“Bazen, çıkış (başlangıç) ve amaç (sonuç) sohbete dalarlar. Amaç der ki: ”Ben olmasaydım, amaçsız olurdun”
Çıkış der ki:”Bu doğru ancak bir düşün hele; amaçsız olsa idim ne olurdu?
“Bu benim ölümüm olurdu” der amaç, Çıkış gülümser: ”Eee, yaşam böyle işte, birader.”
Ödon Von Horvath
Sayın Antonio Gramsci,
1980’li yılların sanırım ortalarıydı, entelektüel bir sol çevre tarafından başlatılan “sivil toplum” tartışmaları vesilesiyle senin yazılarınla tanışmıştık. Açıkçası tam olarak ne senin ne de “sivil toplum” kavramıyla kastedilenin anlaşıldığını söyleyemeyeceğim. Bütün fikir ithalatı ve intihali vakalarındaki karakteristik özelliğimiz olan “bağlamından kopuk ve maksadından bihaber” tarzda fikir edinme kuralı, senin içinde aynen geçerli oldu. 12 Eylül darbesi koşullarında “sivil toplumculuk”, tabii devlete (orduya) kafa tutmanın ve itiraz etmenin bir tür “meşru ve örtülü” dili olarak yaygınlaşmıştı. Ortodoks ve liberal Marksistler arasında yöntem tartışmasına indirgenen “sivil toplum” meselesi, 1990’lı yıllar boyunca dindar muhafazakar kesimin hak ve özgürlük taleplerinin sembolik dili oldu.
Toplumun devletle kavgalı her kesimi en az bir kez bu “kavram” üzerinden konuşmayı denedi. Sonuçta, en azından politik strateji bağlamında içeriği ve anlamı sana ait olan “sivil toplum” kavramı, hegemonya, tarihsel blok, modern prens, organik, bürokrat ve geleneksel aydın, pasif devrim, manevra ve mevzi savaşı gibi sana ait akraba kavramlardan kopuk bir halde uzun süre semalarımızda asılı durdu. Tabii ki, iyice tüketilerek, artık “demode” hale geldi.
Bay Gramsci,
Söze “sivil toplum”la girdim, çünkü İtalya ve Türkiye, her biri kendi özelinde, bu kavramın bütün çağrışımları ekseninde “sorunlu” politik yapılara sahip. Öncelikle askeri tarım imparatorluklarının -Batı ve Doğu Roma’nın- bakiyesi olarak devletlerimizin kendisini sürekli yeniden üretme -süreklilik ve
kopuş- dinamiği var. Yine örgütlü dinlerimizin (kilise ve tarikatlar) politik kertedeki nüfuzu, yeni devlet (modern prens) yapısı ile bu nüfuz arasındaki direkt ya da dolaylı çelişkiler ve bu görünen çelişkilerin gerisindeki özdeşliklerle “laik” düzenlerimiz de benzeşiyor.
Ayrıca, yoksul ve köylü Güney İtalya ile zengin sanayileşmiş Kuzey İtalya arasındaki kültürel ve siyasi fay kırıkları,- sizdeki kadar olmasa da- bizde de Doğu ile Batı Türkiye arasında var. Sicilyalı aydın Leonardo Scascia’nın şu tespiti bizim için de geçerli: “Sicilya bugün çok karmaşık ve umutsuz bir durumda: Üçüncü dünya sorunları ile kıvranan ve birinci dünya ile birlikte yaşamak zorunda olan bir bölge burası.” Aramızdaki en önemli fark, galiba zaman farkı. İtalya bazı konularda bizden 50, bazı konularda 20 yıl ilerde.
Örneğin; 1890’lardan itibaren Kuzeyde başlayan sanayileşme ve buna paralel olarak Güneydeki tarımın çöküşü, güneyden kuzeye ve yurt dışına göç dalgasını başlatıyor. Bu süreç, güneylilerin merkezde tutunma çabasının sonuçlarından biri olarak devlet bürokrasisinin büyük ölçüde güneylilerce doldurulmasını sağlıyor. Senin ifadenle “geri tarımın kapitalizm tarafından içerilmesi, bu eşitsiz düzenin sürekliliğinin sağlanması yerel aydınları gerektiriyor” ve güney kökenli bürokrat/aydın kimliği ortaya çıkıyor. Bunlar için “köylülere karşı demokrat, mülk sahibi ve hükümet karşısında gerici, entrikacı, kokuşmuş ve hain …” tanımlamasını yapıyorsun. Bu bürokrat aydın tipi ile birlikte, yine güneyde bir “tutunma” –var kalma- çabasının ifadesi olan Mafyanın ortaya çıkışı var. Güney, bu sosyolojik varlığını faşizmin kitle temeli haline gelerek de öteliyor. İtalya’nın 1887’de Habeşistan’la başlayan ( ve hep yeni sıkıntı ve bunalımlarla sonuçlanan) sömürgecilik hevesinin 1. Dünya savaşı sonrası “Faşizm”le sonuçlanmasının size özgü bir toplumsal tahribata neden olduğunu eklemek gerek…
Faşizm, İtalya’ da Devletin dışındaki iki özerk gücün, Burjuvazi ile kilisenin ve yine bunların hegemonya alanları olarak Kuzey ile Güneyin “Devlette” toplanma çabasını ifade ediyor.
Musollini dahil, 1919’da kurulan Faşist partinin tüm yönetici ve kadrolarının eski sosyalistler, Anarko Sendikalistler ve Cumhuriyetçilerden oluşması tesadüf değil. İtalya, rakip gördüğü Fransa, İngiltere ve takip ettiği Almanya’dan sonra sömürge yarışında geri kalmanın kolektif ezikliğini bu ironik “Faşizm” deneyimiyle gidermeye çalışıyor. “Her şey devletin içinde hiçbir şey devletin dışında ve ona karşı değil.”
Bay Gramsci, faşizmin bu formülü, kurucusu olduğun
İtalya Komünist partisinin teorisyeni olarak senin, Faşistlerce 1924’te atılıp 1937’de ölene kadar 11 yıl kaldığın hapishanede yeni teori ve strateji arayışlarına girmene yol açıyor..
İşte Devlet-kilise-Burjuvazi’den oluşan tarihsel blok ve bu bloğun devlet dışındaki alanlarda ideolojik olarak kurduğu hegemonya sorunu, sivil toplum ve organik aydınlar kavramlarının içeriğini belirliyor.
Diyorsun ki, “Tarihsel blok, bir yandan üretici güçlere dayalı toplumsal yapının (burjuvazinin) öte yanda ideolojik (kilise) ve siyasal (Devlet) bir üst yapıya özgül eklemlenme tarzıdır. Bu iki bileşen arasındaki bağ ise, temelde iktisadi yapıdan değil, üst yapı düzeyinde kurulur. Bu düzeyin asli unsuru aydınlardır. Bu unsur, Burjuvazi (ya da proleteryanın) hegemonyasını toplumsal sisteme yayma, onunla bütünleştirme, egemenliğin toplumsallaştırılması işlevini gerçekleştirme anlamında “organik aydın” katmanıdır. Bu tarihsel bloğun üst yapı düzeyi Sivil toplum/devlet kavram çiftçi ile çözümlenir.
Sivil toplum, doğrudan doğruya ve yalnızca iktisadi düzeyi değil, bir toplumsal örgütlenme tarzının devletten gayrı bütün mekanizmalarını içerir. Egemen sınıf toplumsal hegemonyasını bu mekanizmalar aracılığıyla sağlar. Aile, din, okul, partiler, basın, radyo, bir bütün olarak ideoloji ve onu üreten aygıtlardır, sivil toplum. Devlet/politik toplum ise egemenliğin zorlayıcı aygıtları, hükümet, ordu, polis, hapishanelerdir. Temel sınıf bu iki alandaki güçlerini birlikte kullanarak sürdürür. Sivil hegemonya ile devlet zorunun birleşimi, organik bloğu oluşturur… Devlet, egemenliği zor ile, sivil toplum üzerindeki hegemonya ise “rıza” ile sağlanır.”
Bay Gramsci, Sovyet modelinin moda olduğu Sosyalist Mücadele tartışmaları ekseninde, İtalya’nın Batı Avrupa’lı karakterine ve özgüllüğüne vurgu yaparak bu koşullarda kendi “Sosyalizme geçiş” yolunuzu çiziyorsunuz. “Sivil toplum üzerindeki hegemonya yıkılmadıkça, Devlet ele geçirilse bile egemen sınıfın egemenliği sona ermez” diyorsunuz. “Batı Avrupa’da devrim bu sivil toplum üzerinde işçi sınıfı hegemonyasının kurulmasıyla oluşur. Bunun yolu proleteryanın kendi organik aydınlarını yaratması ve kolektif bir aydın olarak partisinin önce ideolojik savaşı kazanmasına dayalı mevzi Savaşı yürütmesinden
geçer. Kültürel ve moral düzeyde sürecek bir mücadeledir bu.”
Sivil toplum alanını mevzi mevzi ele geçirmeye dayalı bu hegemonya savaşı, tarihsel bloğu çatlatmayı amaçlıyor. Bu noktada Sivil toplumun temel unsuru ve öncelikli öznesi devreye giriyor: Katoliklik ve kilise. Bütün toplumsal alanlarda etkili olan Katoliklik analizleriniz oldukça ilginç; “Katoliklik devlet aygıtından zorla kovuldu. Devletin gücü üzerindeki tüm doğrudan etkileri kırıldı. Bunun ardından taşraya göç etti. Katoliklik, İtalya halkının gerek maddi gerek zihni açıdan feodal düzende yaşayan kesimlerine, bu kesimlerin küçük çaplı toplumsal etkinliklerine, taşradaki yerel çıkarlar dünyasına yöneldi.
Katoliklik, pek çok bakımdan Yahudilik olayını andıran bir fenomeni yaşadı. Taşınmaz mallar üzerindeki tüm hakları ellerinden alındıktan sonra Yahudiler, Hıristiyanlık dünyasındaki taşınır malların en büyük sahipleri oldular. Elde ettikleri sınırsız mali gücü, kendilerini siyasal ve dinsel açıdan ezen din devletlerini baskı altına almak için ve de başarıyla kullandılar.
Bugün ise kamu gücünü Katoliklerin elinden alan liberallerdir. Katoliklik bu kez yöresel ekonomik çıkarların çeşitli birimlerinde kendini gösteriyor, bu toplumsal güçler sistemi içinde örgütleniyor ve bu güçleri zihni düzeyde baskı altına alan ve kültür tarihi dışına süren bir devleti bu kez o baskı altına alıyor. Katoliklik tarihte değişik bir görünümle, bu kez reform görmüş bir Katoliklik olarak ortaya çıkıyor. İnsan görünümündeki çürümüş bir et yığını olarak Katoliklik, tarihsel gelişme ve tarihsel bir dönemin aşılması bakımından, toplumsal kurumlara egemen yasalar nelerse, o yasaları aynen izliyor. İnanan yığınlara, onları tek başına mutlak biçimde denetleyerek egemen olan kapalı, yukardan aşağı, çok dar bir hiyerarşi içinde somutlaşan bir Katoliklik, kitlelerin ifadesini temsil eder duruma geliyor. Kitlelerin onayını arayan ama kitlelerin havasına göre savrulup yıkılabilen bir yapıya sahip. Katolikliğin şansı, dünya nimetlerini vaat eden, sadece Tanrının devletine değil, artık hiçbir zaman oraya değil, dünyadaki mutluluğa götürmek isteyen insanların başarılarına bağlıdır… Demokratik Katoliklik, kitleyi bir alaşım kıvamına getirip, bir düzene sokuyor, hayata kavuşturuyor ve kendisi de bundan sonra intihar ediyor.”
Katolikliğin serüveni ile bizim bazı İslamcı siyasi geleneğin serüveni hemen hemen aynı. 1920 ve 30’lu yıllarda merkezden-devletten kovulup taşraya mahkum edilen geleneksel İslam’ın 1950 sonrası geri dönerek devletçi sağ blok içinde merkeze yürümeye mecbur edilmesi, İtalya’daki Hristiyan demokrat siyasetle benzeşiyor.
Bay Gramsci; Sivil toplum, hegemonya, tarihsel blok, aydınlar ve Katoliklik üzerine 1930’lu yıllardaki bu analizlerinizin açık anlamı şu galiba: faşizm sayesinde devlette birleşen kilise ve burjuvazi (tarihsel blok ) ittifakını kırmak ve zaten dinselliğin dogmatik vasfını kaybederek sosyal gelişmelere uyum sağlayan kilise ve Katolikliği müttefik olarak değerlendirip karşı tarihsel bloğu oluşturmak gerekir, diyorsunuz. Sivil toplum üzerinde en etkili olan Katolikliğin bu şekilde müttefik güç hale gelmesi ile hegemonya kurma ve mevzi kazanma savaşı başarılı olabilir.
Bu stratejinin, İtalya Komünist Partisi için sizden çok sonra, 1960’lardan itibaren “Tarihsel uzlaşma” formülüne dönüşüp İtalya’yı en az 20 yıl etki altına aldığını biliyoruz. İKP lideri Berlinguer’in, 1970’lerde Katolikliğin politik temsilcisi, Hıristiyan Demokrat Parti(HDP) ile ittifak için ortaya attığı “Tarihsel uzlaşma” tezi, 1979’da HDP’nin bu teze yakın lideri Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar (Gladio)ca öldürülmesine kadar, bütün
Avrupa solunu ve hatta tüm Batı Avrupa Siyasal Partilerini etkilemişti. “Ne devletçi Allahsızlık ne de din devleti” sloganıyla gündeme gelen bu tez, 1973 Şili olayından sonra % 30’luk oy oranına sahip İKP’nin tek başına iktidara gelmesi durumunda Allende’nin başına gelenlerin İtalya’da da tekrar edileceği kaygısından da beslenerek gündem olmuş, ama bu “Tarihsel uzlaşma” gerçekleşmeden sona ermişti.
İtalya, 1980’lerde solun etkisinin kırılması ve HDP’nin giderek masonik-finans kapitalin güdümüne girmesi sonucu “Kapitalist Demokrasiyi” ‘transformismo” tarzında yeniden inşa etti. 1890’larda Crispi ve Giolitti gibi liderlerin geliştirdiği entrika, şantaj, tasfiye, satın alma, rüşvet vb. yolları kullanarak sürekli iktidarda kalma tarzına taktığınız isim olarak “Transformismo”nun,(bizde hemen birilerini çağrıştırıyor!) İtalya siyasal düzeninde kalıcı bir yöntem haline geldiğini, Berlisconi gibi bir medya tröstünün başbakan olabilmesi gerçeğine dayanarak söylüyorum. Sonuçta, Faşizmden tarihsel blok’a, oradan transformismoya uzanan siyasal tarihinizden çıkarılacak çok ders var. O kadar ki; Biz de ,1. Dünya ile 3. Dünya arasında durarak ,ama artık daha kısa bir mesafeden, 5-10 yıl geriden size benzemeye başladık. Korkarım yakın bir gelecekte
bizde de bir medya patronu yada finans oligarkı başa güreşmeye heveslenecek!..
Bizim benzerliklerimiz yanında nüanslarımızda var aslında. İtalya’dakinin aksine Türkiye de her şey daha örtük bir tarzda gerçekleşiyor. Çünkü, bizde devlet sizdeki kadar zayıf, burjuvazi ise sizdeki kadar güçlü değil. Din, kilise kadar örgütlü sayılmaz. Yine Doğu-Batı ayrımı sizdeki kuzey-güney kadar keskin değil. Biz de bürokrat ve organik aydın tipleri tam anlamıyla kategorik özellikler göstermiyor. Bizim Tarihsel Blok’umuz daha çok devlet merkezli ve devletin çeperinde yerleşmiş bürokrat-işadamı-aydın ittifakı olarak şekillenmiş durumda.
“Sivil toplum”a gelince.. Biz devletin kendini gizlediği alanlara “sivil toplum” deriz Bay Gramsci. Devlet bizde, toplumda kendiliğinden ve her yerde yeniden üretilen bir özellikler toplamıdır. Ama bütün halinde göründüğü tepedeki somut varlığına ‘Devlet’ deriz. Bu nedenle, sivil toplum üzerinde ideolojik ve moral bir hegemonya savaşından (mevzi savaşı) çok, doğrudan “Devleti” ele geçirme savaşı, bizim siyasal yapımızın özünü oluşturur. O kadar ki, toplumun ya da dış güçlerin uzantıları bir yana, bizatihi bizim devletin içindeki unsurlar dahi birbirlerine karşı ‘devleti ele geçirmeye çalışırlar. Bu nedenle bizim en anlamlı entelektüel/teorik çabamız, önce devleti ele geçirme şehvetini frenlemek, ele geçirilecek iktidar tepeciklerini ve yarattığı iştahı ortadan kaldırmak olmalı galiba.
Yani devleti, güç, otorite, para, temsil, makam ve statünün tek kaynağı olmaktan çıkarmak. Bu amaçla , önce din-siyaset ve ekonominin özerk alanlar halinde yeniden örgütlenmesi ve toplumun bu özerklikler içerisinde “sivil” organizasyonlar üzerinden güçlenmesini sağlamak gerekiyor. Bu bağlamda, bizim tarihsel uzlaşmamız, devleti kuşatmış bulunan ve Batı’yla anlaşmalı unsurların bu blok’unu yarmak ve devlet ile millet arasına yerleştirilmiş bulunan mayınları temizlemekle sağlanabilir ancak. Uzlaşacak olan taraflar ise, sınıflar ya da segmentler değil, devletle millet. Çünkü bizde saltanatın kaldırılması sonrası devlet millet tarafından temellük edilemedi. Aksine, halkı egemen kılacağız diyerek kendi yeni saltanatlarını Cumhuriyet ve Türk Ulusu gibi moda kavramların perdelemesiyle saklayan bir azınlık zümrenin faşist diktatörlüğü ikame edildi. Bizde “her şey devletin ve milletin içinde ve hiçbir şey onların dışında ya da karşısında değil” formülü geçerli. Bunun anlamı şu; Biz imparatorluğumuzu kaybederken devletin özünde saklı milleti keşfetmiştik. Bu saklı irade ile yeniden devlet olduk. Ama işte o kutsal varoluş şemsiyesi olarak devleti ele geçirince, devleti, milletin üzerine tekrar bir vesayet sopası gibi kullanmak mümkün. Bu nedenle, bizde bütün sınıfsal-sosyal-dini-ideolojik çelişkilerin özünde, devletin kime temellük edileceği sorunu var hala. Yani bizim hegemonya sorunumuz, özünde milletin devletini kayıtsız ve şartsız, ideolojisiz ve vesayetsiz bir şekilde kendisine tapulaması demek. Ve tarihsel blok, bizde, milletin ortalamasının siyasal konsolidasyonu olarak örgütlenebilir ancak. Sivil toplum ise, devlete karşı hem güvence hem de çıkar temsili olarak örgütlenmiş taşralı-köylü aile-aşiret ve hemşehri dayanışması durumunda. Dini cemaatlerin bile özünde bu sosyal-ekonomik dayanışma var aslında. Bu dayanışma havuzu, özünde bütün toplumun saklı değer ve dinamiklerini de barındırıyor. Bu nedenle, bizde hem modernleşme süreci hem de geleneğin sürekliliği, bu saklı dinamiklere yaslandıkça maya tutabiliyor, ters düştükçe ise yeni çelişki ve çatışmalara yol açıyor. Çünkü çıkış (başlangıç) bu havuzda saklı. Bir batılı olarak bunu anlayabileceğinizi pek sanmıyorum. Ama bir güneyli yoksul köylü çocuğu olarak belki anlamaya çalışırsınız. Çünkü Sicilya üzerinden bize empati yapabilirsiniz.
Kısacası bay Gramsci, bizim gerçek ‘sivil toplum’umuz sadece zor zamanlarda açığa çıkan saklı bir cevherin muhafaza deposu gibidir. Normal zamanlarda ise sadece devlet, yani kontrol, otorite ve hiyerarşi vardır. Bu nedenle gerçek bir toplumsal siyasetin tarihsel misyonu, bizim tüm saklı dinamiklerimizi normal düzenimizin moral ve hukuki temeli haline getirmektir. Bugün ise durum maalesef tam tersi.
Bay Gramsci; son olarak, İtalyan liberallerini ti’ye alırken verdiğiniz bir örneği anmadan geçemeyeceğim: “kartvizitine “çağdaş” diye yazdıran bir Fransız küçük burjuvasının öyküsü anlatılır. Hiçbir şey olmadığını düşünüyormuş bu adam, ama bir gün tersine bir şey olduğunu, bir “çağdaş” olduğunu fark etmiş.”
Çok güldüm buna, inanın. Biz de bu kartvizit işi neredeyse bir sektör durumunda. Çağdaş olmak bizde self kolonizatör misyonlu kemalistler ve liberaller gibi sadece hiçbir şey olmayanların değil, sonradan bir şey olanların bile hastalığı. Bir de tarif edebilseler, belki biz bile hevesleneceğiz.
Bütün güneylilere ve hakiki “baba”lara çok selam Bay Gramsci… Unutmayın çıkış (başlangıç) hala sizin Doğu’nuza yani Anadoluya ait…
Hoşçakalın…
* Alıntılar: Hapishane defterleri, Antonio Gramsci,Onur yay.İst. 1986
Tarihsel Uzlaşma, derleme,Yılmaz Öner,İletişim yay.İst.1984
Siyaset ve İdeoloji-Gramsci-, Birey ve Toplum yay. İst.1985
Kaynak: Açık Mektuplar, Ahmet Özcan , Yarın yay. 2015