Homoeconomicus, İnsan ve Beşer
İktisadi faaliyeti, insan türünün yaşamsal ihtiyaçlarından “sadece birisi” olarak konumlandırmakla işe başlayalım. Ekonomi-politik, evet, birçok toplumsal ve bireysel davranışın önemli etkenlerinden biridir. Ama sadece biridir. Ve altyapı değildir. Bazen sonuçtur, bazen belirlenendir..İnsanı çok katmanlı ve çok yönlü bir özel tür olarak algılarsak, yani Darvin etkisinden sıyrılıp meselelere biyolojiden değil, bütün bilimlerle birlikte bakmayı denersek, bu böyledir. Eğer insanı sonsuz ihtiyaçlarını kısıtlı imkânlarla gidermek zorunda olan ve bütün varlığını, daha doğrusu özgür insan olma imkanını, bu çevrimden çıkma yolunu bulmak olarak tarif edersek, Marksist olmaktan başka mantıklı bir yol elimizde yok. İnsan, kendisinin efendisi olmak için, emeğinin efendisi olmalı…Oysa, Marksizmin içinde boğulduğu paradoksta zaten bu. Bütün aydınlanma düşünürleri, dönüp dolaşıp insanı işte bu beşeri dilemmalar içinde tanımladılar. Olmadı, Nietsche, üstün insanı, Freud’da, insanın çocukluğunu yani ilkel insanı rol modeli yaparak daha bireysel çözümler ileri sürdü. Marks, toplumsal olanın önemini görmüş ve bütün cevapları toplumsalın içinde aramıştı. Ama o’da aynı paradigmanın içinden konuşuyordu ve üretim araçlarının kolektifleştirilmesi ya da komün değerlerinin tarihin dairesel çevrimiyle yeniden egemen olacağı varsayımını benimsemişti. Bu, son derece determinist ve totolojik insan, tarih ve doğa algısı, kapitalizmden de öte, Avrupa düşüncesinin, modern paradigmanın en temel sorunu işte..kapitalist ekonomi-politiğin bugün insani olan her şeyin temel belirleyeni-altyapısı- olmasına itiraz ediyorsanız, başta tarih olmak üzere, bütün insana dair gerçeği ve gelecek kurgusunu iktisadi faaliyeti de belirleyen başka bir kurgu üzerine kurmalısınız. Marksizm, kapitalizme dönük haklı ve derinlikli eleştirilerini, alternatifleri konuşurken unutup, son derece anamalcı, homo-economicus’cu, materyalist çözümler üretme mantalitesinin adıdır.
Adem, cennet, exodus
Ne kastediyoruz? Bir ‘Adem’ tasavvuru içinde açmaya çalışalım; İnsan denilen tür son tahlilde tek bir kişidir ve yaşanan bütün olay ve olgular da işte bu kişinin iç sıkıntılarıdır. Etrafımızdaki her şey, birer görüntüden ibarettir ve yine o her şey, bir defa ve bütün zamanlar için olup bitmiş durumdadır. Yaşadıklarımız, o ilk yaşanmışlığın tekrar eden titreşimlerinden ibarettir. İnsan, kendi içinde doğaya ait yanıyla (beşer), doğayı aşan yanının (insan) kavgasını veriyor. İyilikte kötülükte, işte bu kavgadaki beşer ve insan yanın soyutlanması demektir. Dinsel söylencelerden bakarsak, Beşer yanımız, hala cennetten çıkmamış durumda. Cennet, insanın akletmeden, ‘gör’meden, idrak etmeden önceki hali demek. Beşer ise, diğer canlılar gibi, sadece programlanmış içgüdüleriyle yaşayan yanımızdır. Akleden, gören ve düşünen yanımız ise, beşer halden yükselerek insanlaşma dediğimiz bir ontolojik sıçrama ile düşünme ve böylece var olma şuuruna erme noktasını ifade ediyor. Bu sıçrama, cennetten çıkış (exodus) ve cennetten çıkmışlığın trajedisini yaşayış hali demek. Çıktığımız Cennet, çatışmaların olmadığı bir yer değil, olan bitenin çatışma olduğunun bilincinin olmadığı bir yerdir. Aslan acıkınca ava çıkar, ceylana saldırır, parçalar ve yer. Dişisiyle çiftleşir, sonra bir ağaç altında dinlenir. Bunu sonsuza kadar tekrar eder. O cennettedir yani. Oysa insan, işte bunu görendir. Aslanın açlığını, ceylanın gözyaşını, bedensel hazzı, dinlenmeyi, eğlenmeyi, akledendir. Sonra bunun nedenleri üzerine düşünendir. Bunu değiştirmeye çalışandır. Buna itiraz edendir. Veya yeniden arzulayandır. Oysa aslan için ne açlık kavramı, ne gözyaşı, ne haz ne de dinlenme kavramları bir mana ifade etmez. O sadece bunları hisseder ve yaşar. İşte beşer yanımız bu manada bir hayvandır. Ve bütün edimleri, aslan, tilki, hamamböceği gibi, içgüdüseldir. Ama beşerin diğer hayvanlardan bir farkı vardır. O aynı zamanda insan yanına da sahiptir ve akletmenin ürünü olan bütün görme biçimlerinin bilgi ve bilincinin de farkındadır. Yani, her bir insan teki, aynı anda hem beşer hem insandır ve insanın iç savaşı, kimimizde beşer yanımızın kimimizde ise insan yanımızın galebe çalmasıyla sonuçlanır. Sonuçlanmak aslında yanlış bir ifadedir. Bu kavga ölene kadar sürer. Hayatlarımızın toplamında hangi yanımız ağır basıyorsa, o olarak ölürüz aslında.
Bu konuları İbrahimi tevhid dininin deforme edilmiş biçimiyle kavramlaştıran Zerdüştlük, bu dualiteyi, aydınlık ve karanlık alem olarak tavsif eder. Aydınlığın ve karanlığın çatışması, Sabiilikte , Hıristiyanlıkta ve İslamiyette aynı kavramsal özle devam etmiştir. Sümer-Babil mitolojisinde, antik Mısır’da, Hindistan’da, Çin’de…Bu ikili çatışmanın mutlaka teolojik ve mitolojik öyküleri vardır. Hepsi, son tahlilde bir ruhsal aydınlanma ile, karanlıktan çıkışı hedef olarak koyar. Yeniden aydınlanma-kurtuluş/redeemer-ancak bir yol haritası ya da kılavuzla mümkündür ve işte dinler bu haritanın kendisi, kutsal kitaplar ve peygamberler ise Kılavuzdur.
Modern mitolojiler de bu kadim söylenceleri yeniden üretmiştir. İdeolojiler birer kurtuluş reçetesidir. Uğruna savaşılır, ölünür. Kapitalizm ise, insana uğruna ölmeye değmeyecek daha basit bir kurtuluş önerir: kazan, iyi yaşa ve mutlu öl. İdeolojiler ve dinler, kurtuluşu emek sarf ederek, bedel ödeyerek ve gelecekte kazanılacak bir menzil olarak koyarken, kapitalizm insanı beşer kalarak aynı menzile şimdi ulaşabileceğine ikna etmiştir. “Yorulmana gerek yok, ilerde kazanmak istediğin her şey burada ve şimdi zaten var ve ancak hemen elinin altındakini değerlendirirsen bütün arzularını tatmin edersin”, demiştir. Kapitalizm, beşer yanımızın yol haritasıdır.
Muhammet İkbal, “İnsanın çıktığı cennet bu dünyadaki beşer haliyle yaşadığı ortamdı, varacağı cennet ise kendi eliyle kazanacağı öte bir yerdir. insanların çoğu işte bu dünyadaki cennetten hala çıkmamıştır” derken, işte bunları kasteder. İnsanların çoğu, hala yapıp ettiklerinin şuurunda değildir. Öldürür, çalar, eğlenir…Ama bunlar üzerinde düşünmez. İnsan yanının o belli belirsiz şuuru arada bir aklına eser, fren yaptırır, hatta bazen öne çıkar, ama bir bütün olarak, insan çoğunluğunun henüz insan olma idrakine ermediği söylenebilir.
Bazı antropoloji tezleri, kutsal kitapların cennetini, Fırat-Dicle havzasında, Mezopotamya’da yerleşik hayata geçiş olarak tarif eder ve insanın ilk olarak burada tarım devrimini yaşayıp, cinsel, sosyal ve beslenme tabuları yoluyla insanlaştığını söyler. Ensest ve zina yasağı, insanı aile dışında ötekiyle eşleşmeye, aile olmaya, soy bilincine ve sosyalleşmeye sürükler. Sosyalleşme, insanı ötekiyle karışarak sentezlenmeye ve paylaşmaya zorlar. Beslenme tabusu ise insan eti, kan vb. yemekten vazgeçip, ateşi kullanarak, temizleyerek ve hayvanları ve bitkileri emek yoluyla besleyerek yemeğe dönüştürme süreci içinde insanlaşmayı sağlar, der. Bu yaklaşım insanın ilk olarak hayvanları evcilleştirerek kadını da evcilleştirmeyi öğrendiğini ileri sürer. Kadının evcilleştirilmesi, diğer insanların evcilleştirilebileceği fikrini doğurmuştur. Buradan köleliğe ulaşılmıştır der. Marksist antropoli buradan yola çıkarak, uygarlaşan insanın sınıflaştığını ve bu sınıflı toplumun yeniden ilk komün yaşamına dönerek aşılacağını söyler.
Freud, insanın sayılan tabuları sayesinde nevrotik bir kişilik kazandığını, bütün dramının böyle başladığını ve işte bu nevrozlarından kurtuldukça yeniden o ilk mutlu anı yakalayacağını söyler. Freud’a göre, insanı uygarlaştıran bu tabular, insanın arzularına yabancılaşmasını getirmiştir ve uygarlık bu bağlamda, nevrotik bir fenomendir. İnsan yeniden çocukluğuna, o ilk cennetine dönerek, içgüdülerini bastırmadan yaşamanın bir yolunu bulmalıdır.
Hegel, insanın ergin oluşunu yani uygarlığı yüceltir. Bunun politik tin ile yani devletin bir baba rolü üstlenerek “çocuklarını” yani toplumu aydınlatması ile mümkün olduğunu savunur. Bunun için tarihin tinsel çevriminin, diyalektik akışının, politik bir momentte, yani devlette sentezlenerek aşkın bir düzeyin yakalanabileceğini ileri sürmüştür. Hegel, dağınık Alman prensliklerinin ortak bir ide etrafında birleşmesini, insanlığın temel sorunu olarak okumuştu.
Aryan metafizi; Ebedi Düalizm ve kaos
Bütün bu modern teorilerin Alman, Aryan zihninden fışkırması tesadüf değildir.
Aryan zihni, Zerdüşt metafiziğinin modern yorumudur. Düalizm, diyalektik ve total-bütüncül izah tarzları, Zerdüşt metafiziğiyle ilk şeklini almıştır. Aydınlık ve karanlığın çatışmasını, ister nevrotik gelgitler, ister sınıf savaşı, ister milletler mücadelesi isterse hak ve batılın kavgası olarak tarif edelim, son tahlilde özünde, Zerdüştlük vardır. Çelişki, çatışma, antogonizm, kaos, yani evreni, yaşamı, tarihi, toplumu mutlak bir çelişki ve çatışma formu ile okuyan her teori, bir şekilde ilksel düalist dinsellik olarak zerdüştlüğün versiyonudur.
Zerdüştlük, İbrahimi tevhid öğretisinden sapılarak, insanın iç savaşının, dışa yöneltilmesini, ötekileştirilmesini ve teolojik düzeye de çıkararak idealaştırılmasını ifade eder. Belki de bu nedenle, Zerdüşt esintili her tür dinsel, ideolojik ya da politik kavrayış, bir süre sonra çıkış amacına, kendisine, mensuplarına, insana, doğaya, hayata yabancılaşarak uçuşmaya başlar. İnsan bu düşünüş biçiminin basit bir aracı, insan için var olan hedefler ise, insanın kurban edildiği insanötesi amaçlar haline dönüşür. Hindistan’dan sürülen alt sınıftan Aryan kabilelerin İran yaylalarında bir asabiye yaratarak Hindistan’la savaşa tutuşmasının teolojisi olarak Zerdüştlük, bir süre sonra kötülük tanrısı (Angra Manyu-Ehrimen) olarak tanımladığı Hind üst kastını evrenselleştirerek, kendisi dışındaki her şeyi Ehrimenin (şeytanın) dünyası olarak görmeye başlamıştır. Şeytanı ötekileştirmek ve kötücül tanrı halinde algılamak, yani kötülüğü dışarıda, başkasında, tarihte ve evrende aramak, Zerdüştlüğün insan bilincine yaptığı bir eklentidir. Başlangıcı, sonu, bitiş noktası olmayan ezeli çatışma ve mutlak öteki-düşmanlık içeren bütün din savaşlarını, sınıf savaşını, politik savaşları, Siyonist Yahudiliği, haçlılığı, milliyetçiliği, rahatlıkla Zerdüştlüğün galerisine ekleyebiliriz.
Roma metafiziği: mutlak Düzen
Bunun dışında ne vardır? Aristo ve Mısır-Roma düzen teorisi. Zerdüşt teolojinin iki karşıt gücün ezeli çatışmasına dayanan kaos evreni, Mısır-Roma geleneğinde mutlak düzen fikriyle aşılmış görünmektedir. Evrende, doğada ve insanlar arasından süren her tür çatışma, mutlak bir otorite ve o otoritenin katı yasaları sayesinde çözülür ve düzen egemen olur. Mısır-Roma geleneği, doğada kaosun içinde bir düzen görür ve aynısını insana uyarlar. Aslan aslandır, aslanlığını yapar. Fare faredir. Tilki de tilki. Herkes yerini bilir ve hak ettiğini alırsa, çatışma olmaz. Herkes nasibini alır. Aslan tarafından parçalanmak doğanın düzenidir ve ceylana düşen aslanın insafını beklemeden kaçmaktır. Yakalanırsa akıbetine razı olacaktır. Adalet, budur. Doğanın döngüsü işte bu düzen sayesinde gerçekleşmektedir. İnsanlarda böyle bir düzen kurarak adil bir ortamda yaşayabilirler. Köle doğan, iyi bir köle olmaya çalışmalıdır. Soylu doğan ise iyi bir soylu olmalıdır. Kötülük kölenin soylu olmaya kalkmasından, ya da soylunun kölece işlere bulaşmasından doğar. Çünkü düzen bozulur ve kaos böyle başlar. Paganizm yani çok tanrıcılığın özü, doğadaki ve toplumdaki tüm güçlerin, iradelerin tanrısal bir otorite gibi kabulü, onlara itaatin ise dirlik ve düzenin temeli olarak onaylanması demektir. Yani çok tanrıcılık göklerde yerlerde birden fazla allah olduğu inancı değil, doğa ve toplum güçlerinin tümünün tanrısal birer otorite olduğu, ve bu güçlerin ayrı ayrı varlığının onaylanmadı, her birine kendi gücü oranında itaatin ise zorunlu görülmesi demektir. mesele tanrı sayısı değil, tanrısallık, kutsallık, efendilik, hiyerarşi, imtiyaz ve istiğna alanlarına boyun eğmek, yani kul-köle bilincidir. Bu metafizik, binlerce yılın zorba ve baskıcı ekonomi-politik geleneğinin ürünüdür ve özünde tanrı adına insanı köleleştirmek vardır. Aslında Babil ve Mısır’da başlayan köle emeğinin toplumsal gelişim için kullanımının organize edilmesi süreci, M.Ö. 6.yüzyıldaki Pers istilası sonrası İtalya’ya taşınan Mısır elitleri eliyle kurulan Roma’da daha da geliştirilmiş, hukukileştirilmiştir. Bu kölecil düzenin en organize, en donanımlı ve uzun sürmüş deneyiminin kökeninde Mısır-Babil matematik geleneği, Akdeniz korsanlığının ticari birikimi ve askeri tarım politikasının zora dayalı hegemonya biçimi vardır. Roma, Avrupa ve Akdeniz egemenliğini, güneyli korsanlar-Kartaca- ve kuzeyli barbarlara-germenik/kelt kavimlere- karşı yürütülen savaşlar içinde pişirmiştir. Roma, hukuku ile meşhurdur çünkü bu zora dayalı egemenliğin yasalaşması ve bu yasaların kalıcı bir hukuk usul ve esasına dönüşmesi, Roma icadıdır. Sorun bu hukukun içeriği değil, bizatihi mevcut düzenin hukuk yoluyla gönüllü rızaya dayalı bir düzene kavuşturulmuş olmasıdır. İmparatorun, kralın, sultanın, beyin, paşanın, devletin, kanunların, komutanların, kahramanların tanrılaştıruılması, insan çoğunluğunun kullaştırılmasının sonucudur ve Roma paganizmi, bu tarihsel insani trajedinin en tipik örneğidir.
Tarihin Göç ritmi
Mısır-Roma ve İran-Zerdüşt düşünme biçimleri, adeta Çin ve Hindistan’ın iç fraksiyonlarının çatışması gibidir. Her iki kavrama tarzı da, Çin ve Hind’den doğmuştur. Çünkü bugün olduğu gibi tarih boyunca da Çin ve Hind coğrafyaları adeta insanlığın nüfus deposudur. Ve tarihsel ritm, ortalama bin yılda bir bu kıtaların dışarıya nüfus transferiyle atar. Gerçekten de bilinebilen tarih içerisinde, milattan önce binli yıllarda, miladi 0 (sıfır) tarihlerinde ve milattan sonra binli yıllarda, adeta ritmik bir zamansallıkla doğudan, Çin ve Hind havzasından çok büyük kitlesel göçler olmuştur. Büyük iç savaşlar, kıtlık ve çeşitli çelişkilerden beslenen bu göçler, uzun zamanlar tarihi açısından bakıldığında bin yılda bir büyük patlama halinde gerçekleşmekte ve ardından yüzlerce yıl boyunca da artçı göçler devam etmektedir. Bu tarihsel ritm dönemleri sonrası büyük savaşlar, kalıcı imparatorluklar, büyük dinler veya felsefi öğretiler doğmakta, sonrasında ise bu doğumların sonuçları daha küçük çelişki ve çatışmalar halinde sürmektedir.
M.Ö. binli yılların büyük göç dalgası Hind’den İran, Hazar havzası ve Basra civarına, daha sonra Ortadoğu ve Anadolu-Balkanlara uzanan uzun süreli bir dalgadır. Bugünkü İran, Kürt, Arap,Ermeni, Kafkas halklarının bazılarının ilk ataları işte bu göç dalgasının ürünüdür.Yine miladi 0(sıfır) tarihlerinin öncesi ve sonrası boyunca yine büyük bir göç dalgası olmuştur. Çin havzasından Hunlarla başlayan akınlar bu defa Rus steplerine, Avrupa ve Balkanlara çok büyük bir nüfus taşımıştır. Bugünkü Balkan halkları, kuzey Avrupalılar-özellikle germenik, keltik halklar ve slavlar,- bu göç dalgasının ürünüdür. Miladi binli yıllar ise bugün Türkler ya da Moğollar olarak isimlendirilen Çin havzası halklarının son büyük göç dalgasına sahne olmuştur. (Bu tarihsel ritmin şimdi bininci yıllarındayız ve Çin ve Hind havzasından tekrar büyük bir nüfus transferinin eşiğindeyiz.)
Doğu’nun iki düşünce arketipi; Çin ve Hind
Yeniden konumuza dönersek; tarihte maya tutmuş en temel iki düşünme biçimi olarak düzen fikri, Hint ve Çin üst kastının, kaos ve kurtuluş ise alt kastların teolojik dilidir. Bu iki ana düşünüş biçimi, büyük göçler ile İran-Babil-Mısır havzasına taşınmış ve birer Mısır kolonisi olan özerk Yunan sitelerinde kavramsallaşmıştır. (Bunun dışında Yunan’a ait bir felsefe ya da keşif yoktur. Yunan, sadece etrafında olan biten, konuşulan, dile gelen her şeyi tasnif ederek kaleme almış, kavramlaştırmış ve bize aktarmıştır.)
Hint ve Çin kabilelerinin iç savaşının büyük göçler yoluyla taşındığı bu bölgede, M.Ö. 2000’li yıllardan itibaren bugüne kadar Sümer-Elam, Hitit-Mısır, Pers-Yunan ve İran-Roma savaşları olarak devam etmiştir.
Felsefi planda, Platon Hind-İran’ı, Aristo ise Mısır’ı temsil eder. Platon felsefesi üst kastın ideal düzenini, Aristo ise orta sınıfların rasyonel düzenini temsil eder. Platonun Pers istilaları sırasında öldürülmesi, Aristo’nun ise Mısır ordusu komutanı olan İskender’e danışmanlık yapması tesadüf değildir.
Bu savaş tarihi, insanın insanlaşma çabasının da tarihidir ve içinde insan-beşer savaşını da barındırır. İbrahimi tevhidi mesajın bu düalizm ve düzen fraksiyonları, günümüze kadar gelen iki ana felsefi-politik kurgunun kökenidir.
Göçebe ve kent
Uygarlaşmanın iç çelişkileri olarak da tanımlanabilecek olan bu jeopolitik çatışmaların bir başka okunma biçimi ise, göçebe ve yerleşik savaşıdır.
Tarım devrimi denilen neolitik çağa geçişle birlikte, göçebe komünlerle köylü komünlerin çelişkileri başlamıştır. Bu, bugünde süren ve tarihin en köklü çelişkilerinden biridir. Göçebelik, ya da antropoloji diliyle söylersek, avcı-toplayıcı-çoban topluluklar, Klan düzeyinde kan bağına dayalı asabiye, anacıl-doğacı-animist inanç biçimi ve ortakçı mülkiyet anlayışına sahiptir. Köylüler ise, toprağa bağımlı ve aşiret-aile düzeyinde kan bağına dayalı asabiye, özel mülkiyet ve otoriter kişi tanrı veya tanrılar telakkisine dayalı inanç biçimlerine sahiptir. Göçebe topluluklar, yerleşik toplulukların hasadına el koymaya, yerleşik topluluklar da göçebeleri dışlayarak ve aşağılayarak yaşam alanlarına sokmamaya çalışır. Çelişkinin özü budur. (Bu çelişki, göçebeleri göçmen, yerleşikleri ise metropoller olarak okursak, halen sürmektedir)
Arkeolojik bulgular, tarihin motorunu çeviren bu çatışmaların, büyük çaplı göçler ve savaşlar yoluyla uygarlık sentezlerine yol açtığı gibi, büyük yıkımlara da neden olduğunu kaydeder. Bütün büyük Peygamberler ve dinler, bu büyük göç ve savaşların yarattığı bunalımların içinde doğmuştur.
Marksist okuma, göçebe komünleri ortakçı-komünüzan- üretim biçimine, yerleşik uygarlığı ise özel mülkiyetçi-bireyci komünün üretim biçimine örnek verir. Ali Şeriati’de, Habil’i ortakçı-çoban, Kabil’i ise bireyci özel mülkiyetçi köylü olarak tavsif eder. Marksizmin bu çatışmayı sadece sınıf savaşı olarak okuması, tarihin ve insan gerçeğinin diğer boyutlarını bu çelişkiye indirgemesini, yani finalde varılan kaba materyalizm ve kaba ekonomizm batağına düşmesini kolaylaştırmıştır.
İkiye bölünmüş ‘Bir’: İyi ve kötü
Burada, insan-beşer kavramlaştırmasına yeniden dönelim;
İnsan ve beşer…tek bir varlığın iki yönüdür. İkiye bölünmüş bir’in(Ademin) çelişkisidir. Adem, bir erkek değil, henüz ikiye bölünmemiş bir insan tözünün adıdır. Önce kadın ve erkek olarak, sonra insan ve beşer olarak ikiye bölünmüştür. Bütün diğer bölünmeler buradan doğmuştur. Dişi ve eril bölünmesi, bitimsiz bir çoğalmayı, türün devamlılığını yani biyolojik ölümsüzlük çabasını, insan ve beşer bölünmesi ise aynı ölümsüzlük arzusunun tinsel düzeyde sürmesini ifade eder. İnsan ve beşerin iyi ve kötü insan imgeleri olarak temsilini, Habil ve Kabil söylencesinde görürüz..Bu iki kardeşin kavgası, iyi ile kötünün savaşı olarak okunabilir, Göçebe ve yerleşik savaşı olarak da okunabilir. Ortakçı-bireyci komünün savaşı olarak da, Uygar-barbar savaşı olarak da..okunabilir. Ama unutulmamalıdır ki, daima her iki tarafta insan da vardır, beşer de…tıpkı her bir insanın içinde olduğu gibi..İşte bu nedenle, tarihte, sınıf savaşının ötesinde, insan-beşer savaşı, insanın var oluş kavgası ve insanlaşma çabasının trajik iç savaşı vardır. Sınıf savaşını bu varoluşsal boyutlarını atlayarak analiz etmek eksik bir okuma biçimidir.
Bu noktada, klasik evrimci bakışı aşmaya çalışan sol içi tartışmaları da hatırlamakta fayda var.. Pozitivist evrimcilerin, evrimi, canlıların ilkellikten insana doğru mükemmelleşen bir piramit olarak tasarlamasının aksine, Sovyet Rusya’da bir grup bilim adamının canlıların evrimini, tek hücreli canlılardan başlayarak çoğalan, çeşitlenen bir sonsuza yürüme olarak gören tartışmalar yürütmüştü. Pozitivist evrimcilik, insanı tanrılaştırma telakkisi ile geri kalan canlıları ve tanrılaşamayan insanları doğanın çöpleri olarak görme noktasına geldi. Oysa evrim teorilerinin –Sovyet bilim adamlarının da aradığı şekilde- aslı, ters çevrilmiş bir canlılar piramidi tasarımına dayanmaktaydı ve bu biyolojik tasarım doğadaki canlıların her birinin mukaddes görüldüğü, her birinin diğerine karşı sorumlu, bağımlı ve vazifeli kılındığı, insanın ise bu sorumluluğun en üst noktası manasında eşref-i mahlukat veya kamil insan olma çabasının hakikat arayışı addedildiği İslam felsefesine modern bir maddi temel oluşturabilirdi. Ne var ki, bilimcilikle bilime tapma, olgusal düşünmeyle olguculuk, maddi nedenlerin analiziyle maddeciliği bir birine karıştıran batılı mezhepler, hakikat arayışını insanlaşma amacından bağımsız bir insan düşmanlığı ya da dehümanizmin aracı haline dönüştürdü.
Dinsellik ve din
Bir insan telakkiniz yoksa, daha doğrusu, ulaşmak istediğiniz etik amacın özünü aşkın bir telakki içerisinde kavramamışsanız, insana dair her söz boştur. Bu nedenle dinler önemlidir ve dinler, Hikmet Kıvılcımlının ifadesiyle, yalan söylemez. Çünkü dinler, insanın bilinçaltıdır. İnsanın iç savaşının tarihini dinsel söylencelerden okuyabiliriz, dinler sayesinde hakikate dair ışığı yakalayabilir ve bugünün ve geleceğin sorunlarına ışık tutabiliriz. İnsanların dinselliğe bu kadar sıkı sarılmasının nedeni, ergin olamamaları, cehalet, egemen sınıfların güdülemesi ya da çarpık tarihsel bilinçten dolayı değildir, aksine dinsellik, insanı erginleştirir, bilinçlendirir, kendisi ve doğa üzerine, geçmiş ve gelecek üzerine düşünmeye zorlar, insanlaşma hedefini idrak ettirir ve bilincini şekillendirir. Dinsellik, bütüncül görme biçimidir. Ekonomik, politik, felsefi, ahlaki sosyolojik, psikolojik, kozmik…bütün görme biçimlerinin toplamına dinsellik diyoruz..İnsanlaşma, yani akletme, ancak dinselliğin derin ve engin görüş açısıyla mümkündür.
Bu manada, insanın akletme ve kendisinin efendisi olma yani insanlaşma çabası bizatihi dinsel bir konudur. Bu o kadar böyledir ki; insan yanı ağır basan, yani hiçbir karşılık beklemeden fedakarca mücadele eden dinsiz Marksistlerin son derece mütevekkil, mütevazı, ve bilgece kişilik sahibi olmasının nedeni de, davalarına dinine bağlı bir mümin gibi bağlı olmaları nedeniyledir. İnanmış insan tipi, dinselliğin ürünüdür. Dinsellik, insanın içkin ve aşkın hakikate sarılarak var olma çabasını ifade eder.
Dinselliğin çarpıtılmış sahte bilinç olarak görülmesi, dinselliğe değil, bu görüş sahiplerine çok şey kaybettirmiştir. Ama şunu da eklemekte fayda var; yozlaşmış dinsellik olarak kurumsal dinlerin; paganizmin, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın kökten bir eleştirisini yaparak sahneye çıkan İslam’ın kendisi de zaman içinde bir tür yozlaşmaya uğramış, kurumsal din haline dönüşmüştür. Kurumsal din, dinselliğin çarpıtılmış biçimidir. Din’in İnsanı insanlaştırmaya dönük klavuz rolü, kurumsallaştıkça insanın beşer yanına taviz veren psikolojik ve politik bir araca indirgenerek ortadan kalkar. Kitlelerin sonu gelmez arzu ve ihtirasları zamanla din perdesi arkasına saklanarak çarpık bir ahlaka dönüşür. Yine iktidarlar da, son tahlilde dinsel bir kurum olan devletin varlığını din perdesiyle arzuladıkları tahakkümün aracına dönüştürürler. Din adamları sınıfı ve dokunulmaz dogmaların tutucu yorumu gibi iki temel özelliği ile kurumsal din, Din’in tarihsel bir maraza dönüşmesi demektir. Burada, din ve dinsellikle, kurumsal dinleri özenle ayırmak şarttır. Aksi halde Marksizmin düştüğü yanlışa düşmek kaçınılmaz olur.
İbrahimi gelenek; Tevhid
Konuya dönersek; Zerdüştlük ve Roma’nın birbirini bütünleyen ama birbirinin eleştirisi de olan kaos ve düzen teorilerinin İbrahimi özlerine inerek ve bir üst terkiple aşılmasını, yani sırat-ı mustakimi (doğru ve orta yolu) gösteren İslamiyet, jeopolitik olarak da İran ve Roma’yı yıkmış, insanlığın, kaos veya düzen teorileri adına kurban edilmesine son vererek, Eşref-i Mahlukat olma şuuru vermiştir. Bu şu demektir; Kuran’da yaratılış prologunda, Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını söyler.. Bütün melekler itiraz eder. Allah, siz bilmezsiniz ama ben bilirim, der. Melekler, “yeryüzünde kan dökecek, bozgunculuk çıkaracak birini mi yaratacaksın” diye itiraz etmiştir. Yani, yeryüzünde beşer halinde gelişmiş bir hayvan türü vardır. Allah ona ruhundan üfleyerek, insanlaşmasını, yani akletmesini ve görmesini sağlayacaktır. Böylece insanlaşan beşer, yaratılmışların en üstünü olacak, aleme nizam veren ve bunu yaptıkça insanlaşmasını tamamlayan ve ebedi yaşam hakkını kazanan bir tür olacaktır. Sadece İblis sözünde inat eder, ve İnsana itirazını sürdürür. İblisin itirazı insana verilen bu fırsatı kıskanması ve kibirlenmesi nedeniyledir.
Bu anlatımda, melekleri evren ve doğada insana uyum sağlayan yani biat etmiş olan tüm varlıklar-canlılar, doğa yasaları, atomlar, vb-, iblisi de insana itiraz eden, insanı yoldan çıkararak, insanı insanlığından uzaklaştıran her şey -mülkiyet,iktidar,altın,tahakküm,cinsel sapkınlık,bencillik,yalan,cinayet,zulüm- olarak okursak, durum şudur; İslamın insan telakkisi, ne Zerdüştlük ve Yahudilikteki gibi tanrının askeri, çocukları olan seçilmiş ve kurtulmuş yaratıklar, ne de Roma ve Hristiyanlıktaki gibi, tanrının yeryüzündeki kutsal temsilcilerine bağımlı yaratıklar değil, kendi seçimleri, eylemleri ve günahlardan kaçınma(takva)sıyla hürleşen, hürleştikçe kendi varlığını oluşturan şahsiyetli bir varlıktır. Kuran’da iblis-şeytan, tanrının karşıtı değil, insanın karşıtıdır. Bu manada, Zerdüştlükteki gibi evrende iyilik ve kötülüğün iki karşıt tanrısı yoktur. Evrenin ve her şeyin tek bir mutlak iradesi vardır. Yine Hristiyanlığın şeytanı gibi, öteki, başkası, yabancı olan değildir İslamın şeytanı. Bizatihi insanın içinde, beşer yanında saklı bir eğilimdir şeytan. Dolayısı ile, kurumsal dinlerin bütün dogmalarına karşın İslam, İbrahimi geleneği dirilterek, insanı özne haline getirmiş, hem tanrı ve tanrıların kölesi, ergin olmayan çocukları, çatışma alanı olmaktan çıkararak hür ve akleden bir şahsiyet olarak tanımlamış, hem de başkasını, ötekini, yabancıyı şeytanlaştıran, yani diğer insanları bir şekilde düşmanlaştıran teolojik sapmayı ortadan kaldırarak, zalimlerden ve nefsinizden başka düşman yoktur demiştir. İslam, zalimlerle savaşa küçük cihad, nefisle savaşa ise büyük cihad der. Çünkü gerçektende, son tahlilde her bir insanın kendi içindedir her tür zalimlik…
İslam bağlılarının İslam tarihi boyunca bu öğretiye ne kadar sadık kaldıkları, Musevilerin Musa’ya, İsevi’lerin İsa’ya, Marksistlerin Marks’a ne kadar bağlı olduğu gibi, çetrefilli bir konudur. Ama şu kesindir; İslamla birlikte, İran-Roma savaşları son bulmuş, insanı düşkünleştiren ve ezilenleri kaderine razı eden pagan ve animist teolojiler yenilmiş, Araplar, İranlılar, Hintliler, Türkler, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Balkan halkları, Asya ve Afrikalılar, İslam sayesinde insan olma muamelesi görmeye başlamıştır. İnsan şahsiyeti, insanın aziz ve üstün olduğu, cana kıymanın, yalanın, talanın, tecavüz ve zulmün kerih görüldüğü, en azından bu insan ahlakının bir ölçü haline geldiği çağlar yaşanmıştır. Evet, binbir türlü zulümler işlenmiş, zalimler peydah olmuştur. Ama bütün bunlar tarihe ve Müslüman toplumların hafızasına daima zulüm olarak kaydedilmiştir. Çünkü İslam bu halklara bir insanlaşma ölçüsü vermiştir.
İslamın bu orta yolu, aydınlık ve karanlığın, iyilik ve kötülüğün çatışmasını bir üst terkiple aşmanın ifadesidir. Bu çelişkinin aşılması şu demektir; Tarihin, insanın, varoluşun en temel sorunu olan ontolojik, sınıfsal, afaki ve enfüsi çatışmaların çözümünü, insanın özgür eyleminde, özgürleşmenin kuracağı somut bir denge ve ahenk (adalet) içerisinde, yani özgürlüğün adaletinde aramak demektir. Bu anlamda, tevhid, makro ve mikrokozmosun yani afaki ve enfüsi evrenin matematiğindeki yüksek soyutlama düzeyidir ve ancak bu soyutlama yeteneğiyle beşer insanlaşır, özgürleşir ve adaletin nöbetini tutacak sorumluluk düzeyine ulaşabilir. Din’in, yani İbrahimi geleneğin ve son halkası olan İslamın tarihsel manası da işte bu düzeyi korumaktır.
Zerdüştlük, yani aryan düalizmi, adaleti, kerameti kendinden menkul bir iyi(cil tanrısal) varoluşun, tanımı keyfi faktörlerle yapılmış kötücül güçlerle bitimsiz çatışmasının armageddonun da arar. Özgürlük, bitimsiz çatışma diyalektiği içerisinde muhalif olmaktır ve adalet bu çatışmanın finalindeki hayali bir cennette gerçekleşecektir. Zerdüşt mayalı tüm dini, mezhebi, ideolojik akımlar, bu nedenle bitmek tükenmek bilmeyen bir muhalefet, mücadele, çatışma, memnuniyetsizlik, olumsuzlama, reddiye yani kemikleşmiş bir negatif enerji boşalımını ifade ederler. Düşman, daima başkasıdır ve mutlak bir iyi nin seçilmiş insanları, kavmi ya da tarafı olmanın sorgusuz haklılığı içerisinde gerçeğe kapanmanın körlüğünü temsil ederler. Kötü bir dünyanın kurbanları olma psikozuyla, daima bugünü takiye içerisinde saklanarak, çok kimlikli maskelerin arkasında farklı yaşamsal varoluşlar geliştirerek yani batıni yorumlarla, gizli, saklı, sırlı inanç dünyaları içerisinde yaşarlar. Bu nedenle adalet, özgürlük, mutluluk hep o belirsiz gelecektedir ve ona ulaşmak için bir kurtarıcı-redeemer/mesih/mehdi- beklenir. Aryan-zerdüşt zihnin modern versiyonları her din, ideoloji ve mezhep içerisinde kendini farklı üsluplarla devam ettirir. Bu metafiziğin tanrısı tamamlanmamış-eksiktir ve ancak çatışmanın sonunda varoluşunu tamamlayacaktır. Bu nedenle zerdüştlük, insanları (iyi)tanrının yardımcıları ve (kötü) tanrının şeytanları olarak ayırır. Zerdüşt tanrısı yani güneş; aydınlık, ışık, nur ve ateşle sembolize edilir ve sadece ‘aydınlananlar’ doğru ve haklıdır. Bu inanç, grup asabiyesi, ırkçılık, kavmiyetçilik, partizanlık, cemaatçilik, dincilik gibi insanlığı bir şekilde bölen, ayıran, ötekileştiren her tür anlayışın kökeninde saklıdır. Bu bakıştan evrensel, tarihsel ve insani bir bütünsellik, cihanşumulluk, deruni bir özgürleşme ve adil bir idrak asla çıkamaz. Kurumsal dinlerin batıni-rafızi yorumları, sol-marksist ideolojiler ve nasyonal sosyalist-milliyetçi akımlar, özünde zerdüşttür.
Roma pagan metafiziği ise, adaleti, düzen adına kurulan denge olarak tanımlar ve efendi-köle diyalektiğini otorite-itaat hukuku içerisinde massetmeyi düzen olarak tanımlar. Devlet, ordu, yargı, kanun ve din, Roma pagan metafiziğinin temel taşlarıdır. Bireysel ve toplumsal varoluş, ilahi/tabii düzen fikriyle şekillenir. Olanın olduğu gibi kabulü, mevcudun ilahi bir sonuç olarak yorumlanması ve bunun bozulmasının (kaos) şeytan olarak değerlendirilmesi Roma düzen fikrinin özüdür. Tanrısal olan, düzenini yeryüzündeki temsili yani kutsal bir hiyerarşi üzerinden sağlar ve devlet, hükümdar, seçilmiş üst sınıflar, din kurumları ve din adamları, yöneticiler, bu doğal/doğuştan hegemonyanın sahipleri olarak ilahi bir misyonla mükelleftir. Bu nedenle devlet, yargı, kanun, insanların mutlak itaatini rasyonel gücüyle, kurumsal dinler ise aynı itaati manevi gücüyle temin etmenin araçlarıdır. Varolanı korumak, özünde efendi-köle düzeninin devamına bağlıdır ve bu metafiziğin tanrısı, insana hükmetmenin adıdır. Mutlak hükmedici, otoriter, pederşahi tanrı telakkisi, kullarından sorgusuz itaat bekler ve uymayanları sert bir şekilde cezalandırır. Kaos, anarşi, itiraz, sorgulama, muhalefet, şeytan işidir ve ödül-ceza sistemi, dünyada yasalar yoluyla öte dünyada ise ilahi yargıyla tanrısal bir düzen kurma tekniğidir. İnsan ise efendiler ve köleler olarak iki sınıftır ve adalet, işte bu sınıflar arasındaki kadim dengenin korunması, mutlak itaat yoluyla insanların düzene kavuşması ve mutluluğun bu düzen içerisinde aranması demektir. Roma pagan metafiziği, kurumsal dinlerin ana gövdesi-ortodoks yorumları-, sağcı, milliyetçi, devletçi ideolojiler ve modern liberal-kapitalist düzenin metafiziğidir.
Adalet, mülkün (devletin), Özgürlük, adaletin anasıdır
Tevhidi-İbrahimi gelenek, işte bu kadim Zerdüşt ve Roma metafiziğinin aksine, adaleti eşitlik ve hürriyet temelinde düzen kuran bir ilkeye dönüştürmenin adıdır. Tanrı, her an yaratan ve yarattıklarından münezzeh aşkın ve içkin bir varlıktır. Evrenin kozmik düzeni, tanrının yasalarıdır ve yaşam bu yasaların hareketidir. İnsan, kendi varoluşunun künhüne varma donanımı olan sorumluluk sahibi bir varlıktır ve özgür iradesi, bu sorumluluk derecesiyle belirlenir. Allahı yarattıklarından tenzih etmek, iyiliği de kötülüğü de insanın özgürlük ve sorumluluk sorunu olarak görmektir. Allahı birlemek ise, yüksek bir soyutlama çabası olarak, her tür varlığı eşit derecede yaratılmış kabul etmek yani hiçbir yaratılmışa tanrısallık, kutsama, ayrıcalık, perestij payesi vermeden, eşit görerek uluhiyet ve rububiyeti yalnızca Allaha has kılmak demektir. Bu idrak, insanın kendi varoluşunun, evrenin, doğanın, tüm canlıların, tüm insanların varoluşunun künhüne varma çabasının kendisini temel alır. Bu nedenle tevhid, özgür iradelerin kazandırdığı haysiyet ve şahsiyetle yaşamın bütünsel akışına katılmak, diğer yaratılmışlarla eşit ilişkiler kurmak, yaşamanın sorumluluğu ile sorunların çözümünü ibadet telakki etmektir. İbrahimi/tevhidi gelenek için adalet, insanın çabası, mücadelesi, uğraşı ile elde edilecek bir menzildir. Özgürlük ise, bunu sağlayan temel varoluş dinamiğidir. Ancak özgür insanlar, özgür düşünebilen insanlar, özgür bir şahsiyeti olabilenler adaleti temin edebilir. Bu nedenle, insanlığın bütün kadim iç savaşları, Ademin nefsiyle savaşı, İnsan-beşer savaşı, efendi-köle savaşı, göçebe-yerleşik savaşı , insanın özgürleşme dinamiğinin yani kendi iradesiyle kendini var etmesinin, kendinin efendisi olmasının, tanrının bu ilahi misyonunun gerçekleşme araçlarıdır. Bu nedenle tevhidi metafizik, insanı önemser, insanın özgür iradesini önemser, o iradeye ipotek koyan her şeyi reddeder, insana tahakküm eden her tür tanrıya isyan eder. Sadece Allah vardır ve sadece ona hakkıyla ibadet edilir.(O’nun insanın, doğanın, tüm canlıların hayrına olan kozmik yasalarına ve öğütlerine saygı duyup itaat edilir.) Çünkü gerçekte sadece onun yasaları vardır ve başka bir seçenek bile yoktur. Bunun idraki, tanrısal olanla insani olanın birlikte kavranmasını gerektirir. Allah, Ademe ruhundan üflemiştir ve Ondan başka bir ilah yoktur. İnsan ise henüz eksiktir ve noksanlıklarını tamamlamak için kendine hükmeden herşeyi biteviye reddederek bağımsız bir varoluşu kazanmakla mükelleftir. İnsana tahakkümün biteviye reddi, bireysel ve toplumsal düzenin hakkaniyet, eşitlik, doğruluk ve makuliyet esasları üzerine kurulmasının önşartıdır. Bu anlamda, özgürlük, adaletin de temelidir.
İşte bu özgürleştirici adalet çabası nerede ve ne adına yapılırsa yapılsın, müslümanca bir çabadır. Dolayısı ile, insanı beşer yanını yenerek insanlaştıran her tür eylem, düşünce ve yol, İslam’ın yoludur. İcra edenlerden bağımsız olarak, nerede doğru bir iş, haklı bir tavır, insani bir eylem, vicdani bir duruş, insana hizmet edip yücelten, tahakkümü engelleyen, insanın yolunu açan, insanı aziz kılan bir politika varsa o İslamdır. ‘Adalet ve iyiliği üstün tutun’ ayeti, bu demektir. Müslüman, kimliğine bakmadan bütün zalimlere itiraz eder, bütün mazlumlara destek olur. dinine, mezhebine, ideolojisine bakmadan, bütün doğru, iyi, güzel, haklı, insani eylemlere destek verir. Her koşulda, her yerde, her insan için adaleti ve iyiliği ister, bunun mücadelesini verir. çünkü tevhid telakkisi bunu gerektirir. Kendini, aşiretini, kavmini, dinini, mezhebini, partisini üstün tutmak, zerdüştlüktür. Güç sahiplerinin, devletin, paranın, makamların, egemen kültürün, moda olmuş yaygın alışkanlıkların boyunduruğunu kabullenmek, zamana ve zemine göre bu hegemonya araçlarının yolundan gitmek ise gönüllü kulluktur ve Roma paganizminin köleciliğidir.
Ne pahasına olursa olsun, bütün insanlar içinde ve bütün insanlar için, adalet ve iyiliği savunmak ise İbrahimi/tevhidi/hanif İslamdır. Beşer eksikliğinden arındıran bu tevhidi ahlak, insanı insanlaştıran, yani özgürleştiren gerçek bir hakikat yoludur. Bu nedenle İslam son dindir ve bir şekilde kurumsallık belasını aşarak, bu özüne uygun bir silkinmeye muhtaçtır. İşte o zaman, adalet, özgürlük ve iyilik uğruna serdedilen tüm düşünce ve eylemin sırat-ı müstakim yani İslam demek olduğu gerçeği daha iyi anlaşılacaktır.
- ahmetozcan
- 25 Haziran 2018
- 0 Comment