‘Tanzimatta ‘gavura gavur’, Lozan’da ise milletimize ‘Osmanlı’ demek yasaklandı!
Adana’da yayımlanan Edebi Müdahale dergisinin Ahmet Özcan’la Temmuz sayısı için yaptığı söyleşi:
‘Davası Olmayan Adam Değildir’ adlı eserinizde “Devleti ve milleti gerçekten adalet ve özgürlük şiarıyla yeniden formatlayacak bir akil Müslümanlık devrimi şarttır.” diyorsunuz. Bir başka yerde de “Tevhidin toplumsal sonucu adalet; bireysel sonucu özgürlüktür.” şeklinde bir tespitini‘z var. Bunları biraz açmakla başlasak sohbete?
-Müslüman dünyanın 300 yıldır batıya cevap yetiştirme kompleksini atarak, insanlığın kadim değerlerinin özü olan adalet ve hürriyet kavramları etrafında bir dünya tasarlaması gerekiyor. Bu kavramların temeli tevhid akidesidir. Zira insanlık tarihi animist-pagan beşer algısıyla, insanı insanlaştıran yüksek soyutlama düzeyi olan tevhid inancı arasındaki derin çatışmayla doludur. Hz. İbrahim, büyük Akad imparatorluğunun bu iki kutup arasındaki iç savaşını ifade eder. Ve insanı, halkları, hakikati ‘bir’leme, çokluk içindeki ‘Bir’i görme, yaşamın özündeki sonsuz olana ulaşma yolunu idrak etme anlamında tevhid telakkisini temsil eder. İşte bu savaştır tarihsel ve evrensel olan. Ve Müslümanlık bu savaşta İbrahimi yolun devamı ve son adıdır. Ama bu savaşı başka isim veya üslupla sürdüren, yani insanlığın kadim özünü, değerlerini farklı ideolojik veya fikri çerçeve içinde savunan her dava da aslında Müslümanların davasıdır. Dünyanın neresinde bir adalet ve özgürlük hareketi varsa, bir merhamet ve vicdan duyarlılığı varsa, o da İslamın ve Müslümanlığın yolundadır. Bu manada, çağımızda ‘tevhid davası’nın toplumsal ifadesi olan adaleti ve bireysel ifadesi olan özgürlüğü savunmak her müslümanın akidevi görevidir. Müslümanlar, adalet ve özgürlüklerin bekçisi olmak zorundadır. Devletler, adalet devleti, bireyler de haysiyet ve şahsiyet sahibi özgür insanlar olana kadar yani -kıyamete kadar- bu dava devam edecektir. Bu bağlamda, İslam davası diye dillendirilen davamızın adını adalet davası, özgürlük davası, insanın kula kul olmaktan kurtulma davası, halkların her tür iç ve dış vesayetten kurtulma davası şeklinde ifade etmekten de kaçınmamalıyız. Her lafın başına İslam getirmeye çalışmak, 300 yıllık batıya cevap verme kompleksinin ifadesidir ve bu nedenle Müslümanlar bu kompleksi atıp, davalarının özünü ifade eden kavramlarla konuşmayı öğrenmelidir. Adalet, özgürlük, iyilik, vicdan, merhamet, hak, hukuk, medeniyet, insanlık,…bu kavramların hepsi Allahın isimleridir ve Adem’in yolunun isimleridir, İbrahim’in davasının işaret taşlarıdır. Bu kavramları artık asıl sahiplerinin devralması ve üzerine yeni bir dünya tasavvuru inşa etmesinin zamanı gelmiştir.
Otuz yaşın altındaki genç nüfusun bir dava sahibi kılınması gerektiğini söylüyorsunuz. İnternet, televizyon, diziler, müzikler, maçlar, cep telefonları her yeri kuşatmış durumda. Gençler nasıl ‘dava sahibi’ kılınabilir?
İnsanlık, her zaman yeni nesillerle yenilenir ve eskilerin bozup fesada uğrattığı her devir, bozulmamış ve fıtrat üzre olan gençlerle yeniden hakikatin yoluna yüzünü çevirir. Bu nedenle, gençlik, insanlığın nöbetini tutmaktır ve insanlık adına bir umuttur. İnsan yaşlandıkça varolan dünyanın hegemonyasını kabullenir, şartlarına uyum sağlar, direnecek mecali kalmaz ve gerçekçi olur. Ama gençlik henüz varolan dünyanın koşullarına boyun eğmemiştir, zalimliklerini tatmadığı için korkmamaktadır ve dayatmalarına direnecek cesarete ve kararlılığa sahiptir. Bu nedenle her zaman gençlerin yetişmesi, doğalarındaki bu taze ruhun bir fikir ve dava bilinciyle pekiştirilmesi için uğraşmak gerekir. Teknolojik yenilikler, bu uğraşın daha da kolaylaşmasını sağlayacak araçlardır. İyi ki internet, TV, müzik, sinema gibi araçlar gelişiyor, bunlar davası olanlar için zannedildiğinden büyük nimetler. İnsanlara kolayca ulaşmak ve konuşmak için gelişen her teknoloji iyidir. Bugün internet olmasaydı Ortadoğu’daki gelişmelerden anında haberdar olup ona göre pozisyon alabilir miydik! Gençlerin bir dava sahibi kılınmasının en önemli yolu, erken büyümelerini yani bu zalim dünyanın koşullarına erken adapte olmalarını engellemeye çalışmak, sevilip sayıldıkları ve insan yerine konuldukları bir ortam hazırlamak, haksızlığın ve kötülüğün er geç cezalandırılacağını pratikte de göstermek, içlerindeki çocukları her daim canlı tutmak ve özgür ruhlarıyla kirlenmemiş vicdanlarını koruyacak koşulları oluşturmaktır. İnsanları illaki tek tip ve formata uyarlamaya kalkmak yanlış ve nafile bir iştir. Aksine insanların özündeki iyiliğin korunmasını sağlayacak koşulları oluşturmaya çalışmak yeterlidir. İyi kalabilmiş ve iyilik davası güdebilen her insan zaten bir dava sahibidir.
“Eski solcu kapitalistlerden sonra eski İslamcı kapitalistler türedi.” şeklinde bir cümleniz var. Sahiden de seksen sonrası (son otuz yıldır) bir ‘dindar burjuva sınıfı’ ortaya çıktı. Bu ‘dünyevileşme’ imtihanında müslümanın yapması gereken ne?
Dünyevileşme dediğimiz şey, şeytanların cirit attığı koşullara teslim olmak, Allah’tan başka para, şehvet, ihtiras gibi putlara tapmaya başlamak, ırkçılık, kabilecilik, milliyetçilik gibi cahiliye alışkanlıklarına kapılmak, içki, zina, kumar ve benzeri pagan alışkanlıklarını edinmek demektir. İnsanlığın kadim savaşı, zaten bu alışkanlıklara karşıdır. Aramızdan birilerinin sonradan saf değiştirmesi, muvahhidken müşrik-pagan bir yaratığa dönüşmesi sıradan bir vakıadır. Aslına bakarsanız, hiç kimse sonradan değişmez, herkes içindekini yaşar ve bu tür yaratıklar bir dönem –kazara- adalet ve özgürlük saflarına katılmış olsa da o dönemde dahi içlerindeki pagan genetiği –ihtiras, benmerkezcilik, zaaflarına esir olma- yok edemezler. Koşullar oluşunca bu genetikleri açığa çıkar hepsi bu. Dolayısı ile meseleye gerçekten bir imtihan olarak bakmak ve insanların farklı koşullarda içlerindekini dışarı vurmasının da hayırlı bir sonuç olarak görmek gerekir. Çünkü münafıklık küfürden daha kötüdür. Böylece her dönem kimin ne mal olduğunu öğrenme imkanımız olur.
Bir de ‘milli’ kavramına vurgu yapıyorsunuz. Epey yıpratılmış bir kelime bu. Milliliği nasıl anlamalıyız?
Fransız ihtilali kadim askeri tarım imparatorluklarını burjuvazi adına parçalayan milliyet temelli devletçikler icat etmişti. Milliyetçilik, halkları parçalayan ve birbirine düşüren bir fitnedir. Bunun panzehiri ise, sanılanın aksine evrensellik biçimleri değil, halkları ortak paydalarda bir araya getiren tarihsel ve coğrafi aidiyetlerdir. Çünkü evrensellik, bir ortak yaşam formülü değil, bir ortak insanlık ideasıdır ve tabiî ki her zaman evrenselci olmak gerekir. Ama bir arada yaşam formu başkadır. Biz her şeyden önce inanç olarak İbrahim milletiyiz. Ve bunun devamı olarak son bin yıllık tarih içinde pişerek Türk, Kürt, Arap, Boşnak, Çerkez, Arnavut, alevi, Sünni tüm Müslüman topluluklar olarak sosyal manada tek bir milletiz, artı Ermeni, Rum, Bulgar, Sırp, Yunan vb. Hıristiyan topluluklarla da tek bir devletin tebaları manasında siyasi ve hukuki olarak tek bir millet olmuşuz.. Bu bin yıllık tarih ve ortak yaşam alanımız yani vatanımız olarak Osmanlı ve Selçuklunun en geniş sınırları, bizim siyasal yaşam formumuzun asgari çerçevesidir. Dolayısı ile biz devlet, millet ve vatan kavramlarını -küresel faşist çetelerin içi boş küreselcilik iddialarıyla değil- bu tarihsel geleneğimize bakarak tarif etmeliyiz. Bu manada batı kökenli milliyetçiliğe karşı panzehirimiz milletçiliktir. Millet, bu vatanımızda bir arada yaşadığımız bütün halkların toplamına denir. Ortak kültür ve alışkanlıkları olan bütün etnik, dini, mezhebi topluluklar tek bir millettir. Halk ve Hâlık, Nâs ve Nass özünde Allah’la insanların ortak ruhunu ifade eder. Dolayısı ile biz her zaman halkın, toplumun ortalamasını ortak duygularını ve ortak iradesini ifade eden siyasi ve sosyal formülleri geliştirmeli, onlaraa yaslanmalıyız. İşte millilik, bu demektir. Halkımızın ortak iradesi, ortak yaşam ruhu ve ortak kültürel kodları demektir. Ve bu kavram milliyetçiliğin antitezidir, panzehiridir. Zira millilik, bir etnosa veya dine-mezhebe vurgu yapmaz, tabii olarak toplumda ne varsa onun ortalamasını ifade eder. Bu çerçevede milletimizin inanç ve değerlerini de, çoğulculuğunu da, misafirperverlik veya alicenaplık gibi sosyal davranış kodlarını da, haçlılara düşman olmak gibi hassasiyetlerini de millilik kavramı ile ifade edebiliriz. Mesela, Kürt kardeşlerimizin haklarını sonuna kadar savunup ta, Türk’e ve Arab’a düşman olmayan yani ayrılıkçı olmayan bir Kürt, milli bir Kürt’tür, yine Kürd’e, Arab’a düşman olmayan ama Türklüğün Osmanlı manasında tarihsel kimliğini vurgulayan bir Türk, milli bir Türk’tür, aynı şekilde milletinin selametini isteyen bir solcu veya İslamcı, milli solcu ve İslamcıdır. Bu tutumun aksi, ayrılıkçılık, şovenizm, gayrimillilik ve herodyanlık (halkına yabancılık)tır. Ortak kimlik ve kaderdaşlık olması kaydıyla, milletimiz bütün renkleri; kimlikleri ve farklılıkları içeren zengin bir çeşitliliktir ve hepsini olduğu gibi sevmek, korumak milliliktir. Son yüzyılda milletimizin ortak adının bir etnosla ifade edilmek zorunda kalması, millet algısı ve milli duygularımızı zedelememelidir. Milletimizin ortak adı aslında Osmanlı’dır. Ama Tanzimat’tan sonra gavura gavur, cumhuriyetten sonrada hepimize Osmanlı demek yasaklandığı için, bu yasağa şehvetle uyanlarla, buna itiraz edenler daima kavga etmiştir. İşte tam da şimdi bu yasağı kaldırıp, hepimizin toplamına millet diyebiliriz. Bu ‘millet’in önüne arkasına isteyen istediği kavramı ekleyebilir, ama bir şartla ki; bu aramızdan birilerini rahatsız etmeyecek bir sıfat olmalı veya hepimizin razı olacağı bir sıfat olmalı. Bana kalsa Osmanlı milleti demeliyiz derim. Ve bu manada ben milli derken Osmanlı milletinin reflekslerini kastederim.
Sık sık Karl Marks’tan alıntılar yaparak çokça ondan bahsediyorsunuz. Marks’ı Allah’a değil ama onun yasalarına iman etmiş tam bir adam olarak mı değerlendiriyorsunuz? Karl Marks algınız tam olarak nerde duruyor?
Tarihsel rolü olan ve evrenselleşmiş her isim, mutlaka Adem’den bir iz, Allah’tan bir ruh taşır. Büyük kitlelerin gönülden sevdiği her isimde mutlaka ilahi bir nefes vardır. Marks bana göre bizden, yani Adem soyundan bir isimdir ve onun davası ile bizim davamız paraleldir. Onun adına kurulmuş düzenlerin onunla hiçbir alakası yoktur. İnsanın trajedisini kendine dert edinmiş, yaşanan zalim hayata karşı insani bir düzen hayal etmiş, insanın onurunu ve emeğini çalan güçlere karşı itiraz dili geliştirmiş ve gerçekten insanı insan yapacak koşullar üzerine kafa yormuş bir derin derviştir Karl Marks. Gençler, komünistlere, solculara rağmen Marks okumalıdır, onun diyalektik düşüncesini, eleştirel dilini, praksis felsefesini öğrenmeden kapitalist-emperyalist sistemi çözümlemek ve itiraz etmek çok zordur. Marks, modern kapitalist sistemin insan karşıtı doğasını sezerek en iyi eleştiren kafadır. Marks’ı okumak, anlamak ve faydalanmak için Marksist veya solcu olmaya gerek yoktur. Hatta Marks’ı anlamamanın yolu solculuktur. Marksı bence en iyi devrimci Müslümanlar anlamıştır. En doğru Marks, Ali Şeriati’nin kitaplarında anlatılır mesela…
Biraz da edebiyat konuşalım… “Dünyanın değişik yerlerinde adalet ve özgürlük arayışlarını taşıyan akımlar var; ama henüz bunlar ‘evrensel bir dil’ ve ‘büyük anlatı’ muhtevası kazanabilmiş değil.” diyorsunuz. Fakat postmodern abiler, büyük anlatı devri sona erdi diyorlar; sanatçının dünyayı kurtaracak reçeteler sunmasını hoş karşılamıyorlar. Ne olacak bu sanatın, edebiyatın hali?
Sanat, edebiyat, insanın yaşam acısını ve trajedisini yüksek düzeyde bir soyutlama ile anlama-anlatma yoludur. Bu nedenle tarihin büyük kırılma anlarında veya toplumların en derin acıları çektiği dönemlerde gelişir. Bugün postmodern çağ dedikleri dönemin henüz başındayız ve daha bunun sanatı, edebiyatı daha ortaya çıkmadı. İnsanlığın yaşadığı bu kötü çağların anlatımı henüz dile gelmedi. Önümüzdeki yıllar hem evrensel hem de milli düzeyde büyük sanatçılar, edebiyatçılar ve eserler çıkacaktır. İnsanın iç çekişidir sanat ve er geç yine dile gelecek, konuşacaktır. Aksi, insanlığın bitişi olur.
Büyük anlatılar ise bence bir nefes alma dönemi yaşıyor. Yakında herkes görecek, insanlığın toplu kurtuluşunu isteyen büyük anlatılar mı bitti yoksa şeytanın küresel projeleri mi?
Kitlelere hitap edebilen şiir neredeyse hiç yazılmıyor. Şiir, şairin inlemelerine, hıçkırıklarına indirgenebilecek bir tür müdür? Bundan böyle örneğin bir ‘Çanakkale Şehitleri’ ya da ‘Sakarya Türküsü’ yazılamaz mı? O dili mi, o ruhu mu, neyi kaybettik?
Hikâye türünde de ‘tahkiye’ bitiyor; olaysız, kişisiz, zamansız, mekânsız, girişsiz, gelişmesiz, sonuçsuz, omurgasız, mesajsız, soyutun fevkinde soyut ‘modern öyküler’ dolaşıyor piyasada. Hisse alınabilecek kıssalarımız nereye gitti? Bunun kültürel işgalle bir ilgisi olabilir mi?
Bugün bir çok güzel eser, şiir, hikaye roman yazılıyordur elbet. Sadece piyasa her tür insani ürünü deforme ettiği ve elediği için göremiyoruzdur. Ün, şan, şöhret, medyatik olmak vb. şeytani alışkanlıklar bütün iyileri göz ardı etmemizi sağlıyor. Ama er geç hakikat, baskın gelecek, bugün yazılanlar da, söylenecek olanlar da kendine akacak mecralar bulacaktır. Tabii ki yeni yazım teknikleri, yeni ifade biçimleri gelişecektir. Eski tarzların da kendi dönemlerinde ilk defa ortaya çıkarak kendilerine yer açtıklarını unutmayalım. İllaki kaliteyi eski tarzlarda aramayalım. Her çağın kendi ifade tekniği olur ve bu çağda yepyeni yöntemlerle yazılmış şiir, hikaye ve romanların ortaya çıkması an meselesidir. İnsandan umut tükenmediği sürece, şiirden sanattan da ümit kesilmez. Önemli olan hakikat ve aşk ateşinin bir yerlerde sürekli sönmeden yanıyor oluşudur. İşte mesela bir araya gelmiş bu dergiyi niye çıkarıyorsunuz? Bu ateş sizi de yakıyor, sizde bu ateşle ısınıyor, aydınlanıyorsunuz demek ki? Hangi küresel realite, hangi piyasa sizin ateşinizi söndürebilir? Dönüp bakmayın bile sahte tanrılara..Biz’im, Adem’in çocuklarının daha çook kıssası, destanı, öyküsü yazılacak…Çünkü gerçekten yaşayan sadece biziz. Ötekiler, yani henüz insanlaşamamış beşer taifesi, ‘Biz’im taklidimizi yapıyor. Onların egemen görünmeleri bir evhamdan ibaret. Sakın onlara aldanmayın. İnsanlık sanki onları izliyor, okuyor, dinliyor gibi görünür ama gerçekten ‘insan’ olanların daha sessiz, mütevazi, silik rollerinden etkilenir. Çünkü insan olmak tek başına bütün alemin efendisi olmaktır. Bütün canlıların sorumluluğu, hayatın ağır yükü, insanın sırtındadır. Ancak bunu taşıyabilenler yaşamı daha iyi anlatabilir. Sanat, gerçek insanların aynasıdır. Bu nedenle insan var oldukça, gerçek sanat susmaz.
Kitaplarınızda (kabalık saymazsanız) ‘katılmadığımız’ ya da ‘tasrih etmenizi’ istediğimiz yerler de var. Tabi cümleleri ait oldukları bağlamdan kopartmamak gerekir; ama mesela Açık Mektuplar’da 187. sayfada “Ancak modernlik, insanın akla, bilgiye ve yeteneğine dayalı daha ileri bir uygarlık aşaması olarak, bütün insanlığa aittir.” şeklinde bir ifadeniz var. Yine 188. sayfada “Aksine, modernlik, kapitalizmin ve Batı’nın yenilmesini ve yıkılmasını sağlayacak en önemli silahtır.” diyorsunuz. ‘Modernlik’ kavramını burada farklı anladığınızı / tanımladığınızı / kullandığınızı görüyoruz. Bunu biraz tavzih edebilir miyiz?
Modernlik, yenilik demektir. Her devrin yeni teknolojisi, siyaset formları, ekonomik modelleri, kültürü, aletleri, araçları olur. İnsan, Allah’ın ruhundan üfleyip sorumlu kıldığı, emaneti devralmış şerefli bir türdür ve bu nedenle mutlak yaratıcının yaratıcılık araçlarından biridir. Hatta en önemlisidir. Evren, doğa, atomlar vb. Allahın yaratıcı araçlarıdır. İnsan ise tüm bu araçların da efendisidir ve bilinçli bir yaratıcılıkla donatılmıştır. Dolayısı ile mutlak yaratım insan sayesinde devam etmektedir. Yani evrende, doğada olmayanı bile insan beyni yaratmakta, böylece Allahın yaratma sıfatı tecelli etmektedir. Bu bağlamda bilim ve teknoloji, ilahi bir nefestir, Allahın insan beynini vasıta kılarak yaratmaya devam etmesidir. Meseleye böyle bakarsak, bilim, teknoloji ve akıl düşmanlığı da bunların putlaştırılması kadar bir tür küfürdür ve Allah’a itirazdır. Bilimin ve aklın ürettiklerinin kötüye kullanılmasından yola çıkarak modernlik düşmanlığı yapanlar, Katolik kilisesinin batılı mason burjuvazi ile kavgasını içselleştirip kendilerini sözde tanrı safında yani kilise safında bilim düşmanlığı ile konumlandırmaktadırlar. Oysa biz Müslümanların böyle bir kavgası yoktur ve aksine biz aklı olmayanın dini de olmaz, deriz, ibadetler için bile akıl baliğ olmayı şart koşarız, her kötülüğe aynı zamanda ‘akılsızlık’ deriz. Biz akla, Allah’ın nefesi gözüyle bakarız. Ama son yüzyılda batıdaki pozitivist din düşmanı akımlara bakarak Müslüman dünyada akıl düşmanlığı dindarlığın ölçüsü haline getirildi. Cahil alimler ve yarı aydınlar mevzuları tam kavramadan sözüm ona batı eleştirisi adına modernlik karşıtlığı yapmaya soyundu. Batıya küfreden her söze sarılan insanlarımız da bu cahilce fikirleri matah bir şey zannetti. Şimdi bu boş lafları bırakıp adam gibi, Müslüman gibi düşünmeye tekrar başlamalıyız. Bilim, akıl, ve felsefe, Müslüman imanının gerek şartıdır ve gerçekten akıl düşmanı birisi Müslüman olamaz..
Modernlik, dinin değil, eski tip tarımsal üretim biçimlerinin antitezidir. Yani bir tür bedeviliğin…Bu manada Müslüman dünya hızla modernleşmeli, bedevilikten çıkmalı, köylülüğü bir yaşam tarzı olmaktan çıkartıp bir mesleğe dönüştürmeli, kan bağına dayalı asabiyeler yani aşiret ve kabilecilik gibi cahiliye bağlarının yerine toplumsallık yani millet olma idrakini geçirmeli, hukuk ve adalet devletini savunmalı, bilim ve teknolojide en öne geçmeli, 21. yüzyılı inşa edecek bir uygarlık ufkuna sahip olmalıdır. Modern olmak, çağın bütün gelişmelerini içselleştirmek ve hatta öne geçmek demektir. Gericilik ise hep eskiye takılıp kalmak, yenilenememek, yeniden korkmak demektir. Bana göre aksi söylemlere rağmen mesela ülkemizin en gericileri Kemalistler, en ilericileri ve modernleri ise dindar kitleler ve İslamcılardır…Sadece piyasadaki İslamcı aydınlar, neyi niye savunduklarını neye niye karşı çıktıklarını henüz kavrayamamış kekeme bir üçüncü dünyacılık refleksinden kurtulamamıştır ve bu nedenle hala modernliğe karşı sahte muhafazakar söylemlerini sürdürmektedirler. Onlara en iyi cevap halkın yeniliklere adapte olmaktaki başarısıdır…
Deminki soruya paralel bir şey daha sormak istiyoruz: Batı uygarlığının aslında bir masal olduğunu söylüyorsunuz; ama şöyle bir faydasından bahsediyorsunuz: “Batı uygarlığı ‘yorgun, statikleşmiş ve totolojik bir tekrar içinde çürümekte olan Batı dışı dünyayı’ uykusundan uyandırıp yeniden harekete geçmeye zorladı.” Biz geleneğimizin ve mazimizin tümüyle ‘sütten çıkmış ak kaşık’ olmadığını biliyoruz; ama ilerlemeci tarih anlayışının ‘statiklik’ dediği şeye ‘dinginlik’ demeyi tercih ediyoruz. Onların ‘dinamizm’ dedikleri şeyin de aslında ‘kibirli bir cüretten’ doğduğunu düşünüyoruz. Acaba bu cümlenizde ‘ilerlemeci’ bir tarih anlayışının izleri var mı? Bu konuyu biraz açıklayabilir misiniz?
Tabii ki var. Tarih yani zaman bir manada görelidir ama bir manada sürekli ileriye doğru akar. Biz ahirete inanırız. Ahiret bilinci, insanın ve hayatın bir başlangıçtan bir sona doğru aktığına inanmak demektir. Bu son mutlak helak ve hesaplaşma içerir. Ama sonra tekrar yeni bir başlangıç vardır. Yani biz Müslümanlar, bu dünyanın fani ama kaçınılmaz olduğuna, her yapılanın bir sonu ve sonucu olduğuna inanırız. Bu nedenle daima iyiliği üstün tutup kötülükten tenzih olmaya çalışırız. Tarihe de böyle bakarız. O kaçınılmaz sona doğru giderken hayatı; kötülüklerden arındırıp iyiliği egemen kılmamız gereken bir arena olarak görürüz. Bu nedenle tabiî ki ilerlemeciyiz, ilericiyiz ve daha iyi bir dünya için mücadele etmeye inanmaktayız. Aksi halde sorumluluğumuzu yerine getiremez, pasif bir seyirci olarak yaşar ve dünyayı kötülerin kuşatmasına müsaade etmiş oluruz. Bu insan olma şerefini terk etmek demektir. İnsan olmak, zamanı sonrasına doğru akarken yönetmek, olayları tayin etmeye çalışmak, kendi kaderinin efendisi olmak demektir. Eğer daha iyi bir gelecek tasavvurunuz yoksa ve eğer bunun için uğraşmıyorsanız, Allah’a iman etmemişsiniz demektir. Allaha iman, daha iyi, daha adil, daha doğru bir dünyanın kurulabileceğine, bunun mümkün olduğuna, insanın bunu başarabileceğine iman etmektir. Batı, ilerlemeci tarih algısını İspanya Müslümanları’ndan öğrenmiştir. Yoksa dogmatik pagan kilise veya onu yıkmaya çalışan kuzeyli kuyruğu yeni düşmüş animist barbar halklar, ne anlar tarihten, ilerlemeden, ahiret bilincinden…Şimdi bize ait olan bu yüksek düzeydeki zaman kavrayışını tekrar Batı’dan alıyormuşuz gibi tartışmak ise ne acı…vah ki vah…
Davası Olmayan Adam Değildir’ ve ‘Açık Mektuplar’ en çok ses getiren iki kitabınız. Bunların haricinde 6 kitabınız daha var ama diğer eserlerinize göre bilinirlik oranları nispeten daha düşük. Bahse konu 6 kitap arasından en önemsediğiniz hangisidir? Ayrıca bu kitapların yeni baskıları mevcut mu?
Kitaplarımın çoğu 1990’larda dergilerde yazdığımız yazılardan ibaretti. Bazılarını hala yeni kuşaklara da faydalı olabilir diye gözden geçirip tekrar bastırıyorum. Profesyonel bir yazar sayılmam. Ama gerçekten aynı ruha sahip olduğum, ortak dertlerimi paylaştığım, onlar için yazmaktan ve konuşmaktan gurur duyduğum ve şükran olduğum okurlarım var. Sadece onlar için ve kendim için yazıyorum zaten. Kitapların hepsinde bu ruhla yazılmış yazılar var. Bu nedenle ayırt etmem. Ama ‘Derin Devlet ve muhalefet geleneği’ ile ‘Teolojinin jeopolitiği’ isimli kitaplardaki fikirlerin eleştirilerek tartışılmasını beklerdim. Zira ikisinde de bugün için anlamlı bir çok fikir ve iddia yer almakta.. İnşallah tekrar baskıları olacak.. Bundan sonra tartışılmasını temenni ederim.
Yazdığınız açık mektuplara baktığımızda; Ali Şeraiti için yazdığınız mektubun bariz bir ayırt ediciliği görülmekte. Oldukça lirik bir dille kaleme alınmış mektubunuz fişek gibi satırlara sahip. Siz Ali Şeriati’yi tam olarak niye önemsiyorsunuz? ‘Ali Şeraiti okuyanlarla okumayanlar arasında her zaman bir düzey, zeka ve bilinç farkı oldu’ cümlenizin ülkemiz açısından karşılığı nedir?
Ali Şeraiti, yukarda anlatmaya çalıştığımız özgürlükçü, devrimci, vatansever, akılcı ve antiemperyalist Müslümanlığın, kendine güvenen ve her şeye yukardan bakan liberter tavrın, efendisiz ve otoritesiz asi ruhun, bitmek tükenmek bilmeyen hakikat açlığının, aşk ve hüzünle dolu bir yaşam çizgisinin adıdır. Tabii ki onu okuyanla okumayan bir olmaz. İsterseniz etrafınıza bakıp ölçün!
Sormadan geçmek istemiyoruz, şu müstear isim meselesi nedir. Seyfettin Mut kimdir? Ahmet Özcan kimdir?
1980 yılı sonlarında üniversitede Aralık isimli bir dergi çıkarmıştık. Orada birkaç yazım birden yayınlanırdı ve mecburen her birine başka bir isim koyardık. Ahmet Özcan ismiyle yazılanlar daha çok ilgi görünce sonraki dergilerde de bu isimle yazmaya devam ettim. Derken baktım Kızılderililer gibi, ismim yaptıklarımla belirleniyor. Ben de bunu bozmadım. Kitapları da bu isimle basınca, olduk mu müstear yazar…Hani fıkradaki gibi, Laz müteahit boğaza tünel açma ihalesine girmiş, ‘her iki yakadan yer altına gireceğiz, bunlar ortada buluşursa bir tünel, buluşamazsa iki tünelimiz olacak’ demiş ya, bizim ki de o hesap, fikir kaygısıyla bir sürü isimle yazdık durduk, sonunda iki ismimiz oldu!!
Mavi Marmara gemisi hakkındaki düşünceleriniz nedir? Müslümanlar hamle sırasını doğru kullandılar mı sizce?
Geç bile kalınmıştı. İsrail isimli terör yuvasına karşı daha ciddi bir savaşımız olmalı. Şimdilik Gazze’nin mağduriyetine el atıyoruz. İnşallah Siyonistlere mezarlarını kendilerine kazdırmak için de gideceğiz. Yeryüzünde tek bir Siyonist köpek bile rahat nefes alamamalı bundan sonra.. Ahdimiz olsun!
Sinemayla aranız nasıl? Takip ettiğiniz bir tür, ekol ya da yönetmen var mı?
Maalesef..çok ilgisiz bir seyirciyim. Hatta 30 yılda bir defa sinemaya gittim. TV’de gözüme çarparsa film izlerim. Hepsi bu..Yedinci sanat hayranlarından özür dilerim. İyi bir entel de sayılmam zaten. Mesela hiç resim galerisi de gezmemişimdir. Tiyatroya da gitmem. Maça da..Belki kalabalık ortamları ve topluca bir şey seyretmeyi sevmiyorum. Ondandır bu ıssızlığım…
Ahmet Özcan’ın en büyük hayali nedir?
Anglo-sakson-yahudi imparatorluğunun çöküşünü, Osmanlı-Selçuklu terkibine dayalı büyük İslam imparatorluğu’nun yeniden kuruluşunu görmek…Görmeden ölürsem gözüm arkada kalır. Göremezsem; bu hedef vasiyetimiz olsun bizden sonrakilere….
Ne yapmalı sorusunun cevabı çok katmanlı bir formül gibi duruyor önümüzde. İsmet Özel ‘Neyi kaybettiğini hatırla’ diye bağırır bir kitabının kapağından bizlere. Gelecekten umutlu musunuz? Gerçekten ne yapmalı?
Barbar haçlı tohumlarını çökertip, evrensel adalet ve özgürlük imparatorluğumuzu kurmak için bıkmadan usanmadan yazmalı, konuşmalı, eylemde bulunmalıyız.. Artık zamanın ruhu bizden yana döndü. Türkiye’nin demokrasi yolunda yakaladığı şans ve Ortadoğu halklarının kararlılığı bütün ümmetin şansı olabilir. Asr süresinin bugüne hitap eden manası bence budur. Herkes bu surenin mealini birbirine ‘okumalı’ sabah akşam… ”-(21 . Yüzyıla)- Andolsun ki, insanların çoğu hüsran içindedir. Ancak, Allah’ın ruhunu taşıyan insanlığın; şeytanın çocuklarından, paradan, makamdan, şöhretten, şehvetten üstün olduğuna iman edenler ve bu imanla düşünen, konuşan, eyleyen, birbirlerine güven, cesaret, sevgi, saygı ve umut telkin eden yani Salih amel işleyenler hüsrandan münezzehtir. “
Gelecek, işte bu ruhla şekillenecek. İnşallah biz kazanacağız.
Edebi MÜDAHALE dergisi olarak çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim. Yolunuz açık ve gayretiniz daim olsun…
Kaynak: Edebi Müdahale dergisi, Temmuz 2011
- ahmetozcan
- 20 Eylül 2017
- 0 Comment