Bütün putları devirelim!

4 Temmuz 2023

Amerikalı romancı Gore Vidal, ‘İmparator Julian’ adlı romanında M.S. 313’te Hıristiyanlığı resmi din olarak benimseyen Roma İmparatorluğu’nun bu tercihine gecikmiş bir tepki olarak 360’larda iktidar olan pagan inançlı İmparator Julian’ın hayatını anlatır.
İsa’nın tek tanrı oluşunu saçma bulan ve eski tanrılara geri dönüşü savunan Julian, bir yandan yeni teopolitik düzenin kiliseleri ve elitleriyle mücadeleye girişir, öte yandan eski tapınakları ve inançları diriltmeye koyulur. Başkent İstanbul, bu ilginç çatışmanın farklı boyutlarına sahne olur. Hıristiyanlık, ilk politik sınavını vermektedir. Farklı mezhepler ve inanç tartışmaları sürerken ortaya çıkan bu imparator, elde edilmiş olan politik zaferi baltalamaktadır ve bu nedenle bütün kiliseler putperest ve gerici imparatora karşı yoğun bir propaganda faaliyetine girişirler. Julian da boş durmaz; eski pagan çevreleri destekleyerek kritik görevlere getirir, Hıristiyan olmuş pagan rahipleri eski inançlarına döndürmeye çalışır. Kiliseye el atarak, iç tartışmalarına müdahale eder, kendisine yakın bulduğu rahibi patrik seçtirir vb. Julian romanı, adeta bugünkü İstanbul’da geçmektedir ve dinle siyaset, farklı dini anlayışlarla devlet ilişkilerinin heyecanlı mücadelesini okurken hiç yabancılık çekmezsiniz.
Her şey o kadar tanıdık ve o kadar da sıkıcıdır ki, iyi ki insan ömrü 2 bin yıl değil de, ortalama 60 yıldır diye düşünürsünüz. Aksi halde aynı şeyleri 2000 yıl boyunca yaşamak gerçekten çekilmez olurdu.
Hıristiyanlığın Roma resmi dini oluşuyla başlayan hikayesi elbette uzun. Ama kısaca söylersek, ölmekte olan Pagan Roma, Hıristiyanlık sayesinde yeniden can bulmuş, sıradan ve o çağlarda çokça rastlanan türden akımlardan biri olan Hıristiyanlık da Roma sayesinde bir dünya dinine dönüşmüştür diyebiliriz. Bu karşılıklı ‘büyük buluşma’nın dönemin jeopolitik ve ekonomi-politik koşullarında bir karşılığı vardır.
İran-Roma savaşlarında İran (Sasaniler) üstün durumdadır, Batı Avrupa’da ise barbarlar (bugünkü Germenler, Franklar) Roma’yı taciz edip durmaktadır ve batıya gönderilen her komutan barbarları arkasına alarak imparator olmaya kalkışmaktadır. Bizans, çağın pagan dünyasında ya bir sıçrama yaparak tarihsel kopuş yaşayacak ya da doğusu ve batısından gelen tacizlere karşı direnemeyen politik kurgusu kendi üzerine çökecektir.
Justinyen’in 313’teki Hıristiyanlık tercihi Roma siyasal aklının büyük öngörüsü olarak işte bu seçimi yapmayı simgeler. Ama pagan Julian, inançlarını fazla ciddiye almış bir putperesttir ve Ortadoğu’nun teopolitik diyalektiğini ve tarihin akış yönünü okuyamamıştır. Sonuçta doğal olarak Julian yenilir. Kilise, yeni imparatorla daha güçlü bir şekilde Roma’yı tarihsel yönüne çevirir. Bundan sonrası artık Hıristiyanlığın
iç savaşı olarak gerçekleşecektir.
Julian, bugün kime benzetilebilir? Geleneksel din anlayışına sahip, dünyayı okuyamayan, tarihin yönüne arkasını dönmüş ideolojik tüm gruplar, özellikle muhafazakar İslamcılar ve laikçiler, Kemalistler, Türk ve Kürt milliyetçileri.. Hepsi birden Julian’ın 1700 yıl sonra hortlamış misyonunu temsil etmektedirler. Ama roman bağlamında, din anlayışı açısından kemalistlerin ve muhafazakarların din anlayışı, Julian’ın paganizmi ile neredeyse aynıdır.

Geleneksel din anlayışı, özünde, askeri tarım imparatorluğu olan Osmanlı döneminden kalma ‘resmi din’dir. Bütün iddialarından soyunmuş, devletin sosyal hayattaki simetrik tamamlayıcısı olarak anonim bir kültür halinde yaşayan, hiçbir ilerletici rolü olmayan, muhafazakar ama devlete paralel olarak dönüşebilen bir kurumsal inançlar bütünüdür bu… Bugün birçok İslami cemaat ve tarikatla temsil edilen bu dindarlık biçimi, bütün hayatiyetini devlete ve devlet dolayımı ile de var olan statükoya borçludur. Devlet, bu bağlamda politik eylemini tebaasını mutlak itaate zorlama üzerine kurmuş bir iç güvenlik aygıtıdır. Geleneksel din, tam da bu bağlamda sosyal mobiliteyi itaate alıştıran teolojik karizmanın adıdır.
Peki laikçiler, çağdaşçılar… Onların din algısı da gelenekseldir. Onlarda din deyince Osmanlı’dan kalma sosyal kültürü ve siyasal rolü anlar. Aralarındaki tek fark, birinin iyi dediğine diğeri kötü demekte, din safında duranın korumaya çalıştığına laikçi safta olan nefretle bakmaktadır. Bu tamamen söylemsel bir farktır ve özünde her iki kanatta aynı yerde durmakta, aynı din algısına inanmakta ve aynı şeyleri muhafaza
etmenin mücadelesini vermektedir. Aralarında bir çatışma olduğu vehmini yaratan tek şey, semboller düzeyindeki bağımlılık objelerinin farklılığıdır. Laikçinin bazı kavramlara, isimlere, kurumlara ve kelimelere yüklediği büyülü, sorgulanmaz, tartışılmaz ve değiştirilemez mana ile dindarın kendi kavram, kurum, alışkanlık ve sembollerine yüklediği mana, özünde aynı şeydir. Her iki kesimde aslında İslam’ın örtülü
şirk dediği türden sapkın bir bağımlılık, itaat, fetişleştirme ve kullaştırma kültürünün iki versiyonundan başka bir şey değildir. Akıl, şahsiyet, adalet ve özgürlük, her iki kesime de eşit oranda uzaktır. Her iki kesim de Allah’ı ve Adem’i birlemekten, şeytanı ve beşeri reddetmekten uzaktır. Her ikisi de, devletin birer şubesidir ve bütün dertleri kendi kabilelerinin sosyal ve siyasal egemenlikte daha fazla söz sahibi olmasını sağlamaya çalışmaktan ibarettir.
Kulakları çınlasın, Julian, iki farklı yüzle hortlamış ve tarihin büyük bir kırılma anında daha bu toprakları ayaklarından tutup köhnemiş tarihe, o insanın ancak ve sadece itaat ve alışkanlıklarla var kalabildiği kadim statükoya doğru geri çekmeye çalışmaktadır. Bu politik dejavu sahnesini iyi anlamak ve buradan çıkabilmek için, din nedir, tevhid nedir, şirk nedir, akıl, bilim, adalet ve özgürlük nedir, az biraz bilmek gerekir.
Fikirle uğraşanlar bilir, düşünce, kendine küçük oyunlar kurarak bazen insanı yanıltır. Kelimelerden bir dünya tarif edersiniz, kelimelerden iyiler ve kötüler yaratırsınız, kelimelerden güzeli ve çirkini anlatırsınız. Sonra bir başkası kelimelerinizden kurduğunuz gerçekliğin düşüncenin küçük bir oyunu ile sizi hiç te kastetmediğiniz ve tam aksini yapmaya çalıştığınız bir kulvara soktuğunu gösterir. Son derece dindar
bir tarif içindeyken tam aksi bir şirke düşmüşsünüzdür, ya da tersi, son derece akılcı, bilimsel bir retorik ile alabildiğine dindarane hatta en ilkel inancın dogmatik kurgusunu savunur durumda bulabilirsiniz kendinizi. Akıl bu oyunlarını, en fazla imansız ama kesin inançlı insanlara oynar.

Çağdaş Julianlarımızın her iki kanadı da, işte bu akıl tuzaklarına fazlasıyla aşinadır. Üstelik sadece retorik düzeyinde bile değil, bizatihi yaşam tarzlarıyla, varlıklarının bütünüyle savunduklarını iddia ettikleri her şeyin tam tersini yaparlar. Hem de çoğu zaman farkında olmadan, fark ettikleri zamanda rahatsız olmadan, rahatsız olunca da yine kendi retoriklerine başvurup meşrulaştırıcı izahlarla yaparlar.
Tarihsel önemde bir put kırıcılık iddiası olan bir liderin mezarı başında onu, adını, ona atfedilen her şeyi birer put yapıp tapınma törenleri düzenlemek bu tür bir oyundur mesela. Baştan sona put kırıcı bir kitap olan Kur’an’ın kendisini, dini sembol ve kavramları veya değerleri put yapıp etrafında Şaman ayinleri düzenlemekte bir oyundur. Dinle devletin özünde aynı şeyin (toplumun) iki farklı tezahürü olduğunu
unutup, bunların ayrışmasını ülkenin en temel ilerleme dinamiği olarak sunmak ta bir oyundur. İlerlemenin, gelişmenin, yeniliğin, aklın ve özgürleşmenin, esasta dinle devleti ayrıştırmada değil, her ikisini de akıl temelinde bütünleştirip toplumsal dinamizme dönüştürmede yattığını akletmeyip de, laiklik, çağdaşlık, modernlik gibi kelimelerden oluşan putlara övgüler düzüp durmanın animizmden kalma bir köhne inanç olduğunu anlayamamak da oyundur. Bütün sahte tanrıcıkları devirip, sadece Allah’a iman etme iddiasının, her tür kişiye, şeyhe, cemaate, tarikata, mezhebe, güce, paraya, makama, mevkiye meydan okumak olduğunu anlayamayıp, bir sürü kişiye, şeyhe, tarikate, güce, paraya, makama birden bağlanarak müşrik olduktan sonra hâlâ Müslümanlık davası güdüyormuş gibi birileriyle kavga etmek te bir oyundur. Bizans’ta, Osmanlı’da, Türkiye’de oyun çoktur ve çoğu zamanda bu tür küçük akıl oyunları, putperestliğin yeniden ihyasından başka bir manaya gelmez.
Aynı şey, solcumuz, milliyetçimiz, Alevicimiz, Kürtçümüz, AB’cimiz, liberalcimiz için de geçerlidir. Her birinin onlarca putu, yüzlerce fetiş ve tabusu vardır. Bunlarla akıl zemininde konuşmak ve anlaşmak mümkün değildir. Sadece safınızı deklare edip tabularına fazla dokunmadan, lafı evirip çevirerek, geveleyerek konuşabilirsiniz. Ya da kavga, küfür, hakaretlerle konuluşur. Diyalog, muhabbet, tolerans, empati, sadece sizi zaaf içinde gösterir. Sert, katı, tavizsiz görünmek zorundasınızdır.
Eğer akıl ve sağduyu ile her şeyin üstünde durarak o kadim mana ve değerler diliyle konuşursanız, sizi bir yere koyamaz, bir kabileye yakıştıramazlar. Bu nedenle sözünüz para etmez.
Cahiliye dönemi Mekkesi gibi, onlarca kabile, bir o kadar put ve bunların küçük dünyalarının sıradan faşizmlerinden ibaret uzatılmış bir ortaçağda yaşıyor gibiyizdir. Tek fark, kabilelere artık kabile, putlara da put denmemektedir.

Evet, son derece dindar bir putperestliğin egemen olduğu bir dönemdeyiz. Laikçi, dinci, ulusçu, kavimci, mezhepçi, meşrepçi Julianlar, her yanımızdan farklı kelime ve sloganlarla bizi kuşatmış, ülkemizi, toplumumuzu, çocuklarımız çalmaya uğraşıyorlar. Mason tarikatların absürd ritüelleri ile geleneksel
tarikatçıların zikri birbirine karışmış. Atatürk adıyla, Kur’an adıyla, Cumhuriyet diyerek, İslam diyerek, çağdaşlıkla, dindarlıkla, Türk-Kürt gibi kelimelerle birbirine karşıtmış gibi görünen bir putçuluk kumpasına alınmışız. Bunların hepsi putperestliktir, paganizmdir, ilkel inanç ve bağlanma biçimleridir. Hepsi de insanı kullaşmaya, itaate, akıldışına bağlanmaya, fetiş ve tabularla yaşamaya zorlayan birer şirk dinidir.

Animizmin ve paganizmin yeniden hortlaması sadece ülkemize özgü değildir. Sosyalizm gibi somut anti kapitalist muhalif bir dilin ortadan kalktığı son 20 yılda küresel kapitalizm insanlığa bu ilkel inançları empoze etmeye başlamıştır. Bugün ekonomi alanı, medya ve eğlence dünyası, tamamen animist-pagan dinlerin tasallutu altındadır. Hıristiyanlık ya da Yahudilik diliyle konuşanlar dahi aslında paganizmi empoze
etmektedirler. İş, çalışma ve paraya dayalı tüm ekonomik ilişkiler, eski çağların efendi-köle düzeninin yeniden üretilerek çağdaş kelimelerle süslenmiş biçimleridir. Tıpkı bunun gibi, teolojik düzeyde de tüketime yönelik marka ve modalar, reklam objeleri, eşyaların ve şöhretlerin ilah olarak fetişleştirmesi, bazı davranış ve gündelik yaşam biçimlerinin idealize edilmesi, eğlence kültürü görünümüyle Şaman ayinlerinin
moda yapılması, animist-pagan alışkanlıkların nüksetmesinden başka bir şey değildir. İlahi dinler, eskiden de tıpkı bugünkü gibi olan köleci düzenlere başkaldırmış ve insanı bu düzenin ekonomi-politiğinden özgürleştirmeye çalışmış, bununla beraber inanç düzeyinde de o düzenin teolojisini ifade eden her tür akıl dışı bağımlılık objelerini (putları) yıkarak insana şahsiyet kazandırmaya çalışmıştır.
Tarihin düz çizgide sadece ilerlediği masalını tüm dünyaya kabul ettiren Pozitivist Batı, bu konuda da çuvallamıştır. Tarih, tıpkı gözümüzün önünde cereyan eden bu ilkellik patlamasının da gösterdiği gibi, bata çıka ve geriye gidip gelerek akar. Şimdi bir ilerleme afsunuyla büyülenerek gerilemenin, eski çağların ilkelliklerine dönmenin tam içindeyiz. Tarihi, bizden daha aptal insanların ilkel şartlarda yaşadığı geçmiş
olarak sunan pozitivizmin bu yalanını artık yırtıp atabiliriz.

İnsanlık, insan olma tözü itibariyle ilk yaşam anından bugüne kadar bir milim bile değişmemiştir. İnsan, ya beşer halindedir yani hayvani düzeyde akletmeyen bir niteliğe sahiptir, ya da Adem halindedir, aklını kullanır ve kendisini var eder. Bu insanlık paradoksu bütün tarih boyunca hiç değişmemiştir. Değişen, teknolojidir, insanın ürettikleriyle ilişki tarzıdır.
Evet bu manada insanoğlu geçmişe kıyasla mesafe kat etmektedir. Ama unutmamak gerekir ki, tarihin her anında teknoloji ilerlemektedir. Yani bugünden beş bin yıl önce, ‘örneğin M.Ö. 2121 yılında diyelim’ Mısır’da yaşayan biri için de 30 yıl öncesine göre birçok teknolojik yenilik icat edilmiştir ve çok şey değişmiştir. Yani bugün insanlığın yaşadığı “modernlik” duygusu, tarihin her anında geçerli bir duygudur aslında..
Tarihte de bugün de teknolojiyi insan aklı üretir, ama bu ürünü insanı kullaştırma aracına dönüştürenler henüz insanlaşmamış beşer karakterli olanlardır. İnsan, ürettiklerinin esiri olan değil, hakimi olana denir. Bugün, bilimsel teknolojik keşifler, insan aklı ile sürekli ilerlemektedir. Ama bu keşifleri insanoğlunu kullaştırmak, denetlemek, sürüleştirmek ve niteliksizleştirmek için kullanan bir kapitalist tezgâh vardır. Bu manada, bilimsel-teknolojik değişimleri kullanarak animist-pagan dinlerin empoze edilmesi bu kapitalist beşer taifesinin işidir.
Dünyanın yeniden paganizme döndürülmesine karşı, yeniden ilahi dinin özgürleştirici mesajını güncelleyerek direnmek gerekmektedir. Her tür puta, putlaştırmaya, bütün kullaştırıcı siyasi ve ekonomik düzenlere, tüm sahte tanrı pozundaki obje, fetiş ve sembollere meydan okuyan, her tür bağımlılık ve boyun eğişi reddeden, akla ve vicdana dayalı bir din olarak İslam, doğuşunda oynadığı devrimci rolü bugün de oynamalıdır.
Hz. İbrahim, Musa ve İsa Peygamberler’in mesajını da içeren Hz. Muhammed’in put kırıcı devrimi, bütün tarihin akışını değiştirdiği gibi, bugün de güncellenerek tarihe yön vermelidir. İnsanlığı kullaşmaktan çıkartıp özgürleştirecek ve adaleti devletlerin ve para sahiplerinin terbiye kırbacı olarak ezilenlerin eline verecek başka bir alternatif yoktur.

Ülkemizde farklı sembollerle kavga ediyormuş görünen ve aslında aynı pagan madalyonun iki yüzü olan her tür akıl dışı kutsala meydan okuyan, devleti ve milleti gerçekten adalet ve özgürlük şiarıyla yeniden formatlayacak bir akil Müslümanlık devrimi şarttır. Bunun İslam’da reform, ya da rejim değiştirme gibi paganistlerin sahte kavga gündemleriyle alakası yoktur. Kastettiğimiz, her iki tarafın da üstünde duracak ve
bütün gündemi bambaşka bir sayfa ile tarihsel ve evrensel bir devrime odaklayacak teopolitik bir değişimdir. Belki o zaman, Atatürkçülük, laikçilik, milliyetçilik ve İslamcılık görünümlü paganizm çeşitleri yerine, akıl, özgürlük, şahsiyet ve ahlâkın bizatihi kendisini konuşmaya başlar, buradan tüm insanlığa yayılacak gerçek dinin kadim mesajını doğru anlama temelinde saflaşmaya başlanır..
Julian, işte o zaman gerçekten ölür.

Kaynak: Davası olmayan Adam değildir, Yarın yay.-2010

Ahmet Özcan

Ahmet Özcan:

Nüfus kaydı ismi Seyfettin Mut. İ.Ü. iletişim fakültesi mezunu (1984-1993); yayıncılık, editörlük yapımcılık ve yazarlık yaptı. Yarın yayınları ve haber10.com haber sitesinin kurucusu.
Ahmet Özcan, yazarın müstear ismidir.

-Yer aldığı Dergiler:

İmza (1988), Yeryüzü, (1989-1992), Değişim (1992-1999), haftaya bakış (1993-1999), Ülke (1999-2001), Türkiye ve dünyada Yarın (2002-2006)

Yayımlanmış Kitaplar:

-Yeni bir cumhuriyet için-
-Derin devlet ve muhalefet geleneği-
-Sessizlik senfonisi-
-Şeb-i Yelda-
-Yeniden düşünmek-
-Teolojinin jeopolitiği-
-Osmanlının Ortadoğu’dan çekilişi-
-Açık mektuplar-
-Davası olmayan adam değildir-
-İman ve İslam-
-Yenilmiş asilere çiçek verelim-
-Tevhid adalet özgürlük-
-Devlet millet siyaset

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Bakmadan Geçme

Yahudilik Nedir? Ne değildir?

İsrail’in Gazze saldırısı, İsrail, siyonizm, Filistin, Kudüs, ABD, Avrupa, İngiltere,

 Anka kuşu ve ‘Kurtarıcılığın’ trajedisi

  Eski Çin’de bir köyün yakınında bir dağ varmış. Dağın

‘Herkes’

“Herkes” var olamayan insanlık durumunun var olmayan çatısıdır. İnsanlar kendileri