“..Pek sıkıntılı bir hava. Tuhaf bir sis. Düşman görünmüyor.
Düşmanda hareket yok (…) Son satırlarımı yazarak mektubumu
kapıyorum. İçine buranın her gün sana yolladığım yabani
çiçeklerinden maada kaç gecedir altında yattığım karaağaçtan
kopardığım ufak bir dalı da gönderiyorum. Seni Hüda’nın birliğine
yavrularımla birlikte emanet ederim, ruhum efendiciğim..
Karaağaca çakımla ismini yazdım.”
(Enver Paşa’nın eşi Naciye Sultan’a
Pamir’den yazdığı mektuptan)
Muhterem Enver bey,
1970’li yılların ortalarında, ilkokul beşinci sınıftaydım. Son derece saf ve iyi niyetli bir Hasan öğretmenimiz vardı. Hep kederliydi ve çoğu zaman sabahları ‘akşamdan kalma’ bir vaziyette okula gelirdi. Derslerimiz onun sayesinde hep şamatayla geçerdi. Hasan öğretmen, sonradan, elinden düşürmediği anahtarlığındaki ‘Ecevit’ resminden anladığım kadarıyla, CHP’li bir solcuydu. Onu çok severdik. O da bizi severdi. Derslerde bazen Atatürk’ü anlatırdı. Karatahtanın üstünde asılı Atatürk resmini işaret ederek “çocuklar bu sıralarda onun sayesinde oturduğumuzu unutmayın” derdi. Bir gün yine uzun uzun Atatürk’ten bahsetti. Vatanı nasıl kurtardığını, kahramanlıklarını, zekasını, devlet adamlığını…… Hiç unutmuyorum, giderek sertleşen bir ifadeyle, “aslında biz büyük bir ülkeydik”,
çocuklar” dedi. ‘Büyük, daha büyük kahramanlarımız da vardı. Enver vardı mesela, Enver Paşa’ dedi. Gözlerindeki o garip ifadeyi hala hatırlıyorum, öfke miydi, keder mi? “Enver’i büyüyünce tanıyacaksınız” dedi. “Şimdi anlatsam anlamazsınız, onu büyüyünce anlayacaksınız”. Hasan öğretmenin o gün tam olarak ne kastettiğini anlamamıştım. Enver kimdi? neden büyüyünce tanıyacaktım, iyi bir adam mıydı, kötü mü?.
Hasan öğretmen bir daha Enver’den bahsetmemişti. Ama içimize saldığı kışkırtıcı merak, varlığını hep sürdürdü.
Sonra, biz büyüdük, büyüdükçe Türkiye küçüldü. Öğrendik ki, ülke olarak yıllarca önce dramatik ama görkemli
bir şekilde yenilmiştik. Yenilgiyi kabullenip elde kalanla övünenler, geçmişe bir çizgi çekmişti. Yenilgiyi kabullenemeyenler ise geçmişi diriltmek, yeniden kavuşmak ya da şimdiyi geçmişe bağlamak istiyordu. Bu iki tarafın farklı görüntü ve araçlarla süren tüketici kavgasının tam ortasında bulmuştuk
kendimizi. Yenilgi travması ekseninde süren bu kavganın taraflarının geçmişe dair uzlaştıkları tek bir konu vardı: Enver ve İttihatcılık düşmanlığı.
Kendisini Kemalist, Milliyetçi, Liberal, Solcu ya da İslamcı olarak tanımlayan hemen her kesimin, konu 1908-1918
yılları arasına yani çöküş ‘an’ına gelince aynı refleksi göstermesi ilginçti. Hepsi anlaşmış gibi şöyle düşünüyordu:
‘Enver Paşa ve İttihatçılar, koca İmparatorluğu batırmışlardı. Almanya’nın emperyalist emellerine alet olmuşlar, şiddet, darbe ve entrikayla devleti ele geçirip bir oldubittiyle 1. Dünya Savaşına girmişlerdi. Cahil ve tecrübesizlerdi. Çoğunluğu Masondu ve perde arkasındaki Sabataycı- Yahudi dönmeler tarafından kullanılıyorlardı. Orduya siyaset sokmuş ve 1913 Babıâli baskını ile darbe geleneğini başlatmışlardı. Enver Paşa, Sarıkamış’ta gereksiz bir harekâta orduyu sürüklemiş ve 90 bin askerimizin telef olmasına neden olmuştu. Maceracı, hayalperest ve diktatörlük heveslisi biriydi. Nihayetinde savaş bitince hepsi ülkeyi perişan halde bırakıp Almanya’ya kaçtı..’ Vs..vs…
Büyük bir imparatorluğu kaybetmiş olmanın nedenlerini, ekonomi politik boyutlarını, felsefesini, jeopolitiğini, psikolojisini, sosyolojisini düşünmeyen, analiz etmeyen ve her kötülüğü kişilere, gruplara, iç ve dış güçlere, ya da aynı anlama gelmek üzere kadere bağlayan bakış açısının en somut ve uç örneği, bu konudaki ittifakla sergileniyordu. Eh, bu kadar kesin bir icma olduğuna göre, bizlere de ezberleri tekrarlamak
düşüyordu.
Enver bey, eğer büyüdükçe Türkiye küçülmeseydi, yani başta devletlü elit olmak üzere, memleketin hemen bütün son elli yıllık aydınları, bürokratları, işadamları, alimleri ve siyasetçilerinin, örgüt ve cemaatlerinin, abi ve üstatlarının, şef ve önderlerinin çoğunun gözlerimizde büyüttüğümüz küçük kişilikler ve varlıklar olduğunu öğrenmeseydik, yaşanan bütün çatışma ve mücadelelerin esasta yenilgi travması ve yükselme arzusunun sahte dışavurumları olduğuna dair bir kanaat oluşmasaydı, sizlerle ilgili bu ezberleri sorgulama çabasına girmeyecektik.
Ne var ki, bir toplu yalanlar ülkesinde yaşıyoruz ve herkes tayin edilmiş roller ve güdülenen misyonlar üzerinden
sahici olmayan toplumsallığın sürdürülmesinde anlaşmış durumda. Demem o ki, şu İttihatçı düşmanlığı konusundaki örtük ittifak, birçok şeyi deşifre edecek kriminal bir suçüstü malzemesine benziyor.
Enver Bey, önce hikâyeni özetlemem gerekiyor:
Şevket Süreyya’nın ifadesiyle* “Başka türlü bir ülkenin, başka türlü bir neslin, başka türlü bir insanı” olarak 1908’de Makedonya dağlarında ‘Kahraman-ı Hürriyet’ olarak yıldızlaşan serüvenin, 4 Ağustos 1922’de, Türkistan’da Pamir dağları eteklerindeki Çegan tepesinde Ruslarla yiğitçe dövüşerek bitiyor. Altı yüz yıllık bir mutlak otorite olarak ‘Devlet’in dışında ortaya çıkan ilk politik irade olarak Jöntürk hareketinin anlamlı bir iktidar aracına dönüşmesi, 1906 kongresinde sen ve arkadaşlarının liderliği üslenmesiyle söz konusu olmuştu.
Saray içi paşalar çekişmesinin ya da batılı ülke konsolosluklarının kullanmaya çalıştığı bir aydın Muhalefeti durumundaki Osmanlı Terakki ve İttihat cemiyetinin, çapının çok ötesinde etkili olan bir siyasal partiye dönüşmesi asker olarak senin, sivil olarak ta Talat paşanın sayesinde mümkün olmuştu. Aslında devlete, yani Abdülhamit İstibdadına karşı Asker-Sivil aydın İttifakının 1908’de hürriyet, anayasa ve meclis talebiyle kazandığı zafer, bu siyasal değişimin dışında belki de devletin millet tarafından temellük edilmesi boyutuyla çok daha
önemli bir dönüşümü sağlamıştı.
Timur istilası ve Şah İsmail olaylarından dolayı ‘Anadolu’ ve diğer ‘çevre’sine kendisini kapatan ve ‘devşirme’ elitlere teslim olan devlet cihazının, yeniden millete açılmasıydı söz konusu olan. Bu sürece yol açan esas saik ise, yaklaştığı iyice belirginleşen büyük çöküntünün harekete geçirdiği saklı dinamikler ve reflekslerdi. Devletin ve milletin içindeki dağınık ve küskün sağduyu, çöküşün ayak seslerini hissedince sahnede olan en örgütlü ve dinamik bir harekete el atıp yeniden kurgulayarak sürece el koymuştu. İttihat Terakki hareketi, en genel anlamda çok cepheli ve çok veçheli yapısıyla işte bu iradenin adıdır. Batı’da sınıf ve mezhep savaşları içinde kanlı bir şekilde
gerçekleşen elit dönüşümü, bizde Jöntürk hareketi üzerinden daha az maliyetle sağlanmıştı. Kaçınılmaz olduğu bugün de teslim edilen son’umuz eğer Endülüs gibi olmadıysa, bunu abartılı evhamıyla istibdada başvurmuş olsa da II.Abdülhamit’e ve onunla bir tür oydaşmalı çatışma içinde büyüyerek olgunlaşan İttihat Terakki hareketine borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Tabii ki onların eksiklik ve yanlışlıklarını unutmadan.
Mesela, bugün, çöküşün başlangıcının İngiltere ile Rusya’nın Osmanlı’yı parçalama konusunda anlaşması olduğunu biliyoruz. Modern diplomasinin İngiltere-Rusya ve Almanya- Fransa arasındaki ilişkiler ekseninde şekillendiği göz önüne alınırsa, bu ilişkilerden birinin savaşa dönüşmesiyle Avrupa’nın, barışa dönüşmesiyle üçüncü bir ülkenin parçalanması ya da felaketi söz konusu olmuştu. Emperyalist paylaşım olarak tanımlanan son iki yüz yıllık savaşların bütün özeti bu. Osmanlı İmparatorluğu tüm bu dönem boyunca denge oyunları ile beladan uzak kalmak telaşından yorgun düşerek tükendi.
Ne genel anlamda ‘paylaşım’ın ekonomi politiği ve modernleşmenin tarihsel manası, ne de özel olarak, 1900’lü yılların başında sanayi ve savaş için kullanım değeri keşfedilen ve büyük ölçüde Osmanlı topraklarında bulunan petrolün politik değeri Osmanlı devlet aklı’nda karşılık bulabilmişti. Bütün iktidarı Saray’da toplayan ve kendini hem halkına hem dünyaya kapatarak totolojik bir kıskaca hapseden devlet, okuma yazma öğrenen ve batı ile tanışan genç aydınların itirazlarının karakterini dahi sınırlıyordu. Öyle ki Mithat Paşa, özgün ve aydın kişiliğiyle hariç tutulursa, Namık Kemal’den Ahmet Rıza’ya, Talat Paşa’dan Enver Paşa’ya kadar tüm yeni Osmanlı Jöntürk-İttihatçı kadroların muhalefet ufku, biraz Fransız pozitivist milliyetçiliği birazda Balkan komitacılarından mülhem
siyasallık içeren eklektik bir idealizmden ibaretti. Devletin ve vatanın birliği, güvenliği, güçlenmesi, yenilenmesi,
ortak amaçtı. Ama bunun- hemen hiçbirinin içeriği hakkında etraflıca malumat sahibi olmadığı Kanun-i Esasi’nin
ilanıyla sihirli bir şekilde gerçekleşeceğine inanılıyordu. ‘Devlet’in, batılı büyük devletlerin insafına esir düştüğü bir vasatta, İttihat Terakki’nin tecrübesiz ama idealist, sert ama rasyonel müdahalesine teslim olması kaçınılmazdı. Devlet aklının son temsilcisi olarak II.Abdülhamit’in düvel-i muazzama’ya dönük ana siyaseti, yani Almanya ile ötekileri dengelemek, İttihat Terakkinin de kaçınılmaz çizgisiydi. Bu manada Abdülhamit’i tahttan indirenler, sadece onun yerine geçmiş oldu ama bu zorunlu politikayı sürdürdü ama kaçınılmaz son’un yok oluş olmasını engelleyecek bir görkemli direniş örgütledi. Çünkü tarihte geç kalmışlığın askeri olmayan nedenleri, askeri bir tarım imparatorluğunun üzerine çökerek felç etmişti. Bu koşullarda yapılabilecek olan en anlamlı şey, II.Abdülhamit’le başlayıp Mustafa Kemal’le noktalanan dönem boyunca yapılmış olandı; yani çöküşü düşmana pahalıya ödetmek ve elde tutulabilecek olanı sonuna kadar tutmak. II. Abdülhamit ve Enver, pahalı ödetilen bir bedel yarattı ve bu sayede Mustafa Kemal, elde kalan üzerinden yeni bir sayfa açtı.
Bütün bu objektif şartların içinde Enver’in ve İttihatçı önderliğin ‘günahları’nı bulup çıkarmak ve tüm olan biteni onların sırtına yıkmak, sadece vefasızlık değil, bugünde gerekli olan bir iradenin boğulması manasına geliyor. Vefasızlık, çünkü bütün hayatlarını çöküşü engellemek için harcayan ve karşılığında ne maddi ne de manevi olarak ‘hiçbir şey’ almayan bir kuşağın şahsında bizatihi adanmışlık, fedakarlık, cesaret, haysiyet ve savaşkanlık mahkum ediliyor..
Enver Bey,
İsmet İnönü hatıralarında senin için diyor ki; “Enver Paşa, şahsi meziyetleri ile iyi bir asker, iyi bir subay, iyi bir insan olarak, toplumun kusur olarak bildiği unsurlardan, insanın tasavvur edemeyeceği kadar nasibi olmayan bir tiptir. Asker vasıfları bakımından vazife sever, çalışkan ve korku nedir bilmez müstesna kahraman olarak, askerliğin aradığı ölçülerin en yukarı seviyesinde yer almıştır”.
Şevket Süreyya Aydemir, senin baş döndürücü yaşam öykünü anlattığı üç ciltlik ‘Enver Paşa’ eseri boyunca, satır aralarına serpiştirdiği Almancılık, hayalperestlik, maceracılık ve tek adam olma hevesi gibi eleştiriler dışında, hayranlıkla bahseder. Bu eleştiriler ise kemalistlere rüşvet kabilinden, kitabın yayınlanmasına bir mani çıkmasın diye serpiştirilmiştir. Enver’in başdöndürücü hayatını şöyle özetler Süreyya; Balkanlarda çete Savaşları, hürriyet için dağa çıkış, Berlin ateşemiliterliği, Meşrutiyet’i bastırmak için İngilizlerin kışkırttığı 31 Mart
olayı vesilesiyle dönüp Hareket ordusu Kurmay başkanlığını devralış, isyanı en ön saflarda çarpışarak bastırma, 1911 Trablusgarp işgali üzerine gönüllü toplayarak gizlice Kuzey Afrika’ya gitme, 1913’te Edirne işgal edilince İngiliz yanlısı Sadrazam Kamil Paşa’nın “verelim kurtulalım” siyasetine karşı Babıali’yi basarak ittihat Terakki hükümeti kurma, Edirne’nin geri alınışı, 1.Dünya Savaşı, Sarıkamış, Çanakkale cephelerinde ön saflarda çarpışmalar, 1918 Mondros mütarekesi sonrası bir Alman denizaltısıyla Karadeniz üzerinden Berlin’e giderken yolda arkadaşlarını gizlice terk edip Kafkasya’ya gitme girişimi, biri denizde iki defa da uçak düşmesi sonucu havada üç önemli kazayı atlatarak Berlin’e geri dönüş. Orada Lenin ve Troçki dahil, Rus Bolşevik yetkililerle temas. İngiltere’ye karşı Anadolu, İran, Afganistan, Hindistan, Kafkasya ve Orta Asya da direnişleri sürdürmek amacıyla ortak planlar, projeler, eylemler hazırlama…Bakü’de Doğu Halkları Kurultayına katılma. 1921’de Bolşeviklerin İngilizlerle anlaşması üzerine Türkistan’a geçerek bu kez Ruslara karşı Basmacı isyanını örgütleme.
Türkistan’daki en güçlü aşiret liderinin Ruslarla anlaşması üzerine direnişin zayıflaması ve Kurban bayramının
ikinci günü uğranılan bir baskın sırasında en önde at üstünde düşmanın üzerine atılarak şahadete nail olma.
İttihat Terakki önderliğinin kararıyla sarayda etkili olmak maksadıyla kotarılan Padişahın kızı Naciye Sultanla ‘mantık’ evliliği. Evlendikten sonra başlayan tutkulu aşk. Hem davaya hem aşkına ölümüne bağlılık ve sadakat. Ortalama ‘Osmanlı’ kişiliği; muhafazakar bir dünya görüşü, Müslümanca bir ahlak, mümince bir tevekkül, düşmanlarının bile kabul ettiği savaşçılık, teşkilatçılık, cesaret ve ataklık. Halifeliğe, Osmanlılığa ve İslam’a sarsılmaz bağlılık temelinde Müslüman toplumların emperyalizme karşı ayaklandırılması maksadına matuf İslamcılık. Turancı ve Türkçü olmayan yani ırk temelinde hayali bir birlik içermeyen ama bütün Müslüman
toplulukların bağımsızlığını kazanmasını amaçlayan İttihad-ı İslam perspektifi. Büyük bir ufuk, geniş bir vizyon, sınırsız ve sonsuz bir harita……
Enver Bey, sana dönük en yaygın suçlama, Almancılıktı. Çaresizliğin ve zorunlulukların dayattığı Alman ittifakından azami fayda çıkarmaya çalışman dahi soğuk savaş döneminde ABD ile ilişkilerde aşina olduğumuz ‘uşaklık’ ve ‘kullanılma’ geleneği ile karşılaştırılarak yorumlandı. Enver’in Alman müttefikliği ile, bugünkü
Amerikancılık ya da Avrupacılık türleriyle kıyaslanmaz bir fark vardır. Enver, önce ve sadece Osmanlıcıdır, İttihad-ı İslamcıdır. Almanya o gün için her açıdan hem en güçlü, hem Osmanlı’nın parçalanmasını
çıkarlarına uygun görmeyen, hem de ittifaka razı olan tek güçtür. Osmanlıyı parçalamaya karar verenlere karşı
bu en güçlü müttefikle yapılan kader birliği ile, sahte dış düşman paranoyaları yaratarak Türkiye’yi tepeden tırnağa başka dış güçlere bağlayan bugünkü sözde ittifak tarzı hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Ayrıca, savaş boyunca Almanya’nın Osmanlı’ya dönük gizli niyetleri daima gözetim altında tutulmuş ve yer yer kopma noktasına dahi gelinmiştir. Mesela savaşın hemen başlangıcında kapitülasyonların kaldırılmasına Almanya çok sert tepki göstermiş, Filistin ve Irak’ta Alman komutası ile ciddi krizler yaşanmış, Kafkaslarda petrol bölgelerinin kontrolü
üzerine Almanlarla sıcak çatışmanın eşiğine gelinmiştir.
Yine İsmet İnönü’den dinleyelim: “Enver Paşa’nın Alman askeri heyetiyle münasebetlerinde, Almanlara tamamıyla tabi olduğu söylenemez. Bilakis, Almanlar ondan daima çekinir ve onu memnun etmeye çalışırlardı. Ancak, kendisi zayıfladıkça, askeri kabiliyetlerinin ve vasıtalarının mahdut olduğunu anlamaya, öğrenmeye başladıktan sonra, nihayet Alman sevk ve idaresinin bir vasıtası haline gelmesi zaruri olmuştur”.
En önemlisi yine ‘Soğuk Savaş’ alışkanlığı olarak batıya bağımlı Türkiye gerçeğinden hareketle, gerek Almanlarla İttifakta, gerek Orta Asya serüveninde, hatta mason ve diğer beynelmilel teşkilatlarla ilişkilerde, daima tek yönlü ve aleyhimize komplolar aramak, kullanıldığımızdan dem vurmak, hiç aksini düşünmemek, ‘Enver sonrası’ içine girilen ‘küçük türkiye’ perspektifinin kendine güvensizliğinin ürünü kalıcı bir ortak özellik durumundadır. Oysa bu ülkeye, vatana ve millete sonuna kadar bağlı oldukları hayatlarının sonuna kadar verdikleri mücadele ile sabit kadroların birileri tarafından kullanılmış olmaları ne kadar mümkündür? İnsafsızlık o boyuttadır ki, Osmanlı’yı kurtarmak için ölümüne kavgaya tutuşanlar Osmanlı’yı yıkmakla suçlanmış ve adeta ‘neden savaştılar, kan dökülmeden anahtar teslimi ne isteniyorsa verselerdi’ denmiştir. Yine mason localarından, devletlerarası çelişkilere, saraydan Babıali’ye, tarikatlardan meyhanelere kadar ne varsa onu davaları için kullanmaya çalışmanın, hatta örneği olmadığı kadar bunu başarmış olmanın gerisindeki bir büyük direnme azmine sürekli çamur atılmıştır.
Çünkü Onlar artık yoktur ve onların davalarını güdecek bütün objektif koşullar teker teker temizlenmiştir. Britanya ve Fransa, ABD ve Almanya, Rusya ve İtalya, hepsi, aynı anda hepsine karşı durmasını bilmiş ve doğunun haysiyetini büyük bedeller ödeterek savunmuş bir iradenin tekrar başlarına bela olmaması için gerekli her yalanı tarihe not ettirmiştir. Çünkü onlar yenilmiştir ve yenilenler haklı, doğru, güçlü, muktedir olamaz. Tarih, yenenlerin lehine yazılır ve ayakta kalanlar ölenleri suçlar. Hiç kimse de gerçeği merak etmez. Artık dışarıda kazanan İngiltere’nin, içerde ise İttihatçıların tasfiyesi sonrası egemen olanların kendilerine yonttukları bir tarih vardır.
Artık ‘Enver’ deyince “Sarıkamış ta 90 bin asker” yalanı tekrarlanır. Gerçekte 26 bin askerimiz şehit olmuştur ve bunun sorumlusu Enver ya da başkası değil, savaşın acımasız gerçekliğidir.
Çanakkale, zaferle bittiği için orada 250 bin şehitten gururla bahsedilir. Ama ‘Sarıkamış’’ta soğuk ve hastalığa
yenilip kayıp verince, herkes abartılı rakamlarla ve askeri strateji uzmanı edasıyla yalanlara sarılır. İşin ilginci şudur: 1908’den beri başta Londra olmak üzere tüm batı basını daima ittihatçıların
dinsiz, mason olduğuna ve Yahudi dönmeleri tarafından yönetildiğine dair yayın yapar. Çünkü, 1907’de Ruslarla yaptıkları Reval anlaşmasından beri, İngiltere Osmanlı’yı parçalamayı kafaya koymuştur ve buna direnen tek irade olan İttihat Terakki hareketini bitirmek için her tür yöntemi kullanmaktadır. ittihatçıların toplumsal desteğini kesmek için 31 Mart ayaklanmasından beri dönme, mason, dinsiz vb. argümanları ilk kullananlar İngilizlerdir. Ve hala da bu İngiliz yaveleri özellikle cahil sağcı tarikatçı çevrelerde dolaşımdadır. Gerçekte, İttihatçılar, bugün anglo-saksonların yaptığını o gün yapmış ve batıda sürekli dışlanan Yahudi gücünü ve kendine uluslararası etkinlik arayan mason teşekküllerin imkânlarını sonuna kadar ve tamamen kendi lehlerinde kullanmışlardır. Bu ‘kullanma’ ilişkileri boyunca, vatan ve millet aleyhine tek bir adım atıldığı ya da onların maksatlarına hizmet edildiğine dair tek bir örnek yoktur. II. Abdülhamit’in hal edilişi sırasında nezaket gereği İttihatçı liderlerin gitmemesi üzerine seçilen dört kişiden ikisinin gayrı Müslim, birinin dönme olduğundan hareketle bu olaydan sembolik manalar çıkartanların zorlama yorumları söz konusudur. Kaldı ki, Yahudilik, dönmelik ve masonluk, hem bugünkü güç, mana ve misyonunu henüz ulaşmış değildi, hem de Tazimattan beri Türkiye’nin batıyla ilişkilerinin hemen tek vasıtaları durumundaydı. Bugünden geriye dönüp kötü adamlar efsanesi yaratmak gerekince bu kara propaganda malzemeleriyle sağ-muhafazakar zihinleri yemlemek için meşhur yalanlar icat etmek, zaaf noktaları üzerinde çalışmak işe yaramıştır. Özellikle batıdaki Enver Paşa aleyhine yayınlar,
bugün Afganistan ve Irak’ı işgal bahanesi yapılan Usame Bin Laden ya da Saddam haberlerine çok benzemektedir.
Ancak Enver paşa, ne Usamedir, ne de Saddam. Yani o batının objektif ajanı değil, doğunun son savaşçısıdır.
O sadece ülkesine ve haysiyetine dönük açık bir emperyalist savaşa karşı var gücüyle dövüşmüştür.
Öte yandan Arap dünyasına yönelik olarak ta, Türklerin din değiştirdiğinden başlayıp, İngilizlerin topluca Müslüman olacağına kadar başka bir propaganda yürütülür. Mesela İbn Arabi’nin kayıp bir kitabı bulunmuştur ve bu kitapta ahir zamanda gelecek olan ‘Ennebi’ den bahsedilmektedir. Tesadüf odur ki, Mısırdaki İngiliz işgal
kuvvetleri komutanının ismi de ‘Allenby’dir. Bunun gibi, Arap dünyasında Türkler aleyhine, Türkiye’de de ittihatçılar aleyhine cehalete hitap eden propagandalar yürütülmüştür.
Bir başka ve daha çok aydınların sevdiği yaklaşımda İttihatçılığın, darbeci, komplocu, despot ve jakoben oluşudur.
Ancak ihmal edilen küçük bir ayrıntı vardır; İttihatçılar ne 1908 öncesi ne de sonrasında ki iktidar dönemlerinde halka karşı veya farklı fikirde olanlara karşı değil, Saray ya da yabancı devlet işbirlikçilerine dönük bir sertlik içindeydiler. Jakoben tavırları, milleti ezmek veya hizaya getirmek için değil, milleti baskı altında tutan bir despota karşı idi. Yine yaptıkları tek ‘darbe’, yani Babıâli baskını, Balkan savaşının intikamını ve Edirne’yi geri almak maksadıyla düzenlenen bir eylemden ibarettir, bugün anlaşıldığı şekliyle bir darbe bile sayılamaz. ‘Edirne’yi Enver alacağına, Bulgar alsın’ diyecek kadar alçalmış bir Babıali basılarak vatansever bir irade konmuş ve ardından Osmanlının 2. başkenti tekrar ele geçirilmiştir.
Sonuçta İttihatçı önderler, ya Talat, Cemal, Sait Halim Paşalar gibi, İngilizlerin organizasyonuyla Ermeni tetikçilere vurdurulmuş ya da Enver Paşa gibi, İngilizlerin Bolşevik Rusya ile anlaşması sonucu tasfiye edilmiştir.Türkiye Cumhuriyeti devleti’nin kuruluş sürecinde, gerek içerde gerekse de dışarıda İttihatçılar ısrarlı bir takip sonucu teker teker ortadan kaldırılmışlardır
Sanki bir el, 1926 İzmir suikastı davasındaki idamlara kadar, İttihatçılığın tasfiyesini diğer bazı örtülü şartlar gibi,
varlık ve bekamızın şartı olarak dayatmış gibidir. İttihatçılar aleyhine bolca var olan Batı kaynaklı propaganda
ve dezenformasyon malzemesinin, 1950’lerden itibaren sol ve özellikle İslamcı-milliyetçi çevrelerin ezbere tekrarı haline gelmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir başka olgudur.
Enver’i ve İttihatçıları unutmak, hatırlayınca da İngiliz yavelerini ezberden sıralamak, Türk sağının mayalandığı ve
kodlandığı dönemi, sağ’a yapılan aşıyı, biçilen misyonu, çizilen sınırları anlamamız için elverişli bir ölçü sunar. Enver’e ve İttihatçılara küfür edilecektir. Hürriyet ve İtilaf, Ahrar gibi Anglofil partiler ve İngiliz yanlısı prens Sabahattin övülecek, ama Sait Halim Paşa, Mehmet Akif gibi ittihatçılar ittihatçılıklarından özenle ayrıştırılarak sahiplenilecektir. Asker-sivil-aydın ittifakı sol Kemalizm’e terk edilecek ve Menderesle birlikte sonu populist-sağcı çizgide ve demagojik bir ‘millet’ popülizmi üzerinden güya iktidar mücadelesi geleneği oluşacaktır. Milletin muktedir olma davası, ülkenin refah ve kalkınma davası, Devletin milletçe temellükü davası, saltanatın kaldırılması ve Cumhurun egemenliği davası, büyük Türkiye davası, bu gayelerle alakasız hatta taban tabana zıt karakterde anomalik bir sağcılığın parantezine alınarak eritilmiştir. Sonuçta küçük esnaf ve köylülüğü oy tabanı haline getirip hep orada tutan ve metropollerde ‘gecekondu’ ya taşıyarak tekrar ‘taban’laştıran sağ siyasetin geldiği nokta, bunu ‘muhafaza’ edecek bir lümpen demokratizmden başka bir şey olmamıştır. Sol Kemalizm ise, II. Abdülhamit ve İttihatçılarla başlayan ve Mustafa Kemal’in 1930’lara kadar sürdürdüğü milli kalarak modernleşme, dindarlığı yenilikle barıştırma, mülk ve siyaseti yerlileştirme çabalarını çarpıtarak, devletle din, Orduyla dindar, din’le modernlik ve Türklükle Müslümanlığı çatışan ters devreler haline getirip aralarına da mayınlar döşeme misyonu görmüşlerdir. Demek ki, İngilizlerle ilişkileri şaibeli sol Kemalistlerin ve Amerikalılarla ilişkileri netameli sağ muhafazakârların İttihatçılık düşmanlığında buluşmalarında bir ‘hikmet’ bulunmaktadır.
Enver Bey,
İmparatorluğumuz çökerken, en kalifiye kadrolarımızı kaybettiğimizi biliyoruz. İki buçuk milyon askerimizin beş yüz binini çarpışmalarda, bir buçuk milyona yakınını da hastalık, açlık ve ilaçsızlıkla kaybettik. Savaş boyunca üç yüz bin civarında da asker kaçağımız varmış. Dört yıl boyunca 10 ayrı cephede savaşırken, yani her şeyimizi kaybetmek üzereyken kaçan bu üç yüz bin askerin çoğunlukla eşkıyalık yaptığı, yani çocuklarını ölüme gönderen sahipsiz köylülerin mallarına ve namusuna musallat olduğu biliniyor. Savaş bittikten sonra sağ kalanların içinde kaybolan bu kaçakların ve onların çocuklarının, torunlarının, kimler olduğunu merak etmemek elde değil. Tarihçiler, bu kaçakların en fazla ermeni tehciri ile ‘ilgilendikleri’ ve ermeni köylerine yerleştiklerini kaydediyor.
Osmanlı’nın çöküşünden suçlu arayanların, genetik bir ‘suç’la tanışıklık, suçlanma ve suç örtme aşinalığı olmasın sakın?
Enver Bey,
Sen’in ve sizlerin hikâyesi uzun. Daha öğrenecek, konuşacak çok şey var. Şimdilik merak ettiğim birkaç hususa değinmek istedim. Bu ülkedeki anlamsız kavgaların, dışa bağımlılığın, mal ve şehvet düşkünü sağcılığın, din ve millet düşmanı solculuğun, küçük adamların, sahte kişiliklerin, aymazlık, yobazlık ve korkaklığın, yabancı devletlere olan hayranlığın, güce tapmanın, sahte dindarlığın velhasıl Osmanlıdan beri bir gram bile değişmeyen bu ‘milli’ hasletlerimizin yenilgi travması ve İttihatçılık düşmanlığı ile bağlarını merak ettim. Çünkü İttihatçılık, tam da bu hasletlerden arınmak, yenilenmek ve yenilgiyi durdurmak için ortaya çıkmış inatçı ve kararlı bir mücadelenin adıdır. Acaba travma sandığımızdan daha da derin izler bırakarak genlerimizi de mi bozmuştu? Ya
da gerçek manada modernleşemeyeceğimizi içgüdüsel olarak anlayıp buna tepki olarak her şeyimizi ‘bozmayı’ mı seçmiştik?
Batılıların bizi Anadolu’dan da süreceğine dair korkumuz, abartılı ve üretilmiş dramatik bir güçlü olma ve yücelme arzusu şeklinde dışa mı vuruyordu? Yoksa siz’den ders alan batılı güçler, bir daha size benzer baş belaları çıkmasın diye, tıpkı II. dünya savaşından sonra Churchill’in “Almanya’yı bela yapan Prusya’dır, bu bölgeyi Almanya’dan arındırmak ve nüfus yapısını da değiştirmek gerekir” dediği gibi, bize de benzer bir ameliyat mı yapılmıştı? Yakın tarihimizin en acılı döneminde çok şeyimizi borçlu olduğumuz bir kuşağa karşı, topluca ve yalanlarla dolu kin ve düşmanlığın bu kadar benimsenmesinin manası ne olabilirdi?
Enver Bey, Siz, siyaseti yüce gayeler için ve bileğinizle, yüreğinizle, haklılığınıza yaslanarak, çile çekerek ve elinizde
avucunuzda ne varsa feda ederek yapıyordunuz. Bugün bin bir türlü dengeyi gözeterek makam mevki para pul elde etmek maksadıyla siyaset yapılır oldu. Üstelik bu amaçla bir yabancı güçle iş tutmak, devletin belli odaklarından icazet almak, para sahiplerinin kanatları altına girmek gayet yaygın bir hastalık durumunda. Siz, Doğru ya da yanlış, bir şeylere inanır ve onu sonuna kadar savunurdunuz. Bir fikriniz, bir sözünüz, bir namusunuz vardı. Gerektiğinde fikirleriniz ve inançlarınız için gözünüzü kırpmadan ölüyordunuz. Yiğitlik şanınız, mertlik karakterinizdi. Rakiplerinizin dahi kalitesini geliştiren bir tesiriniz vardı.
Bugün, bir şeylere inanmak değil, ‘ne istediğini bilmek’, ‘bir şeyler elde etmek’, ‘pazarlığı ve hesabı bilmek’ revaçta. İhtirasların ve arzuların şehveti hayatımızı esir aldı. Zalimlerin ve ayaktakımının ahlakı bütün ülkeyi işgal etmiş durumda.
Siz, o yoksulluk, çaresizlik, imkânsızlık günlerinde, yurtdışına adam gönderir, örgütler kurardınız, yabancı elçiliklerle görüşür oyun çevirirdiniz, uzak diyarlarda isyanlar çıkartır düşmanı oyalardınız. Oğlun Ali, 1940’larda Londra’da öğrenim görürken, Londra büyükelçimizin aracılığıyla Churchill’le görüştüğünde Churchill ona, “Senin baban benim siyasi kariyerimi yirmi yıl erteledi” demiş. Sizin görkemli savaşlarınız, o zaman İngiltere de, Rusya da, Fransa da, İtalya da iktidar ve hükümet değişimlerine neden olmuştu.
Bugün ise, ülkemiz bütün istihbarat örgütleri ve örtülü operasyonların laboratuarı durumunda. Okumaya gönderdiğimiz çocuklarımız ya buradaki zulümlerden bıkıp bir daha dönmez oluyor veya ‘iyi ilişkiler’ kurabilmişse paraşütle dönüyor.
Siz, Iraktaki İngiliz işgaline, kanal harekatı, Filistin direnişi, Kut-ul amere zaferi ve Medine müdafaası ile cevap vermiştiniz.
Biz bugün Amerikanın Irak işgaline neresinden ve nasıl katılacağımızı, karşılığında ne elde edebileceğimizi tartışır
olmuşuz.
Siz, çürümüş bir hanedanlığın, tükenmiş bir İmparatorluğun, cehalet ve yoksullukla malul bir milletin çocuklarıydınız. Bin bir imkânsızlık, karmaşa ve devletler oyunu içinde büyüyüp çöküşü durdurmak için sonuna kadar ve yiğitçe dövüştünüz.
Biz, Hasan öğretmenlerin yetiştirdiği çocuklarız. Büyüdükçe tanıyoruz, anlıyoruz her şeyi. Çocukluk masalları, yalanlar ve aşılamaları ayıklamaya çalışıyoruz. Bizi büyütecek ve büyüdükçe kavrayacağımız gerçeklerimizle yüzleşmeye çalışıyoruz. Hz. Peygamberlerin Uhud Savaşında ki gibi, geçici bir üstünlüğü zafer zannedip ganimet paylaşmaya koşanlarla, Beni Ümeyye’nin şef leri gibi, halkına zulmetmeyi meslek edinmiş “asker kaçaklarının torunlarının” arasında süren, Amerika, İngiltere yada AB’ye kim distribütörlük yapacak kavgasını
şimdilik seyrediyoruz.
Enver Bey, sen Türk’tün. Kuşçubaşı Çerkez, Abdülkadir Kürt, Akif Arnavut, Sait halim Arap’tı. Talat Masondu, Cavit bey dönme. Savaşa kadar, Ermeni, Rum, Süryani, İranlı, Azeri, Bulgar, Gürcü dostlarınız, müttefikleriniz, taraftarlarınız da vardı. Hepiniz Osmanlıydınız ve hep birlikteydiniz. Bütün Osmanlı’nın, bütün Avrasya’nın, bütün Doğu’nun direnme ve dayanma çabasıydınız. Başaramadınız.
Sizden sonra Ruslar, sizin çabanızı, Rus merkezli ve Sosyalizm görünümüyle denediler. Onlar da uzun bir denemeden sonra başaramadılar. Doğu’da misyon hala boşlukta. Emperyalizm kazanmaya, biz yenilmeye devam ediyoruz. Devletimiz tam bir kuşatma altında, işi kartlı kurtlu filmler çevirmeye kadar dağıtmış durumda. Milletimiz, artık her şeyi boşlamış, gündelik dertleri dışında herhangi bir şeyle meşgul olmak, hatta düşünmek, tartışmak, yorulmak istemiyor. Aydınlarımızın bir kısmı iktidar yağcılığı, bir kısmı rejim bekçiliği, bir kısmı da
şaklabanlık yapıyor. Sermaye sahiplerimiz henüz ‘burjuva’ bilinci ve seçkinliğine sahip değil. Yabancı sermaye acenteliği ile devleti soyma uğraşı yanında bu işler biraz fantezi geliyor onlara. Durum, sandığımızdan da kötü aslında.
Yaşasaydın hemen durumdan vazife çıkarırdın biliyorum.
Burada bir şey daha eklemem gerek; Enver deyince aklına hemen yayılmacılık ve macera gelenler, senin hiçte macera olmayan ve sadece savaşı tüm Asya’ya yayarak Anadolu’yu rahatlatan bir savunma hattı ördüğünü unutuyorlar. Üstelik lazım olduğunda da neo Osmanlıcılık, bölgede etkili olmak, Musul- Kerkük hikayeleri üzerinden seni çağrıştıracak sözde emperyal ajitasyonlar çekiyorlar. Oysa Enver, evvela soylu bir savunma ve kararlı bir var olma davasıdır. Enverizm, bir emperyal vizyondur ama bu vizyon bir yayılma değil, dağılmama, en azından yenilmeme, yani ‘sonumuz Endülüs’ün sonu gibi olmasın’ iradesi ile sınırlıdır. Bu nedenle Enver ve İttihatçılık, önce içerde toparlanmanın, sağlam durmanın, dayanmanın ve yenilenmenin adıdır. Bu iradeyle, bütün iç sorunlarımızı çözecek ve dışa bağımlılığı asgariye indirecek Milli demokratik bir restorasyondur Enverizm..Meşrutiyetin sloganları olan, ‘Adalet, Özgürlük, Kardeşlik’, maksadı olan ‘anayasal bir yönetim ve meclisin egemenliği, ve örgütün adı olan ‘birlik’ ve ‘İlerleme’ , bu iradenin özetidir aslında ve hala geçerlidir. Emperyal hevesler ise dış güçlerin gazıyla değil, yine savunma amaçlı ve mazlum milletlerin dayanışması temelinde birlik ve ittifaklar olarak rasyonel bir büyüme stratejisinin doğal sonucu olabilir ancak.
İşte bunun için İttihatçılıkla, yani o kendine güven, haysiyet, vatanseverlik ve cesaretle tanışma ve barışmamız gerekir diyoruz. İşte bu maksatla Kürd’ünü de, dindarını da, batıcısını da, solcusunu da liberalini de içinde toplayan bir üst cephe iradesi olarak İttihat Terakki üzerinde yeniden düşünelim diyoruz.
İşte bu manada Enver diyoruz. Şehit naşının cebinden bir büyük harita, bir Kuran-ı Kerim, yarım kalmış bir mektup ve birkaç kuruş para çıkan Enver.
Yaşadığımız kâbusun ‘şifreleri’ni çözmemizi sağlayacak ayak izleri dışında, geriye maddi olarak hiç bir şey bırakmayan; bir komutan, bir devlet adamı, bir eş, bir insan nasıl olurmuş düşmanına bile ispat eden, bir yalnız ama büyük adam.
Hasan öğretmen doğru söylemiş, Şu küçük kafalar ve küçültülmüş garip ülke, bir gün büyüyünce anlayacak seni..
Hûda’nın birliğine emanet ol..
* Makedonyadan Orta Asya’ya Enver Paşa, Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Kitabevi,
İst. 1972
- ahmetozcan
- 4 Ağustos 2018
- 0 Comment