve büyür. Sonra kendini en iyi ifade eden dili seçerek bu dilin tabuları etrafında kimlik edinir. Belki de bu nedenle, memleketimiz bir dönekler ülkesidir aynı zamanda. Çünkü, sosyal vasat, her insana farklı bir tabu ile özlemlerini giderebileceği geçişleri mümkün kılmaktadır. Psikoloji, kolayca başka bir duruma evrilip, farklı
bir kampın elbisesini giyebilir. Kabileler arası evlilik yasaktır ama bireysel geçişler teşvik edilir. Çünkü, karşı kamptan adam devşirmenin psikolojik bir üstünlüğü olacaktır.
Bu ülkede, kendini aşma, geliştirme ve evrenselleştirme çabasına rastlanmaz, ama saf değiştirip aynı düşünme ve inanma biçimi ile farklı tabulara tapınmaya devam etme yeteneği son derece gelişkindir. Bu pataloji, mafyöz bir psikolojidir. Kendi kuralları olmakla birlikte, son tahlilde kalleş ve kancıktır. Bu nedenle, mayınlı arazide dolaşırken, her an arkadan vurulma tehlikesi mevcuttur.
Mayınları daha da çoğaltmak mümkündür. Ama bizce en önemlileri bunlardır. Kavram fetişizmi, sahiplik duygusu ve hastalıklı psikoloji. Bu mayınlara basmadan dolaşmak mümkün değildir. Temizlemek içinse, bol sayıda mayın eşeği kullanmak icap eder. ‘Doğu’da köylülerimizin kullandığı mayın eşekleri, işe yaramaz hale gelmiş hayvanları öne sürüp, onların peşinden sınırı geçmeyi sağlar. Bu teknolojiyi, bizde mayınlı teorik arazilerde sınırları aşmak ve aşiret düzenini ortadan kaldırıp özgür ve eşit bir toplumsallık sahası yaratmak için kullanabiliriz.
Bizim mayın eşeği olarak önerdiğimiz kavram, ‘gavurluk’tur. Her mayını, bu kavramla patlatabilir, her sorunu konuşmak ve çözmek için gerekli arazi temizliğini bu kavramla yapabiliriz. Ne kastettiğimizi biraz açalım:
Bilindiği gibi, gavur kavramı, siyasal tarihimizde son derece zekice kullanımını Tanzimat fermanının ilanı sırasında kazanmıştır. Gülhane Hattı Hümayunu imzalandıktan sonra fermanı halka duyuran çığırtkanlar, “Ey ahali, bundan sonra gavura gavur demek yasaktır” demişlerdir. Gavura sadece “gavur” demek yasaktır. Ahali bu mevzuyu işte böyle anlamıştır. Gavurun gavur olduğunu bilecek, ama demeyecektir.
Peki gavur denir? 1838 yılında gavur, 1773 Osmanlı-Rus Savaşı ve 1824-28 Yunan ayaklanması sonrasında Ruslarla ve Yunanlılarla işbirliği yapanlardır. Yani, gavur sanıldığı gibi gayrimüslimler için kullanılan bir deyim değildir. Gayrimüslimler, Müslümanlar tarafından isimleriyle anılır, Ermeni, Rum, Yahudi denirdi. Gavur, Osmanlı düzenine ve millete hasmane tutum alan, yabancılarla işbirliği yapan ve bir de zalim karakterli olanlar için kullanılan bir deyimdir. Özeti, hem milletine, tarihine düşman olan hem de işbirlikçi olan demektir gavur. Bu manada dinsel bir ötekileştirme kavramı değil, politik bir tanımlamadır. Gavurun sayılan özelliklerini taşıyan Müslümanlar için de hâlâ bu deyim halk arasında kullanılır. Zalim bir baba ya da halka düşmanlık eden bir yönetici için de ‘gavur adam’ denir. Gavur kavramı, yine örneğin herhangi bir halkı veya tüm yabancıları ifade etmez. Sadece sayılan özellikleri taşıyanlara kullanılır. Mesela, Batılılaşma
politikasını halkın yerleşik alışkanlıklarını zorla değiştirerek uygulayan II. Mahmut’a halk “Gavur Padişah” demiştir. Aynı politikaları çok daha rasyonel temellerde, örneğin okullar açarak yürüten II. Abdülhamit ise ‘Ulu Hakan’dır. Aynı şekilde, Türkiye’yi işgale yeltenmeyen, düşmanlık yapmayan Hıristiyan toplumlar için gavur denmemiştir. Mesela Almanlar için bu ifade kullanılmamıştır. İstilacı Avrupalılar bu nedenle gavur olarak tanımlanmıştır. Tabi, onlarla işbirliği yapan yerli topluluklarda gavur sayılmıştır. Tanzimat fermanı ile yasaklanan gavur, işte bu psikoloji içerisinde, Rus savaşı ve Yunan isyanı sırasında onlarla işbirliği yapan Ermeni ve Rumlar için ağırlıklı olarak kullanılır olmuştur. Gavurla işbirliği yapmayan Rum ve Ermeniler, Osmanlı meclisinde Mebus ve Nazır bile olabilmiştir. Tanzimat, işte bu işbirliği yapanlara çeşitli imtiyazlar ve tavizler verilmesi demektir ve bu nedenle ahali, “gavuru gavur bilip dememe” ironisini keşfetmiştir.
Gavur kavramını yeniden tarif edip güncelleyerek, bir ölçü, bir mihenk taşı yapabiliriz. Yabancı müstevlilerle ülkemiz aleyhine işbirliği yapanlar, zalimler ve sömürücüler için gavur diyebiliriz. Sonra da her meseleyi bu ölçüye vurup, gavur olmayanlarla sorunlarımızı konuşabiliriz. Bu temiz hava içinde konuşulamayacak mesele, çözülemeyecek sorun yoktur. Din, laiklik, Atatürk, Kürt meselesi, Alevilik, Ermeni sorunu… İçinde gavurlaşmak varsa, gavurluk barındırıyorsa, gavurla işbirliği getiriyorsa, bu konularda alınacak tavır ve
söylenecek söz ona göre belirlenecektir. Böylece hem kavram fetişizmi, hem sahiplik ve sahipler hem de patalojik psikoloji bariyerleri aşılacak, eğer dinsel söylem, laiklik uygulamaları, Kürt talepleri, Alevilik ve diğer söylemler bizi gavurlaştırmıyor, gavura muhtaç etmiyor, gavur karşısında zaafa uğratmıyorsa, daha kolay ele alıp halledebiliriz. Eğer tersi ise, o zaman yine kolayca ayıklayıp bir kenara koyabiliriz. Ölçümüz budur.
Cumhuriyet, din ve laiklik sorunlarında da ölçü bu olmalıdır. Bu kavramların ev sahibi gibi konuşanlar oldukça meselelerin çözümlenemeyeceği ortadadır. En iyisi, gavurluk ölçütüne vurarak, sorunları tespit etmek ve çözmektir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Cumhuriyet dönemi ve laiklik uygulamaları, ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, Osmanlı’nın son dönemine kıyasla İslam’ın özüne dönük arayışların arttığı ve Müslümanlaşmanın geliştiği bir dönemdir. Bilindiği gibi Cumhuriyetin kurucu belgesi olan Lozan, Müslümanlarla gayrimüslimler arasında imzalanmıştır. Ve Lozan’da Müslüman taraf, gayrimüslim vatandaşları azınlık olarak tarif etmiştir. Yani Cumhuriyet, Osmanlı denilemediği için, yerine kullandığı Türk kavramını Müslüman manasında
değerlendirmiştir. Daha doğrusu, kaderini bu topraklardaki halkla birlikte çizen, yani I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’de Anadolu halkıyla beraber olan, ihanet etmeyen Müslümanlar. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut, Arap, Pomak fark etmez, bu safı tercih etmiş tüm ahali, Cumhuriyet’in kurucusu Müslüman halk olarak Lozan’da taraf olmuştur. İhanet edenler, yani gavurla işbirliği yapan Müslümanlar, Misak-ı
Milli’nin dışında sayılmıştır.
İkinci olarak, Cumhuriyetin ilk dönem tüm önemli değişim adımları, Müslümanlık değerleri içinden konuşarak atılmıştır. Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması, meclisin açılması, Cumhuriyetin ilanı… İstiklal Marşı, bu değerlerin özü ve özetidir.
Üçüncü olarak, 1924 yılında yaşanan Musul sorunu, sonrasında patlayan Şeyh Sait isyanı ve ardından Atatürk’e İzmir Suikasti gibi olayların sürüklediği rejim bunalımı sonunda Cumhuriyet idaresi, muhalefeti tasfiye ve yeni rejimi oturtmak için şiddete başvurmuş, sonrasında başlayan birçok sorun bu şiddetin ürünü olmuştur. Dönemin İngiltere- Rusya dengesine dayalı dış politikası içerisinde, İngiltere ve Rusya’nın
aparatı olabileceği vehmedilen tarikatlar, Komünist akımlar, İttihatçı kadrolar ve Kürtçü akımlara karşı çeşitli takibat ve düzenlemeler yapılmıştır. Terakkiperver ve Serbest Fırka deneyimleriyle iki partili rejime geçme çabası ise, belirtilen muhalif odakların güçlenmesi korkusu nedeniyle iptal edilmiştir.
1930’lar, işte bu siyasal sürecin dışarda yaklaşan dünya savaşı tehlikesiyle birleşerek iyice otoriterleştiği dönemdir. Cumhuriyet rejimi, bir yandan Müslümanları modernleştirmek, İslam anlayışını yenilemek ve rasyonel temelden yorumlayarak bütün halka öğretecek mekanizma ve araçları oluştururken, irtica olarak kodladığı eski tarikat ve tekkelerin kurumsal dinselliğini tasfiye etmeye çalışmıştır. Yine bir yandan Bolşevik etkisindeki komünist grupları tevkif ederken, öte yandan korporatif içerikte de olsa son derece halkçı ve hatta sol denebilecek bir ekonomik program uygulamıştır.
Aynı şekilde, Türk kimliğini yerleştirmeye ve yeni bir milletleşme programı uygulamaya çalışırken, ırkçılık ve şovenizm temelli bir asimilasyondan çok, kültürel milliyetçilik denilebilecek bir entegrasyon siyaseti izlenmiştir. Bütün bu çabalar, tabii ki yer yer şiddetle, yukarıdan aşağı ve muhalefete meydan vermeden uygulanmıştır. İşte, Cumhuriyetçi kadrolarla, muhalefet arasındaki temel çatışma noktası, uygulanan politikalardan çok, bu uygulama tarzından kaynaklanmıştır.
Başka bir açıdan bakıldığında, kendini İslam devleti, şeriat yönetimi ya da benzeri bir dinsel atıfla tarif eden bir rejimden çok daha köklü, derinlikli ve Kur’an’ın yönetsel ilkelerine uygun değişimler gerçekleştirilmiştir. Ama adını ve hatta niyetini adeta din dışı, din karşıtı imiş gibi koyduğu için bu değişimler dindar çevrelerin husumetini çekmiştir. Örneğin, hiçbir zaman Cumhuriyet rejiminin İslam’a aykırı olduğu ileri sürülmemiştir, ama yöneticilerin İslam’a uygun yaşamadığı, niyetlerinin ülkeyi gavurlaştırmak olduğu türünden propagandalar yapılmıştır. Devlet yöneticilerinin kişisel yaşam tarzıyla devlet siyaseti birbirine karıştırılarak yorumlanmıştır. Örneğin Mustafa Kemal’in, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, Kur’an tercümesi, İslam eserlerinin basımı ve okullarda din dersinin öğretilmesi gibi adımları, Mustafa Kemal’in kişisel yaşam tarzına bakarak muhalefet eden çevrelerin pek benimsediği başka devlet adamları tarafından, gündem dahi yapılmamış uygulamalardır. İçki ve dans gibi, o zaman ahalinin hoş karşılamadığı kişisel yaşam tarzı ise, sonradan adeta Peygamber sünneti muamelesi görmüş ve tüm devletlü kadrolar için milli bayramlarda balolar tertip etmek, smokin giyip dans etmek adet yapılmıştır. Halkın muhalefeti için Elmalı tefsiri değil, işte bu seramonik örnekler yeterli olmuştur.
Toplumsal değişimlerin yerleşik kültüre rağmen ve belli bir dozda şiddet içererek gerçekleşebileceği söylenir. Toplumlar durup dururken değişmez. İlla ki bir irade tarafından ve belirli zorlamalarla değişim gerçekleşir. Bugün o döneme bakarken uygulamalardaki sertlikten çok, ulaşılmak istenen hedeflerin
analiz edilmesi gerekir. Sonuç itibariyle Müslümanlığın tasfiye edilmediği aksine halka öğretildiği, her isteyenin daha derinliğine dinini öğrenebileceği eserlerin ortaya çıktığı, milletin devlet karşısında kul olmaktan vatandaş olmaya doğru evrildiği bir sürecin sonuçlarını bugün yaşamaktayız. Yani Cumhuriyet’e muhalefet eden dindarlığın korkularının yersiz olduğu artık tartışmasız kabul edilebilir.
Ama öte yandan, 1950’lerden sonra devlet içinde başlayan CHP-DP ayrışması, yani devletin iki ana hizbi arasındaki segmenter farklılıklardan da beslenen kavgada, laiklik, din ve cumhuriyet algısı artık bir tartışma ve kavga nedeni olmuştur. Dinsellik biçimlerinin gelişmesine paralel olarak, rejimin hedefindeki örgütlü din temsilcileri ile rejimin sahibi gibi davranan CHP elitleri arasındaki çelişki, bugüne kadar devam etmiştir. DP, işte bu çelişkide mağduriyet iddiasındaki tarafın oylarına talip olarak sahnede temsil makamı elde etmiş, içinden çıkan AP; MSP ve MHP gibi partilerin CHP ile olan çelişkilerinin özünde bu dinsellik temelli kültürel ayrışma her zaman kendini hissettirmiştir. Sorun giderek iki ana kabile-segment- arasındaki uzlaşmaz çelişki olarak derinleşmiş, din ve laiklik, başta belirttiğimiz birer mayınlı saha haline gelmiştir.
İşte bu politik çarpılmışlıktır ki, bir taraf, din deyince adeta öcü gibi davranmakta, bildiği bütün olumsuzlukları din kavramı ile özdeşleştirdiğini her fırsatta ifade etmekte, pozitivist bakış açısıyla açık bir yabancılaşma kültürünü topluma empoze etmeye çalışmaktadır. Bu çevreler, dini bilgilere de sahip değildir ve öğrenmemek için de ellerinden geleni yaparlar. Yani din konusundaki cehaletleri son derece bilinçlidir. Örneğin bu çevreler, laiklikle, dini kamusal alandan, hatta mümkünse bütün toplumsal alandan dışlamak gerektiğini kastederler. Mustafa Kemal’in okulları gezerken verdiği bilimi, fenni övücü sözlerini ayet gibi kullanan bu çevreler için Cumhuriyet, tarımsal Osmanlı düzeninden daha küçük bir modern devlete geçerek, içinde nefes alacak bir toparlanma dönemi değil, ortaçağ karanlığında ve İslam gibi gerici bir dinsellikten çıkıp aydınlanarak! yeniden doğduğumuz bir dönemdir.
Bu nedenle Cumhuriyet’in 1930’lu yıllarını adeta asrı saadet
gibi ebediyen aynı doğrultuda devam edecek değişmez bir kutsallıkla değerlendirirler. Takdir etmek lazım ki, bu kutsama, yüceltme, en ince ayrıntılarda dahi Ulu Önderli, Büyük Atatürk’lü konuşma dili, son derece dindar, dinsel bir dildir ve ilimle, modernlikle alakası yoktur.
Dindar çevreler ise, zaten kutsalın diliyle konuşur ve bahsi geçen dönemlerdeki abartılı uygulamalara tepkinin adeta ebedi düşmanı olarak Cumhuriyet’i değerlendirirler. Bu klişelerin dışına çıkıp ta yeni bir okuma yapmak, farklı analizler geliştirmek dinsel çevrelerin içinden imkânsız bir şeydir. Çünkü siyasal kullanım değeri de olan CHP muarızlığının asli malzemesi, Atatürk, inkılaplar ve laiklik uygulamasıdır. Bu muarızlığı aşarak, meselelerin daha rasyonel değerlendirmesini yapabilme yeteneği ve dili gelişmemiştir.
Fetiş kavramlar olarak Cumhuriyet, laiklik, Atatürk, çağdaşlık, bilim ve akıl, dinsel çevreler için karşı kabileye ait tabulardır. Bu tabulara düşman olmamak bile yoldan çıkmak demektir. Sonuçta, her şeyden
önce bu meselelerin pratik vasatı işte bu aşiret kavgasıdır.
Eğer mesele din-devlet ilişkilerini belli bir düzene koymak, dinsel anlayışların başkasının dinsel inanç özgürlüğüne zarar veremeden yaşamasını sağlamak, ülkenin gelişme, kalkınma ve refah yürüyüşüne irticai barikatlar kurulmasını engellemek ve böylece modern, Müslüman, demokratik bir devlet olarak büyümek isteniyorsa, laiklik kavramı bir tarafın fetişi, öteki tarafın tabusu olmaktan çıkmalı, bu hedeflerin gerçekleşmesine dönük teknik bir tartışmaya odaklanılmalıdır. Yok, laiklik, belli bir yönetici elitin Batı’ya, “Anahtar hâlâ bizim gibi Batıcıların elinde, merak etmeyin” mesajı vermenin adıysa, bazı sosyal etnisitelerin Anadolu’nun Müslümanlaşmasına geç kalmış tepkisinin sembolü ise, Sabetaycı yaşam tarzının Türk kavramı perdesiyle Müslüman bir topluma giydirilmesi çabası ise, yani gavurlaşmak ise, kimse boşuna uğraşmasın, bu millet en zayıf zamanında bile gavurluğu da, gavurla işbirliğini de tercih etmemiştir. Aksine, Cumhuriyet gavura karşı ve gavurlaşanları dışlayarak kurulduğu içindir ki, esasta toplum çoğunluğu tarafından başka örneği görülmeyen bir biçimde benimsenmiş ve yerleşmiştir.
Öte yandan, dindarlık, Allah’la kul arasındaki aracıları reddetmek, kula kulluğu reddetmek, nefisleri eşitlemek, müminleri kardeş kılmak, adaleti sağlamak ve gavura boyun eğmemek ise, Cumhuriyet, tarihimiz içinde bu hedefleri gerçekleştirmeye yani İslami yönetim ilkelerine en uygun olan
dönemlerden biridir.
O halde, patalojik psikolojilerden, fetişleştirmelerden, sahiplik duygusundan arınarak, eşit ve özgür Cumhuriyet yurttaşları olarak, konuşmaya başlayabiliriz. Yeter ki, din görünümüyle, laiklik ya da cumhuriyet kalkanıyla gavurlaşmayalım. Gavurun borusunu çalmayalım. Birbirimize insaf ve merhamet edelim. Boş tartışmalardan, bu saçma kavgalardan kurtulalım. Bu memleketin dindarı, aklın ve bilimin dilinin de Allah’ın dillerinden olduğunu kavrasın, laiki, din dilinin insanın en kadim ve içsel dili olduğunu anlasın. Bizim, hangi dilden konuşursak konuşalım, son tahlilde aynı dili, aynı ülkü ve niyetleri konuşmayı öğrenmek zorunda olduğumuzu hepimiz kabullenelim. Bundan sonrası, kolaydır.
Bu mayınları temizleyebilirsek, İngiliz Tanzimatı’nın parantezini kapatma vakti gelecektir. Artık, kendi “milli Tanzimat’ımıza hazırlanmanın vaktidir.
Ama şimdiden İngiliz Tanzimatı’nın en yabancılaştırıcı maddesini yırtıp atabiliriz…
Gavura gavur demek serbesttir.
- ahmetozcan
- 19 Ekim 2023
- 0 Comment