Kürt Meselesi ve Türkiye’nin Kimliği

12 Ocak 2025

AB süreci ve Irak işgaliyle yeni bir mana ve bağlama kavuşan Kürt meselesi, sonunda Türkiye’nin ve milletin adının sorgulandığı bir tartışmayı da tetikledi. Bu tartışma*, meşruiyet sorunu, sistemin paradoksu, asabiyenin kaybı ve toplumun dolaylı hesap soruşu bağlamında oldukça elverişli bir örnek olarak ta tarihe geçecektir. Saydığımız bütün öğeler, bu tartışmanın içinde mündemiçtir. Türk milliyetçileri ve soy Kemalistler dışında, hemen her kesimden insan, tavrı ve edasıyla bu tartışma sürecinde en azından suskun kaldı. Türk kimliği olarak kodlanan resmi tanımın, ciddi bir yıpranma ve marjinalleşme tehlikesiyle yüz yüze olduğu ortaya çıktı. Hemen belirtelim, temel ya da ilk ölçümüz olan anti-emperyalizm bağlamında, Türk kimliğinin ve Türk adının yıpratılmasının hiçbir sorunu çözmeyeceği gibi, sadece bu isimle tarihsel sorunları
olan emperyalistlerin rövanşist tavrına hizmet edileceği açıktır. Mesela Kürtler, daha doğrusu Kürtlük adına konuşanlar, Türklüğün yıpratılmasından kendilerine alan açılacağını zannetmektedir, oysa Türklüğün tam bu noktada Kürtlüğü de içerdiği için emperyalizm açısından son tahlilde Kürtleri de ifade ettiği unutulmamalıdır.
Kürt meselesinin Batılı emperyalistler tarafından istismar edildiği doğrudur. Ancak, diğer sorunlar gibi, Kürtlük eksenli talep ve sıkıntılarda Batıcı oligarşik elitlerin milliyetçi, inkarcı, tek tipçi ulus modelini zor ve baskılar eşliğinde dayatmasının ürünüdür. Bir tek insanın dahi haklı ve meşru talep ve sorununun bütün insanlığın ve toplumun sorunu olduğu ahlâki ilkesinden hareketle, Kürt kökenli insanların sadece Kürt olmalarından kaynaklanan sıkıntılar yaşadığını kabul etmemek ve terör ya da Batı istismarını bahane ederek her tür haklı talep ve şikayet karşısında inkarcı ve saldırgan davranmak, sorunu iyice girift hale getirmiştir. Bu şekilde Kürt halkı adına konuşma hakkını kendinde gören birçok örgüt ve çevre ortaya
çıkmış, tıpkı din, Alevilik, Türklük, Cumhuriyet ve demokrasinin evsahibi gibi konuşanlara benzer bir sorun simsarları türemiştir. Ve diğer sorunlarda olduğu gibi, Kürt sorununda da işte bu tarafların iz’an, insaf ve vicdanına mahkum olunmuştur. Devlet, zaten bir akıl tutulması yaşadığı için, kim bir kuyuya taş atsa kırk akıllı çıkarmaya cesaret edememektedir. (Yakın tarihten bir misal; 12 Mart 1971 darbesinde Süleyman Demirel’e bir çentik daha atmak maksadıyla özel okulları kapatma kararı alınmış, böylece o tarihlerde bir iki tane olan özel okullardan Yahya Demirel’e ait olan Yükseliş Koleji de kapatılmıştı. Fakat ne var ki, kuyuya atılan taş, bir yasa çıkarma şeklinde olmuş ve Heybeliada Rum Okulu da bundan nasibini almıştı. İşte o tarihten beri bu okulun açılmasına kimsenin gücü yetmemekte, bu okulun kapalı tutulmasının hangi yüce(!) devlet politikasının ürünü olduğunu da kimseler bilmemektedir. Devletimiz büyüktür ve ne yapıyorsa bir bildiği vardır inancı, bürokratik devlet refleksi haline gelmiş, memur zihniyeti, gözlerini kapatıp
vazifesini yapmayı devlete biatın tescili zannetmeye alışmıştır.)
Tıpkı bunun gibi, ne maksatla olduğu bugün dahi izah edilemeyen Kürtçe konuşma yasağı 12 Eylül darbesinden sonra uygulanmış, Kürt köylerine baskın ve eşkıya kovalama adı altında yürütülen baskı politikaları, PKK hareketinin güçlenmesine ve sonrasında iç savaşa kadar tırmanmıştır.
Osmanlı devlet geleneğinde, isyan liderleri yakalanınca biat tazelerse onlara yeni görevler verilir, yeniden isyan edemeyeceği ama devlete hizmet edeceği bir statü ile salınırdı.
Biat etmeyenler ise asılır ve çoluk çocuklarına maişet ve makam temin edilirdi. Bu siyaset, devletin kin tutmadığını, biat ve sadakat ölçüleriyle olaylara baktığını göstermesi açısından ilginçtir. Oysa bugün Türkiye Cumhuriyeti devletinin bu konularda nasıl bir siyaseti olduğu dahi belli değildir. 1926 İzmir Suikasti sanıklarının, Adnan Menderes’in ya da Deniz Gezmiş’lerin idamının nasıl bir devlet geleneği ve kuralına
dayandığı dahi belli değildir. Oysa devlet, hele de bu toprakların devleti, her şeyi kurallara bağlayarak yapmanın adıdır.
Yani kuralları eleştirebilir, değiştirmeye çalışır ya da kurallara isyan edebilirsiniz. Ama her durumda bir kural vardır ve hatta Osmanlı’nın son dönemlerinde devlete baş kaldırmanın, kazan kaldırmanın dahi kuralları olduğu bilinmektedir. Tamamen keyfi, günübirlik ve nedeni bilinmeyen baskı ve zorbalık geleneği, II. Abdülhamit’le başlamıştır. Onun açtığı keyfi yönetme örfü, sonradan Cumhuriyet’e de bulaşmıştır. Bu örf, devlet olmanın manasıyla çelişir.
Kürt meselesinin bu kadar giriftleşmesi ve bu kadar göz göre göre ABD ve AB inisiyatifine girmesinin asıl nedeni devletin bu keyfiliğe dayalı örfüdür. Ne bir izah, ne bir siyaset ne de bir çözüm ortaya atılamamakta, olaylar doğal seyrine bırakılmaktadır. Hatta bu sorun düşmanlar için geçerli psikolojik harp taktiklerinin devletin kendi vatandaşlarına uygulamasına kadar derinleşmiştir.
Etnikçi Türkçülüğün her ne kadar devlet siyaseti olmadığı iddia edilse de, birçok gizli ve örtülü uygulama ile hâlâ yaygın olduğu bilinmektedir. Unutulmamalıdır ki, bu topraklarda her şey devletle başlar ya da devlet başlatır. Bu coğrafyanın kültürü budur. Devlet, bu topraklarda halktan birkaç adım önde yürüyen bir örgütlenmedir. Çünkü doğası gereği, toplumun varlık ve beka hassasiyetinin maksimum düzeyde yoğunlaştığı bir mekandır. Bu nedenle, devlet etnikçi, din ya da mezhebe dayalı siyaset yaparsa halkta yapar. Ve tabii, halk, devletin yaptığını taklit ettiği gibi, tersinden zıddını da yapar. Devlette bir karşılığı olmayan, yani devletin yapmadığı bir şeyi halkın icat edip yaptığı pek görülmemiştir. Asiler dahi son tahlilde
devleti ele geçirmek için mücadele ederler. Bu manada, Kürtçülük, devletin açık ve örtülü Türkçülüğünün tersinden taklididir. Ve bir kez bir hareket devletle çatışmaya-ayrışmaya girer de biraz büyürse, başka bir kuraldır ki, büyük devletler de devreye girip olayı çift yönlü istismara başlarlar.
Devletler oyunu, son derece karmaşık ve zekice oynanan bir satranç oyunudur. Kürt meselesi gibi, Alevilik ve dinsel talepler konusunda da Türkiye devletiyle büyük devletler arasında girift oyunlar oynanmıştır. Almanya, Rusya, Fransa, İngiltere ve ABD, Kürt meselesinde hem TSK ile hem de Kürt(çü) gruplarla çift yönlü oyunlar içine girmiştir. Yani, devletin yürüttüğü siyaset dediğimiz şeylerin birçoğunun oligarşik kuşatma altındaki devlete dayatılan büyük devlet siyasetleri olduğu söylenebilir.
Millet açısından aslında ne Türkçülük ne de Kürtçülük diye bir konu ya da tutum yoktur. Sıradan Türk kökenli vatandaşların Kürt kökenli vatandaşlarla hiçbir sorunu yoktur ve olmamıştır. Birbiriyle kız alıp veren her topluluk artık birlikte başka bir halk olmuş demektir. Sıradan Kürt vatandaşın da ne Türkle hatta ne de devletle sorunu yoktur. Hatta bu topraklarda devlete sadakat kültürü baskın olan kesimlerden birinin de Kürt kökenli vatandaşlar olduğu bile söylenebilir. Zira Kürtlerde güce dayalı kültürün etkisi hâlâ baskındır.
O halde, sorunun devletle büyük devletlerarası oyunlar bağlamında giriftleştiğini söyleyebiliriz. Yani çözümsüzlük ve tıkanıklığın nedeni, sorunun toplumun bir kesiminin sahici talep ve sıkıntılarından çıkıp, artık uluslararası bir boyut kazanmasıdır.
Bizce devletin etnikçi akıl tutulmasının birkaç nedeni vardır. Birincisi, başörtüsü yasağı ve mezhep konusunda olduğu gibi, Heybeliada Ruhban Okulu tarzı memur zihniyetinin sorunları çözmek yerine üstünü örterek zamana yaymak, çöpleri halı altına süpürmek alışkanlığıdır. Yani “Bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz.” böbürlenmesi aslında “Şu okullar olmasaydı milli eğitimi ne güzel idare ederdik.” anlayışının tersinden söylenmiş halidir. Devlet yönetme geleneği, Süleyman Demirel’in temsil ettiği günü kurtarmacılık ve mevkiini koruma tarzına kilitlenmiştir.
İkinci neden, II. Abdülhamit’le başlayan ve Cumhuriyette devam eden keyfi yönetim geleneğidir. Bir şekilde ve bir nedenle kararlar alınır ve uygulanır. O kararların yanlışlığı sorgulanamaz, eleştirilemez, öyle bir terör ortamı yaratılır ki, o karara itiraz eden vatan hainidir, devlet düşmanıdır, millet düşmanıdır, bölücüdür vb. Başörtüsü yasağı da aynı şekilde hangi kafa yapısının, ne murad ederek başlattığı bilinmeyen, kimsenin de üzerine alınmadığı, çok az bir kesim dışında pek kimsenin de savunamadığı bir yasaktır. Amma velakin,
20 yıldır kimse bu yasağı kaldıramamaktadır! Rejimin laiklik niteliği Anadolu kadınının başörtüsüne takılıp kalmıştır.
Üçüncü neden, bizce bu topraklarda, soyTürk olmayan ve etnikçi ve bölgeci karakterini Türkçülük ya da sadık vatandaş kılıfı ile ustaca gizleyen örtük etnikçi ve bölgeci toplulukların devlet ve toplum içine yaydığı Kürt karşıtı alerji ve antipati duygusudur. Yanlış anlaşılmak istemeyiz ama, Ege, Akdeniz ve Karadeniz bölgesi kökenli birçok insanın, samimi ortamlarda bilinçaltını durduk yerde boşaltıp Doğu insanına,
Kürtlere, hatta kendi bölgesinden olmayan herkese küfrettiğini, hakaret ettiğini, asmalı-kesmeli şeklinde konuştuğunu herhalde bu satırları okuyan herkes bilmekte, tanık olmakta, belki de kendisini de böyle konuşurken hatırlamaktadır. Bunun sadece, PKK terörü döneminde bu kentlere giden cenazelerle alakasının olmasını ümit ederiz. Zira o zaman tabii bir tepki ve sahici bir acının oluşturduğu geçici nefret olarak görmek, tasvip edilmese de, anlamaya çalışmak mümkün olabilir. Ama, eğer, bu topraklarda başından beri uygulanan Kürt antipatisine dayalı baskı ve ayrımcı siyasetlerin kökeninde yatan sosyolojik nedenlerden biriyse, o zaman bu bilinçaltının kapsamlı bir sağaltıma tabi tutulması gerekmektedir.
Yani sokaktaki, köyündeki soy olarak Türk-Türkmen-Yörük vatandaşların Kürtler konusunda en az milliyetçi ve ayrımcı olduğu söylenebilir. Ama soy olarak Türk ve Kürt olmayan bazı unsurların, nedense eski bir Kürt alerjisi oldukları gözlenmektedir. Bu ülkede sorunlar açıkça ve açık yüreklilikle konuşulmadığı için bu durumu aslında herkes bilir ama deklare etmez.
Olayın Kürt tarafına gelince. (Maalesef, konuyu konuşabilmek adına biz de etnikçi dille konuşuyor hatta taraflardan bahsediyoruz. Ama bu sorunu ortadan kaldırmak için başka çaremiz yok. Gerçekte Kürt diye bir ayrı taraf yoktur.) Kürt vatandaşların temel sorununun belirttiğimiz örtülü devlet politikaları ve sosyolojik antipatinin yarattığı onur kırılması ve aşağılamalara duyulan tepki olduğu kanaatindeyiz.
Örgütlü Kürt isyanları ve hareketleri, bunların devletle ve büyük devletlerle ilişkileri konumuz değil. Ama eminiz ki, sıradan/tabii Kürtlerin bu haklı şikayet ve talepleri olmasa, ne devletler ne de gizli etnikçi unsurlar meseleyi bu kadar girift hale getiremeyecektir.
Bu nedenle, meselenin asıl muhatapları olan tabii Kürtlerin sıradan faşizmlere ve şovenizmlere sürüklenmemesi, öncelikli sorundur. Bunun için, öncelikle devlet düzeyinde bu konudaki örtülü ayrımcılık siyasetlerinin terk edilmesi gerekir.
Oysa devlet AB dayatmasıyla sahte ve suni vitrinlik düzenlemeler yapmaktadır. Bunlara gerek yoktur. Yürütülen Kürt karşıtı ve Kürtlere güvenmediğini hissettiren her tür pratiğin terk edilmesi yeterlidir. Bundan sonrası, dil, eğitim, yayın vb. konulardaki tolerans alanının genişletilmesidir. Bu genişletme siyaseti de sadece bir etnik topluluğa özel olmayıp, bütün millete ve her tür doğal farklılık ve zenginliğe dönük olmalıdır…
Kürt  vatandaşların, PKK sonrası sıradan Kürtçülük bilincine kapıldıkları gözlenmektedir. Sıradan Kürtçülükle kastımız, örgütlü bir hareket halinde kendini ifade etmeyen, bir tür gündelik yaşam içinde yaygınlaşan Kürtçü bir üslup, Kürt kimliğini öne çıkarıcı bir davranış ve en önemlisi ters çevrilmiş bir Türk alerjisidir. Kürt bölgelerinde yoğun olarak gözlenen bu davranışlar, hem devletin yanlış politikalarına gecikmiş bir tepki, hem de bahsettiğimiz soyTürk olmayan ama etnik Türkçülük yapan unsurların Kürt alerjili sosyolojik reflekslerine öykünen, onu ters çevirerek cevaplayan bir refleks gibidir. Son yıllarda Kuzey Irak’ta gündeme gelen Kürt devleti kurma çabası da bu eğilimlerin yaygınlaşmasında pay sahibidir. Sıradan Kürtçülük, örgütlü Kürtçülükten daha tehlikelidir. Durum öyle bir hal almıştır ki, herhangi bir Kürt kökenli vatandaşın, tamamen doğal ve meşru bir hal içinde Kürtlükten bahsetmesi, Kürtçe konuşması, Kürt kültürüne dair herhangi bir davranış göstermesi dahi, sıradan Kürtçülüğün refleksi gibi anlaşılabilmektedir. Mesele bu kadar ayrıntılara inerek giriftleşmiştir. Oysa ne bu reflekslere gerek vardır, ne de buna tepki duymaya. Etnik kimliği öne çıkarıcı her tür davranış ile etnik kültürün doğal dışavurumu ara sındaki ince sınırın iyice kalınlaşması gerekmektedir. Bunun yolu da, Kürt kökenli vatansever insanların sağduyu doğrultusundaki çaba ve çalışmalarından geçmektedir. Hemen her meseleyi bir şekilde Kürtlüğe getiren, ısrarla ve hiç yeri yokken Kürtlükten dem vuran, olur olmaz her şeyi Kürt kültürüne mal ederek adeta icat edilmiş sahte Kürt kimliğini Türk olmamanın gerekçesi ve sınırı yapan bir üsluba ve kafaya sahip olanlarla konuşacak ya da çözecek bir şey yoktur. Onları, Allah’a ve zamana havale etmek gerekir. Zira onlar da, Osmanlı’dan kopan halklar gibi eski bir trene binmiştir. Ne sağduyu, ne akıl, ne insaf ve vicdan ve ne de vatanseverlik temelli ortak millet olma şuuru, bu sıradan şovenizmi ikna edemez. Bu kafadaki insanlara ne söylense boştur. Aynı kafadaki Türkçüler, Arapçılar, Çerkesciler, Lazcılar, Arnavutçular için de bu böyledir. Ama ne mutlu ki, diğer etnik vatandaşların çoğunluğu gibi, Kürt kökenli vatandaşların ezici bir çoğunluğunun da bu kafadan olmadığı açıktır. Aksi halde, şu an iç savaş hali yaşanıyor olurdu. Yani, Kürtler, çoğunluk itibariyle Türklerle iç içe geçmiş, bundan gocunmayan, Kürtlüğünü ne inkar eden ne de öne çıkartan, vatansever bir topluluktur. Ortak Müslüman değerler ve iç içe geçmiş ortak yaşam tarzı nedeniyle zaten büyük bir Kürt nüfus, diğer etnik unsurlarla karışmış, bir şekilde akraba olmuştur.
Sorunun pratik çözümü, bu İslam bağı ve akrabalık ilişkisini temel alarak, Kürt kökenli vatandaşların psikolojik itilmişliği ve inkarını ortadan kaldırmak, daha fazla sosyal entegrasyon ve anti etnikçi dille yeni bir vatanseverlik kültürünün yaygınlaştırılmasında yatmaktadır.
Siyasal ve hukuki düzeyde Kürt örgütlerinin ayaklarının altından ayrılıkçı eğilimleri çekmenin yolu ise, bir şekilde Irak’ta Türkiye nüfuzu ve desteği altında bir demokratik idarenin kurulması ile sağlanabilir. Yani Kürt nüfusun Kürdistan’da siyasal temsilinin olmasının hiçbir sakıncası yoktur.
Yeter ki, bu temsil tarzı Türklere ve Araplara düşman olmasın. Bu bağlamda, devletin uzun vadeli perspektifle, Müslüman Kürt halkının sorunlarına Türkmenler ve Araplarla birlikte sahip çıkması, onların devleti gibi davranması ve gerçekten onların devleti de olması gerekir. Bundan sonrası, Kuzey Kıbrıs gibi, Türkiye’nin sorumluluğunda bir Kürdistan’ın bölgede Türkiye ile birlikte etkin olmasıdır.
Esasen, bütün bölge tek bir ülkedir ve Türkiye’nin hâlâ oralarda söz hakkı ve sorumlulukları vardır. Suriye, Irak, Lübnan, Filistin, Ürdün ve Suudi Arabistan, yani sadece Kürtler, Türkmenler değil, Araplar da Türkiye için akraba, müttefik ve kardeş halklardır. Dolayısı ile Türkiye’nin dostça yaklaşımlarının, düşmanca ya da tedirgin yaklaşımlardan daha fazla pozitif sonuçları olacaktır. Ama bölgedeki İsrail eli, böyle bir
bütünleşme ve rezonansın oluşmasını engellemek için elinden geleni yapacaktır. Kürdü Türke, Araba düşman etmek ya da göstermek, sadece İsrail’e yaramaktadır. Oysa bölgede Batı’nın güdümünden çıkarak Türkiye’nin destek ve etkisini kazanan her oluşum ve eğilim, hem Türkiye’nin hem de bölge halklarının yararınadır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Kürt meselesi, bu bağlamda ulus devlet formu bu haliyle kaldığı sürece Müslüman halkların ve devletlerin birbirine düşmesini sağlayacak bir fitne olarak devam edecektir. Bu fitne ortamından ise sadece Kürtler değil, Türkler, Araplar ve İranlılar da payını alacaktır, almaktadır. Ulusal kimlik bağlamında Kürtleri bir yere koyamama, devletlerin sıkıntısıdır. Aynı bağlamda yeni bir parça-devlet, hatta Batı destekli İsrail gibi ajan devlet kurma davası da Kürtlerin sıkıntısını ifade etmektedir.

Her emperyalist savaş ortamında fırsat bilip devlet kurmaya kalkan Kürt aşiretlerinin bu trajik modern tarihi, hem adalet ve insaf açısından yeter dedirtecek bir trajediyi, hem de anti-emperyalizm bağlamında yeni bölünme ve parçalanma eğilimini temsil ettiği için yine yeter dedirtecek bir düşmanlığı beslemektedir. Kürtlerin hem bu trajedinin hem de düşmanlığın öznesi haline gelmesi, oturup yüzyıllık muhasebeyi yapmanın zamanının geldiğini göstermektedir.
Kürt meselesinin uzun vadede tamamen çözülmesinin bir diğer yolu da, bütün bu iç konsolidasyon ve Türkiye destekli Kürdistan sürecinin, büyük bölgesel bir üst devlet örgütlenmesine entegrasyonunun tamamlanması sonucunda sağlanacaktır. Yani, gerçek Osmanlı olarak kodladığımız ve yeni bir isimle ama Osmanlı’nın barışcıl ve adalete dayalı ilk dönemindeki ruhla örgütlenecek olan bu büyük üst devletin, bütün bölge halklarını kapsayan üst kimliği ve hukuku olacaktır.
İşte bu büyümenin gerek şartı, bugünkü devlet yönetme alışkanlıklarının terk edilerek, emperyal akıl ve milli ruhla donanmaktır. Bu akıl ve ruhun çözemeyeceği hiçbir sorun yoktur. İşte o zaman kendini Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez vb. şeklinde öne çıkarmanın gereği kalmayacağı gibi, çıkmasının tedirgin edici sonuçları da olmayacaktır. Ve büyük ve zengin bir kültürün sahibi olan bu milletin onlarca dili, sofra kültürü, giyim tarzı, meşrebi, sanatı, edebiyatı, şiiri, müziği birlikte ve birbirinden beslenerek, büyük bir milletin zenginlikleri halinde diğer insanlık ailelerine sunulacaktır.
Bu bağlamda, AB süreciyle gündeme getirilen, Türkiye’nin adı, milletin kimliği gibi tartışmalar, esasen Türküyle, Kürtüyle, Müslümanlığı ile yani tüm ortak değerleri ile Türkiye’nin varlığının tartışmaya açılmasını ifade etmektedir. Batı destekli bu suni gündemler, Batı’nın Türklere dönük rövanşist tutumunun ürünüdür.
Türkiye’nin yeni bir kimliğe değil, yeni bir ortak ülkü ve davaya ihtiyacı vardır. Türkiye’nin kimliğini tartışmaya açanlar, eğer niyetleri üzüm yemek ise, aynı mantık ve gerekçelerle ABD’nin, AB ve üye ülkelerinin de isim, kimlik, ulusal karakter ve değerlerini sorgulamak zorundadırlar. İslamcılık ya da
Marksizm gibi bir büyük anlatı çerçevesinde, yeni ve daha iyi bir dünya kurma bağlamında enternasyonalizmi savunmanın veya ulusallığı sorgulamanın en azından bir tutarlılığı vardır.
Ama AB süreci gibi belirsiz bir yol uğruna Türkiye’nin varlığını tartışma konusu etmek, sorunları tartışmak değil, Batı adına Türkiye’nin varlığını tartışmaya açmaktır… Oysa bu tartışma, ne adına olursa olsun, emperyalizme hizmet edecektir. Türkiye, sorunlarını bu kurnazca tertipler eşliğinde yeni sorunlar çıkartarak değil, kendi gerçekliği ile yüzleşerek çözebilir.
Üzerinde tartışmaya değer tek isim, Türkiye değil, bütün bölge halklarının katılımıyla oluşacak ‘büyük bütün’ün ismidir. O ismi koyana kadar, tabii olanı zorlamamak ve Türk ismini emperyalizmin ağzıyla ve onların adına yıpratmamak, Kürdü Türkten ayrı olan manasında kullanmamak, Kürdü aşağılayan, dışlayan ya da inkar eden söylemleri terk etmek, dikkat edilecek hassas sınırlar olmalıdır.

İlk yayın: 2007 -haber10.com

Ahmet Özcan

Ahmet Özcan:

Nüfus kaydı ismi Seyfettin Mut. İ.Ü. iletişim fakültesi mezunu (1984-1993); yayıncılık, editörlük yapımcılık ve yazarlık yaptı. Yarın yayınları ve haber10.com haber sitesinin kurucusu.
Ahmet Özcan, yazarın müstear ismidir.

-Yer aldığı Dergiler:

İmza (1988), Yeryüzü, (1989-1992), Değişim (1992-1999), haftaya bakış (1993-1999), Ülke (1999-2001), Türkiye ve dünyada Yarın (2002-2006)

Yayımlanmış Kitaplar:

-Yeni bir cumhuriyet için-
-Derin devlet ve muhalefet geleneği-
-Sessizlik senfonisi-
-Şeb-i Yelda-
-Yeniden düşünmek-
-Teolojinin jeopolitiği-
-Osmanlının Ortadoğu’dan çekilişi-
-Açık mektuplar-
-Davası olmayan adam değildir-
-İman ve İslam-
-Yenilmiş asilere çiçek verelim-
-Tevhid adalet özgürlük-
-Devlet millet siyaset

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Bakmadan Geçme

Yahudilik Nedir? Ne değildir?

İsrail’in Gazze saldırısı, İsrail, siyonizm, Filistin, Kudüs, ABD, Avrupa, İngiltere,

Demokrasi ve Demagoji*

Demokrasi ile demagoji arasındaki benzerlik, ikisinin de Antik Helen politei’sinin

Tevhid Adalet Özgürlük

İçindekiler Ön Söz……………………………………………………………………………………… 7 İslam, Tarihsellik ve Değişim…………………………………………………….. 13 Müslüman