İslam dünyası son ikiyüzyıldır bir çöküş içerisindedir. 1699 Viyana kuşatmasından sonra müslüman dünya gerilemeye başlamış, Batı ise kendisine yönelen İslam tehdidini bertaraf etmenin yollarını aramış ve o tarihten itibaren Batı dünyasının yükselişi başlamıştır. Batılı toplumlar ileri bir hamleyle endüstri devrimini yaparak buna bağlı bir dizi siyasi, askeri ve ideolojik değişim gerçekleştirmiş ve sonuçta üstün bir medeniyet geliştirmişlerdir. İslam dünyası ise işte bu hamleyi yapamamıştır. Bu anlamda geri kalmışlık, aslında gereken hamleyi yapamamışlık manasına gelmektedir. İslam dünyasının geri kalmasının nedenlerinde Batının ilerlemesinin sihri yatmaktadır.
Şöyle ki; Batı dünyası coğrafi keşiflerden sonra dünyanın “bütünü” ile tanışmış ve bu durum Batılı insanın vizyonunu genişletmiştir. Batılı insan dünyaya daha geniş bakmasını öğrenmiş ve içinde bulunduğu İslam/Endülüs ve Osmanlı Türk tehdidiyle çevrili dar dünyadan çıkmıştır. Ayrıca yeni coğrafyalar ve toplumlarla tanışmanın sayesinde “yeni, yenilik ve daha keşfedilmeyi bekleyen sonsuz yeniler” fikri uyanmış böylece modern bilimin altın kuralı olan “merak” duygusu gelişmiştir. Bu zihinsel gelişme, beraberinde bilimsel/teknolojik keşifleri getirmiş ve yeni icatlar yapılarak birbirine bağımlı komple bir gelişme trendi yakalanmıştır. Bu süreç Batılı insanın Grek-Roma kültürü, Hristiyanlık misyonerliği ve yeni bir dünya kurulabileceği fikrinden oluşan modern dünya görüşünü ortaya çıkarmıştır.
Batı neden ilerledi?
Bütün bu zincirleme gelişmelerin arka planında üç temel dinamik vardır:
Zihniyet devrimi: Batılı insan küresel bir perspektif kazanarak bütün dünyayı ve insanlığın bütün birikimini kendi malı olarak görmeye başlamıştır. Bu fikrin özünde batılı hristiyan beyaz adamın üstünlüğüne olan inanç vardır. Batılılar, bu inançla sadece doğayı değil tüm toplumları keşfedip faydalanma çabasına girmişlerdir. Zihniyet devriminin bir diğer önemli boyutu ise değişim fikridir. Batlamyus astronomisinin sabit dünya merkezli kozmoloji anlayışı yıkılmış ve “Dünyanın döndüğü, her şeyin hareket halinde olduğu ve değiştiği” fikrine ulaşılmıştır. Bu “değişim” fikri gündelik hayatın ayrıntılarına kadar sirayet etmiş ve ilerleme düşüncesi gelişmiştir. ileriye doğru sürekli değişim fikrinin merkezinde ise insan aklı vardır. Sonuçta insanın merkezde olduğu sürekli değişen ve değiştirilmesi gereken yeni bir dünya görüşü olgunlaşmıştır. Okyanusları aşmanın verdiği özgüven, cesaret ve keşif merakı, gündelik hayattan başlayarak bütün dünyayı ve evreni yeniden keşfetme, tanımlama, yorumlama ve değiştirme alışkanlığı kazandırmıştır.
Kurumsal özerklik fikri: Batılı toplumların ilerleme nedenlerinden biri de kurumsal özerklik fikridir. Kilise, aristokrasi ve devlet arasındaki üçlü iktidar modeli, batılıların sorunları çözmek için “çatışma-uzlaşma-aşma” yöntemlerini içeren diyalektik düşünme metodunu geliştirmiş, ayrıca farklı, yeni ve alternatif oluşumların yeşerebilmesi mümkün olmuştur. Avrupa tarihinde ki din-devlet, burjuvazi-aristokrasi, kral-burjuvazi ve en son burjuvazi-işçi sınıfı arasındaki çatışmaların hasılası demokrasi, laiklik, insan hakları ve serbest piyasa düzeni şeklinde özetlenen bugünkü uygarlık mekanizmaları olmuştur. Yani batılı toplumlar diyalektik ilerleme çizgilerini İngiltere ve Fransa’daki kurumsal ayrılık ve çatışmalara borçludur. Bu şekilde toplumsal alan sürekli yeni güç odakları üreterek dengeyi bulmak için yaratıcı çelişkilerin yaşanmasına müsait hale gelmiştir. Kurumsal özerklik fikri, Kant ve Alman felsefesi ile birlikte zihniyet düzeyinde de gerçekleşmiş ve din, bilim ve sanatın üç ayrı alan olduğu ve bu alanların kendi içinde özerk, birbirlerine karşı ise izafi değerlere sahip olabileceği düşüncesi olgunlaşmıştır.
Bu ayrım akıl, inanç ve duyguların ayrı ayrı gelişmesini sağladığı gibi birbirleriyle çatışmasını da asgariye indirmeyi mümkün kılmıştır. Tolerans kavramı bu anlamda üç ayrı alanın birbiriyle ilişkisinin tahammül edilebilir sınırlarını ifade etmektedir. Kurumsal özerklik geleneği sonucu batılı insan, din-devlet, kamusal-özel, asker-sivil, politika-sivil toplum, burjuvazi-bürokrasi şeklindeki alanları ayırma ve aralarındaki dengeyi sağlama çabasını uygarlık ölçütü haline getirmiştir. Bugün hala Avrupa, işlediği suçları gözardı edersek, kuramsal ilkesseliği, özerk kurumsallığı ve bunlara yaslanan demokratik değerleri ile dünyanın geri kalanına kıyasla, istikrarlı düzenlere sahiptir.
Uygarlık ideali: Batılı toplumların gelişiminde ‘beyaz adam’ın üstünlüğü inancına dayanan “tüm dünyaya uygarlık yayma” fikri’de ciddi bir gelişme dinamiği olmuştur. Hristiyanlığın evrensellik çabası ve misyonerlik mekanizması sekülerleştirilerek batı uygarlığının yayılması ve egemen kılınmasına dönüşmüştür. Bu çaba, batılı toplumların ilerlemesinde kendine güven, başarma hırsı, üstün gelme çabası ve insanlığa yol gösterme gibi “psikolojik” faktörleri önemli bir dinamik haline getirmiştir. Böylece ortalama bir batılı insan için evrensel uygarlık, evrensel değerler, evrensel barış gibi hala gerçekleşmesi gereken idealler vardır ve batıdaki her tür gelişmenin arka planında bu idealin tahrik edici rolü de bulunmaktadır. Refah düzeyiyle de desteklenen üstünlük duygusu ve özgüven, Avrupa toplumlarına hala dünyanın modern kutbu olma bilinci vermektedir.
Yeniden Dirilişin Şartları
İslam dünyasının “geri kalması” işte bu üç temel faktörün olmamasından kaynaklanmıştır. 7.-12. yüzyıllar arasında varolan özgüven ve cihanşumulluk, 17. yüzyıldan itibaren yerini gerileme, yenilgi ve çöküş travmasına bırakmıştır. Yine gerek Abbasi ve Endülüs, gerek Selçuklu dönemlerinde, hatta bazı Moğol hanlıkları ve Timur gibi bir bozkır fatihi zamanında bile bir şekilde teşvik edilen, desteklenen, organize edilen ilim, bilim, teknik, sanat, zanaat ve edebiyat gibi alanlardaki gelişmeler, yenilikler, son yüzyıllardaki donuklaşma ve dogmalaşma sonucunda değiştirici, dönüştürücü dinamizm kaybolmuştur. Sonuçta bugün İslam dünyası Batılı uygarlığın hala birkaç yüzyıl gerisinde yaşamaktadır. Ve en fazla batının iyi bir taklitçisi olma çabası ile ayakta kalmaya çalışmaktadır.
İslam dünyasında gerileme nedeni olan üç temel faktörün yokluğu, aynı zamanda tarihi geri kalmışlık sorununu aşma formülünü de içinde barındırmaktadır. Yani halen de aşılamamış olan üç temel eksikliğin giderilmesi İslam dünyasının yeniden ayağa kalkmasının en öncelikli şartıdır. Özetlersek;
1-Değişimci İslam anlayışı: İmam Gazzali’den bu yana donmuş olan zihinlerin harekete geçirilmesi ve ictihat kapısının açılması gerekmektedir. Daha doğrusu zaten fiilen uygulanan içtihat mekanizması, adı konularak açık ve meşru bir yenilenme, sorun çözme, yeni icad etme sistemi olarak bütün dini ilimlerde uygulanmalıdır. Dini alandaki içtihad alışkanlığı, müslüman zihinleri hayatın diğer alanlarında da yeni olana doğru motive edecektir. Neredeyse son 800 yıldır her yeni gelişmeyi tedirginlik ve bozulma duygusu ile karşılayan, zamanın ilerledikçe kıyamete yani daha kötüye gittiğine inanan, varolanı mecburiyet, geçmişi ideal, geleceği ise felaket olarak kodlamış müslüman zihin, yeniliklere bidat olarak bakan dini duygunun tesiri altındadır. Son yüzyıllardaki felaketler, yenilgiler ve travmalarla da iyice pekişen bu hissiyat, batı ve modernlik karşısında da aynı refleksi verip anlamaya çalışmak yerine savunmaya geçmiştir. batıcı seküler kesimler dahi, aynı habitatın doğası gereği olsa gerek, bütün ilerici çağdaş akılcı olma iddialarının tersine, bir çok yeni gelişme karşısında tutucu-gerici olarak kodladıkları kesimlerin bile gerisine düşüp son derece dogmatik ve tutucu refleksler geliştirmişlerdir. Bu derin statükoculuk, sadece batılı teknolojilerin transferinde çözülüp hızlı bir adaptasyon tutumu gösterilmekte, geri kalan her alanda toplumun her kesimi kendi çapında yenilenme kaygısı ve yeni olana tepki refleksini devam ettirmektedir. Değiştirilmesi günah ve küfür olarak kodlanmış dini konularda rahat olamamanın verdiği kasma hali, dindar olmayan kesimleri bile tesiri altında tutacak kadar köklü bir alışkanlıktır. Bu nedenle, müslüman toplumlarda, dini alanlardan başlayarak mümkün her tür yenilik, değişim, gelişme ve ilerleme duygusunun meşru, zorunlu hatta dinen de farz olduğu duygusunun yerleşmesi gerekmektedir.
2-Kurumsal özerklik: Bu fikrinin yeşerebilmesi için “ortodoks toplum, totaliter devlet” şeklindeki yerleşik statükonun çözülmesi ve bunun yerine alanlar ayrımı ve yaratıcı çelişki fikrinin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu anlamda devletin demokratikleştirilmesi ve İslam anlayışının yenilenmesi gibi iki temel ıslahat çabası birbirini besleyici tarzda gündeme getirilmelidir.
İslam dünyasında egemen olan dikta rejimlerinin yıkılması, ister evrensel, avrupai veya özgün/yerli olsun mutlaka demokratik düzenlerin kurulması, yani halkların, bireylerin özgürce siyasal sürece katıldığı ve temsil edildiği güçlü birey ve toplumların oluşması elzemdir. Bu siyasal sistem, gerek ekonomik gerek sosyal gerekse kültürel farklılıkların adil temsilini sağlayan, bir çok özerk alanın eşit rekabetine dayalı, gelişmeci ve ilerlemeci bir dinamizm sağlayacaktır. Böyle bir demokratik ortam, İslam anlayışının yenilenmesini sağlayacak tartışmaların da zeminidir. Devlet ve toplumun birbirini iten varlığı yerine, devletin toplum tarafından temellük edildiği, toplumun da devletin bileşeni olduğu gerçek bir milli irade tecelligahı tesis edilecektir. İslami değerler, İslam medeniyet birikimi, müslüman aklı ve ahlakı, işte o zaman müslüman olsun olmasın herkesin ortak kültürü, değeri, can,mal,nesil,akıl,namus emniyetinin sigortası olacaktır. İslamın adaleti ve iyiliği üstün tutun emri ve bütün insanları Adem de kardeş gören teolojisi, her tür adaletsizliğin panzehiri olduğu gibi, bütün özgürlüklerin de koruma zırhı olacaktır. Kurumsal özerklik, devletin kendi içinde, devlet ve toplum arasında, toplumun kendi içinde yerleşen bir çoğulculuk yönetişimi demektir ve din, bu bağlamda en özerk olması gereken alandır. Bu çerçevede, Diyanet işleri başkanlığı gibi bir kamu kurumunun özerk bir yapıya kavuşması, ilahiyat fakültelerinin daha özgür bir düşünce iklimine sahip olması, sivil dini alanın her tür tekelden arındırılıp bireylerin gönüllü inisiyatifine bırakılması gerekir. Aslolan insanların devletin baskısı yüzünden veya sosyo ekonomik nedenlerle dinselliğe sahte bağlılıkları değil, dinin özgürlük ateşi veren özünün motivasyonuyla bireysel ve toplumsal sorunlar karşısında adil ve ahlaki pratiklere yönelebilmesidir. Din bu işlevi görmüyorsa o din, İslam değildir.
3-Diriliş ideali: Yeniden ayağa kalkmak ve insanlık aleminde söz sahibi ve saygın bir yer edinebilmek, evrensel barış ve insanlığın gelişimine katkı sağlamak gibi ideallerin yeniden diriltilmesi gerekmektedir. Bu ideallerin ülkemiz bazında adalet temelli eşitlik, özgürlük ve kardeşlik düzeninin inşası şeklinde yansıtılması ve güncel politik perspektifinde bu ideallere dayandırılması gerekmektedir. Bu idealin bütün toplumsal kesimler tarafından paylaşılan ortak bir ülkü olması gerekir. Çeşitli sosyal,ideolojik, fikri farklılıklar veya siyasi ayrılıklar demokratik olgunluk içerisinde rekabet konusu olurken, ortak ülkünün her kesimden insanın paylaşabileceği bir üst çatı misyonu ve işlevi görmesi gerekir. Gerek islam toplumlarının gerekse Türkiye’nin birbirini de besleyen, dengeleyen ve toplamda bölgesel ve evrensel bir ufkun paylaşımını ifade eden ortak hedefleri, değerleri, idealleri olmalıdır. Ulusların ve uluslararası ilişkilerin rasyonel çıkarlara dayalı ilişkilerinin ötesinde, toplumları birbirine bağlayan adeta bir görünmez el gibi manevi bir network olmalıdır. Son tahlilde iyi günlerde ekonomik askeri veya sosyo kültürel ilişkiler olarak süren ulusal bağlar, kötü günlerde, bölgesel veya küresel savaş zamanlarında çeşitli nedenlerle istenmeyen saflaşmalar veya husumetlerle sonuçlanabilmektedir. Oysa sürekliliği olan daha sahici ve doğal manevi bağlar, en azından toplumla arası ilişkileri koruyacak ve kötü günlerden sonra geleceğin inşasında sağlam bir temel sunacaktır. Diriliş ideali, en azından kendi toplumumuz bağlamında ortak millet şuuru ve ortak kader duygusunun sigortasıdır. Ülke olarak, millet olarak, bütün toplum olarak varlık ve bekanın, gelişme ve ilerlemenin, daha adil, özgür ve güçlü bir ülke olmanın ortak bir ideal olması gerekir. Yine küresel sistem içinde onurlu, saygın ve etkin bir pozisyon sahibi olma amacı, ister rasyonel dış politikaların isterse neoosmanlıcı, pan islamcı, turancı, bölgesel güç dili veya mazlum milletlerin dayanışması vb. ideolojik üsluplarla olsun, her halükarda her dil ve söylemin aynı kapıya çıkan bir ortak güç ve itibar hedefinde toplanması gerekir. Çünkü tarihimiz, büyük küresel ve bölgesel imperium vizyonunu kaybedip, küçülerek ve sonunda dağılarak yaşanan travmanın sonuçlarıyla şekillenmiştir. Bunu aşıp, daha özgüvenli bir ortak ruh haline bürünebilmek için ortak ülküler ve idealler benimsemek şarttır.
Hangi İslam?
Halihazırda, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, yani büyük yenilgi ve çöküş zamanlarında gündeme getirilen, özellikle batılı oryantalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin son haçlı seferi olan 1. dünya savaşı öncesi ve sonrasında bir saldırı sorusu olarak sorulan ‘İslam çağımıza yanıt verilebilir mi?’ sorusunun cevabı, bu üç temel noktadaki değişime bağlıdır. Tabi önce ‘hangi İslam’ bu cevabı verebilecektir? Burada ‘İslam’ kelimesi, yaşayan islamlığı, yani egemen dini telakkiler ve müslüman toplumlardaki pratik islam yaşantısını ifade etmektedir. Tabii ki, dinin özü, aslı, Allah’a aittir. ve O’nun adına bir tartışma kimsenin haddi değildir. Ancak, yaşayan haliyle İslam bir tarihsel, sosyolojik, siyasi, kültürel olay ve olgular bütünüdür. Bizde islam kelimesiyle bu gerçekliği tartışmaktayız.
Gerçekçi olmak gerekirse ve ne yazık ki, yüz yıl sonra bile varolan haliyle İslam, yani yaşayan İslam, müslümanların geri kalmışlığı sayesinde çağımıza yanıt verecek bir dinamizme sahip değildir. Yani kitabı, sünneti, kuralları, değerleriyle bir din olarak İslamın yeniden zamanın ruhunda ete kemiğe bürünüp millet için, ümmet için, bütün insanlık için kurucu, kurtarıcı ve ihya edici bir misyon üstlenebilmesi, müslüman toplumların eksiklerini, yanlışlarını, hatalarını giderip yeniden geleceğe özgüvenle yürümeye başlamasına bağlıdır. Tarihte geri kalmışlığın nedenlerini ortadan kaldıracak ciddi bir çabanın gösterilmesi sonucunda elbetteki İslamın yani yaşayan müslümanlığın çağımıza ve insanlığın bütün sorunlarına vereceği yanıtlar olacaktır. Ancak bu değerlerin eski dönemdeki, tarım toplumu çağlarındaki yorumlarını ifade eden anlayış ve kurallarla bugüne, modern ve post modern çağlara cevap vermeye çalışmanın trajediden başka bir sonucu olmamaktadır.Bu nedenle bu yanıtlar İslamın evrensel değerlerinin çağdaş yorumlarından oluşmak zorundadır.
Sonuçta din, insanlığın sorunlarını çözen bir anahtar veya sihirli kutu değildir. Aksine insana, sorunlarını çözebilmek için aklını kullanmaya davet eden, tarihten ve doğadan beslenerek geleceğe bakıp ders almayı salık veren ve bunun için evrensel ve tarihsel insanlık değerlerini hatırlatıp yol gösteren bir araç, bir yol haritası, bir ölçü ve klavuzdur. Bu özelliği ile İslam, sadece müslümanlara değil bütün insanlığa ebedi bir mesajdır. Ondan siyasi, ekonomik, sosyal sorunlara çözüm reçeteleri çıkmaz. Ama sorun tespiti ve çözüm yolları için hikmetli ölçüler, makro ve mikrokozmik bakışaçısı, eşrefi mahlukat sorumluluğu ve ahiret yani sonrası için gelecek perspektifi kazanılır. Bu anlamda islam, insanı özgürleşmeye davet eden, kula kulluğu reddederek haysiyet ve şahsiyet kazanmasını sağlayan tevhid akidesiyle; her durumda geleceği, yani sadece ölümün değil her işin sonunu, her eylemin akıbetini düşündüren ahiret inancıyla; insan olmanın diğer canlılara, eşyaya ve tüm dünyaya-evrene karşı sorumluluk yükleyen o izzetli şuuruyla gerçekten fıtri, evrensel ve insanlaşmayı ifade eden bir teolojik vizyondur. Dinen müslüman olmasa, hatta islamdan haberi bile olmasa da, bu özelliklere, vasıflara, vizyona sahip ‘mümin karakterli’ insanlar, topluluklar, çeşitli kültürel gelenekler vardır ve bize göre mana ve misyon itibariyle bunlar da ‘İslam’dır. Bu anlamda, geleneksel-kurumsal İslam ile bu sahih, evrensel, tevhid vizyonu olarak islam, çağımıza yanıt konusunda farklı yerlerde durmaktadır. Tabii ki, müslüman kültürün içine doğan insanların bu inanç ve şuur konusunda en azından kültürel yatkınlıkları vardır. Ama bu yatkınlık aktif bir şuura dönüşmedikçe, yani islamın özüne dair vizyon bilince çıkmadıkça, islama dair bilgiler ve alışkanlıklar sıradan bir kültür sosyolojisi olarak kalmaktadır. Nitekim bugün islam toplumlarının çoğu, birer kültürel müslümandır ve tarihsel çapta, evrensel çapta, insanlık çapında bir derin varoluş şuurundan uzaktır. Bunun sonucu da, bir gelenek ve alışkanlıklar yumağı halinde yaşayan kurumsal dinselliğin, tıpkı Musevilik ve İsevilik gibi, islamı sadece mensuplarının kurtuluşa ereceği geri kalanın ötekileştirildiği ve her tür gelişmeye kapalı bir tür getto ritüeli olarak esir almış olmasıdır.
Bilindiği gibi, Sümer-Akad uygarlığını kuran tevhidi gelenek (haniflik), zaman içerisinde siyasi ve ekonomik düzenlerin, saltanatların, tüccarların, göçmenlerin veya kölelerin animist-pagan alışkanlıklarına direnemeyerek ya onların senkretik bir parçası olmuş veya tasfiye edilmiştir. Akad-Babil paganlığına isyanın adı olan İbrahimi tevhidi gelenek, tarih içerisinde bir çok kez bozulma, çürüme, başka inançlarla karışarak özünü kaybetme sorunu yaşamıştır. Bu gelenek, önce Persler eliyle özünde tevhidi olsa da daha sonra Hint-Aryan Mithracılığıyla sentezlenmenin adı olan Zerdüştlük yoluyla heretik bir dine dönüştürülmüş, Ardından Musevilik , Yahudi olarak tanımlanan Hint-İran kökenli Pers tüccarları tarafından bir tür yapı sökümüne uğratılıp kendi siyasi ekonomik çıkarlarına uygun Yahudilik isimli bir din icat edilmiştir. Buna tepki olarak doğan İsevilikte bir süre sonra Roma paganlığını ile sentezlenip Hristiyanlık isimli din şeklinde kurumsallaşmıştır.
Bu bozulma ve bir tür rafızi-heretik yorumlarla pagan-animist alışkanlıklarla sentezlenip kurumsal din haline gelme tehlikesine karşı İslam, başından beri hem Şirk’e, yani pagan-animist inanç ve yaşam tarzına son derece sert bir tutum almış hem de Kuran’ı özenle koruyarak olası ekleme çıkarmalara karşı sigortalamıştır. Ki, buna rağmen tarihin bir çok devrinde bir çok bölgede heretik, rafızi, batıni ekoller, akımlar, tarikatler çıkmış, veya Emevilerle başlayan saltanatlar eliyle dinin özü yerine şeklini öne çıkartan yorumlar egemen olmuştur. Aslında kurumsal din, binlerce yıllık animist-pagan gelenektir ve Tevhidi hanif gelenek, bu dinlere itirazın adıdır. Çünkü bu dinler, insanı kullaştırmanın, köleleştirmenin, egemen sınıflar adına efsunlayarak kolayca çalıştırma veya savaştırmanın en maliyetsiz ve meşru mekanizmalarıdır. İnsanların çoğunluğu, binlerce yıldır bu haksız, adaletsiz ama zorba düzenlerin kulları-köleleri kılınmıştır ve bugün yaşayan insanlar dahi bu kul-köle yığınların genlerinden parça taşımaktadır. Bu nedenle kolayca animist-pagan alışkanlıklara dönmekte, en özgürlükçü inançları dahi kendi pagan ritüellerine benzeterek kabullenmektedir. Bu gerçek ne yazık ki İslam içinde geçerlidir. Şirk konusunda bu kadar hassas olmasına rağmen İslamın serüveninde de Musevi ve İsevi gelenek kadar olmasa da, çeşitli karışımlar, sentezlenmeler söz konusu olmuştur. Bugün bazı sözde islami akım veya tarikatlar, örneğin kişilere-şeyhlere, şahlara, pirlere, liderlere, alimlere,hocalara- tapmakta, kendi tarikat veya cemaatini putlaştırmakta hatta Allah’ı, bu asıl tanrılarına eş koşmaktadır. Dinin özüne ters bu pagan sapkınlık ne yazık ki islammış gibi davranmakta, hatta daha ötesi en doğru, hakiki, asli islam iddiası bile gütmektedir. Bu kadar derin bir saptırma ve bozulmanın sonucu, mevcut islam dünyasında görünen içler acısı perişan ve çaresiz fotoğraflardır.
İnsanlığın ve islam toplumlarının yaşadığı bir çok ciddi kriz, sorun, sıkıntı, yoksulluk, yolsuzluk, eşitsizlik, bireysel ve toplumsal acılar, iç savaşlar, etnik-mezhebi çatışmalar, sömürü, zulümler gibi sahici sorunlar karşısında tek bir söz ve tavrı olmayan ama ibadetler, giyim kuşam veya başka bir önemsiz detaya put gibi sarılarak kıyametleri kopartan sözde bir çok islami hareket, cemaat, tarikat halen milyonlarca insanı gütmektedir. Bu resim bile tek başına islamın geldiği noktayı anlatmaya yeter. Oysa, insana, insanlığa kulluktan-kölelikten kurtulup haysiyeti ve şahsiyetiyle ayağa kalkmayı öğreten bir klavuz olarak islam, somut bireysel ve toplumsal sorunlarda adalet, iyilik, erdem, vicdan ve merhametin nöbetini tutmanın adı olmalıdır. Ne varki bugün islam adına temsil makamını işgal etmiş yüzlerce örgütlenme için din, kadınlar üzerinden sözde cinsel ahlakı koruma, çeşitli dini ritüelleri abartarak ve pornografik düzeyde sergileyerek yaşatma, diğer insanlara da bunu dayatma yani din karizmasıyla hükmetme müesseseleri durumundadır. Oysa islam, insana hükmetme çabasını bir sapkınlık olarak tanımlamış ve reddetmiştir. Allahtan başka ilah, hakim, malik yoktur. Allah adına hükmetme çabası ise daha büyük bir sapkınlıktır. Bugün, islamın önce işte bu iç çürüme ve sapkınlıktan arındırılması, dinin içine sinmiş bu kanserojen parazitlerden temizlenmesi, islamı yahudilik ve hristiyanlık gibi bir kurumsal dine dönüştüren sapkın ilahiyat ve siyasi-ekonomik-sosyal düzeneklerin tasfiye edilmesi şarttır.
İslamı, ‘İslam kiliseleri’nden kurtarmak
Her yenilik ve değişime karşı tutucu refleksleriyle ‘din elden gidiyor’ moduna giren, dinin sahibi gibi davranan, kavrayamayacağı her farklı arayış ve görüşe ‘reformculuk, modernizm, bidat, mezhepsizlik’ ve benzeri peşinen suçlayıcı üslupla sorunları konuşulamaz hale getiren işte bu çeşitli ‘dinci kiliselerin’ kınamasına aldırmadan köklü bir islami yenilenme gerekmektedir. Birçoğu dinden geçinen kasaba esnafı hükmündeki bu cahil ve yobaz tayfasının elinden din tekelini de alarak, islamı özgürleştirmek, hakettiği gerçek aydın ruhlu insanlara emanet etmek, hatta bütün dünyanın akıl, erdem ve ahlak sahibi insanlarına hitab eden bir evrensel kurtuluş teolojisi olarak yeniden formatlamak gerekir. Çürümüş, yozlaşmış, köhnemiş bir yığın cemaat, tarikat, örgüt ve partinin ayakta kalma malzemesi yapılmış, yoksul ve cahil kitlelerin sığınma evi veya efsunlanma aracı durumuna düşürülmüş olan İslamın bu durumu haketmediği, yahudilik ve hristiyanlık gibi tarih dışı kalıp küçük toplulukların arkaik kimliği haline dönüşme riski taşıdığı, mevcut dünya gerçekleri karşısında son derece geri, ilkel, yobaz ve aynı oranda sahtekar unsurların temsiliyetine mahkum olduğu bir gerçektir. Oysa islamın sahibi Allahtır. Hiç kimse doğuştan müslüman olduğu için Allah’ın, dinin, Kuran’ın, Hz. Peygamber’in, ayetlerin, hadislerin, mezheplerin, meşreplerin sahibi değildir. Yeryüzündeki bütün insanlar, islamı da diğer inanç ve fikirleri de özgürce tartışma, anlamaya çalışma, yorumlama, eleştirme, benimseme veya reddetme hakkına sahiptir. Müslümanım diyen insanların diğerlerinden hiçbir üstünlüğü, ayrıcalığı, özel durumu yoktur. Her bir adem, kadın erkek, genç yaşlı, şu veya bu etnik kökenli, veya felsefi düşünce ve inanç sahibi her bir insan teki, İslama muhataptır, islamın mesajlarıyla istediği gibi yüzleşme hakkına sahiptir. Buna reddetme, ya da farklı bir şekilde yorumlama da dahildir. İslama veya başka bir dine, inanca, kutsal sayılan her hangi bir şeye hakaret-aşağılama-yok sayma veya yok etme çabası hariç, insanlar istedikleri gibi inanır ve yaşarlar. Dinlere, kutsallara, inançlara, değerlere, kişilere, hakaret, aşağılama veya yok etme tavrı, zaten her durumda bir insanlık suçudur. Bu tavır dışında, her tür eleştiri, yorum, kabul veya red, eşit derecede saygındır, meşrudur ve bir haktır. Herkes hesabını, ‘hesap gününün’ de ‘din’in de sahibi olana verecektir. En azından gerçek müslümanlar böyle inanır. O halde ilk yapılacak iş, kendilerini dinin jandarması veya münker nekir meleği, trafik polisi vb. gibi konumlandıran her tür din kilisesinin lağvedilmesi ve tasfiyesi olmalıdır. Yani İslam önce kendini kuşatıp esir almış müslümanlardan kurtarılıp özgürleştirilmelidir.
İslam toplumlarında her önemli sorun ve çözüm yolları, bu müslüman kılıklı hahamların ve islam maskeli kiliselerin korkusundan özgürce konuşulamaz hale gelmiştir. Dini, değerleri, ahlakı, geleneği koruyacağım iddiasıyla bir tür görünmez engizisyon mekanizması çalışmakta, batılı güçler de bu şeklen müslüman görünen özünde çoğu pagan veya animist bu grupları desteklemekte, öne çıkarmakta, hatta aklı başında hiç bir islami eğilim, hareket veya grubun yaşamasına, güçlenmesine müsaade edilmemektedir. Oysa 19. ve 20. yüzyılın bir çok evresinde hemen her islam toplumunda son derece ileri görüşlü, aydın fikirli, derinlikli ve yenilikçi bir çok islami akım çıkmış, bir çok alim, aydın, mütefekkir çaba göstermiştir. Gelinen noktada bu akımlar veya aydınlar bir şekilde tasfiye edilmiş, ya yobaz din kiliseleri tarafından afaroz edilerek veya devletler tarafından ezilerek imha edilmiştir. Bu durum bile sözde din maskeli pagan-animist yobazlığın islamı içinden kemiren bir kanserojen olduğunun göstergesidir. Bu nedenle, kim olursa olsun dinin sahibi gibi konuşan, dinden ekmek yiyen, dinden geçinen, dinsel değer, sembol ve pratiklerin üzerinden siyasi, sosyal, ekonomik tezgahlar yürüten bütün islam kiliselerinin dağıtılması şarttır. İslamı sultaların, kralların, liderlerin kitleleri kullaştırma aracına dönüştüren, uyanık köylü veya kasabalı tüccarların cahil kitleleri sömürme vasıtası yapan veya bugün iran ve suud gibi, devlet çıkarları adına alçakça katliamlar yaptırdıkları canilerin savaş eroini yapan bütün müşrik-münafık çeteler, tezgahlar, kurumlar darmadağın edilmelidir.
İslamcılık çağımızda var kalabilir mi?
Son yüz yıldır İslamın çağımıza yanıt vermesinden çok, çağa tepki duymasının ifadesi olan İslamcılık akımının da her tür varyasyonuyla misyonunu tamamladığı, artık farklı dil, üslup, tarz, içerik ve mana taşıyan çeşitli fikri, edebi, sanatsal, siyasi, kültürel akımların özgün gündem ve işlevlerle sahneye çıkması gerektiği açıktır. İlla adı İslamcılık olacaksa dahi, bu total bir ideolojik akım veya hareket değil, daha komplike, daha heterojen ve daha kültürel bir davranış kodları refleksleri şeklinde gelişmelidir. Yani, 21. Yüzyıla girerken İslamın evrensel değerlerinden beslenen ve geri kalmışlığın nedenlerini ortadan kaldırarak İslam dünyasının yeniden dirilişinin yolunu açacak daha köklü, yeni ve farklı bir hamle gerekmektedir.
Bu hamle elbette entellektüel çabalar zemininde pişirilecektir. Ancak bu entellektüel çabalar, siyasal düzeyde başlayan bir köklü değişim olarak ve siyasi bir iradenin önderliğiyle hayata geçirilip ete kemiğe bürününce bir hamle anlamı kazanabilecektir.
Bu siyasi irade, özgürlükçü bir İslam anlayışı, modern bir akıl, değişimci perspektif ve evrensel/cihanşümul/küresel bir vizyondan oluşan dört temel sacayağının üzerinde durmalıdır.
İslam, ya din maskeli animist-pagan dincilerin elinde çürüyüp insanlığın baş belası olan diğer dincilikler, yobazlıklar, siyonizm ve haçlılar gibi bir sorun kaynağına dönüşecek ve aklı başında bütün mümin bireyler hızla bu dinden uzaklaşacaktır veya bir şekilde içindeki bu pagan barbar bakterileri temizleyip yeniden insanlığa rahmet olacak bir çok değerin, insanı insanlaştıracak, her tür köleleştirme ve yozlaşmadan koruyacak ilkelerin menbaı olan ilahi bir nefes olarak insanlığa üflenecektir. Bugün, İnsanlığın, bunca vahşet, işgal, katliam, sömürü, eşitsizlik, yoksulluk, yalan, sapkınlık, yozlaşma ve çürüme karşısında sığınacağı, ayakta duracağı, direneceği başka herhangi bir iyilik ve adalet nefesi yoktur.
Yani sorun bütün insanları ve bütün insanlığı ilgilendirmektedir.
- ahmetozcan
- 11 Aralık 2018
- 0 Comment