Fransız antropolog Pierre Clastres, Güney Amerika yerlilerinin bir devletsiz toplum biçimi olarak kendilerini otoriteden koruma mekanizmalarını incelediği “Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu” isimli çalışmasında ilkel toplumun kendi özerk varlığını sürdürebilmesinin aracı olarak “savaş”ı ve “savaşçı”yı çözümler. Toplumun efendi ve uyruklar olarak bölünmesinin adı olarak “devlet”in bu yerli topluluklarda ortaya çıkmamasının nedeni olan savaş, kabileler arası dağınıklığın amacıdır. Her topluluk iç bütünlüğünü, eşitlikçi bölünmemişliğini dış savaşla sağlamaktadır. İlkel toplum, özgürlüğü kendi aleyhine çevirecek bir genel barışa razı olmaz. Bu nedenle sürekli bir savaş durumu içerisinde genel bir Devlet ve özel olarak da kabile içi bir “efendi” grubu tezahür edemez. Bu mekanizmanın en önemli aracı olarak savaşçı, kendi varlığını toplumun yekpare bütünlüğüne adayarak ölüm için varlık haline gelmiştir.
Bunu sağlayan ise toplumun savaşçıya verdiği prestij ve şöhrettir. Savaşçı ile toplum arasında ölümcül bir denge, yaşamsal bir değiş tokuş vardır: Savaşçının sürekli ve ölümle sonlanacak başarıları karşılığında, toplumun yapısının korunmasının ödülü olarak ona sunduğu prestij.
Bu ilişki içerisinde savaşçı, doyumsuzluk içinde yaşayan bir insandır. Bu endişeli figürün kişiliği, bireysel prestij arzusu ile bu prestiji veren toplumun gösterdiği itibarın iç içe geçmesiyle ortaya çıkar. Savaşçı, bu mantığın tutsağıdır, toplumun egemenliği altındadır ve onun tarafından yabancılaştırılmıştır. Savaşçının bir efendi figürüne dönüşmemesi için, toplum onda sonu kesin ölümle bitecek sürekli başarılar ister. Savaşçı daha baştan ölüme mahkumdur.
“Vahşi savaşçı için mutluluk y oktur. Mutsuzluğun kesinliği vardır. Çünkü savaşçı bölünme tohumunu atarak, ayrı bir iktidar organı haline gelerek toplumun mutsuzluğuna yol açabilir. Buna karşı toplum savaşçının ölümünü zorunlu kılar ve yine bu nedenle savaşçı güç değil ün peşindedir.”
Vahşi savaşçı ile ilkel toplum ilişkisinin mekanizması, farklı ve özgün neden ve sonuçlarıyla her toplumsal ilişkide bulunabilir. Devletli toplumlarda da toplumun yekpare bütünlüğünün, bölünmemiş varlığının teminatı savaşçılardır.
Ancak yapısı gereği efendilik kurumu olan devletin varlığı, bu aygıt aracılığıyla kendi prestij arzusunu toplumun korunmasıyla özdeşleştiren ayrı bir savaşçılar grubu olarak Ordu’nun otoritesini tesis etmiştir. İşlevi itibariyle bu savaşçı grubunun da, iç bütünlük için dış savaş denklemini sürdürdüğü söylenebilir. Zira bu otoritenin tesisinin mümkün olan tek meşru yolu dış düşman figürü ve ona karşı toplum adına sürdürülen savaştır. Dış düşman figürünün yeterli ya da inandırıcı olmadığı durumlarda aynı işlev için iç düşman icat etmek gerekir. Her halükarda devletli toplumların savaşçıları, toplumla kurdukları ölümcül denklemin, yani savunma karşılığı saygınlığın ve ek olarak itaatin temini için sürekli bir savaş durumu geliştirirler. Bu savaşçılar grubunun, tek tek savaşçı olarak çözümlenmesi durumunda elde kalan tek şey kesin bir mutsuzluk ve onun verdiği endişe ve sıkıntı figürüdür.
Toplumsal araştırma ve anketlerde Ordu’ya duyulan “güven ve saygı”nın tescili, tek tek her asker için bu mutsuzluğu ölüm olmasa bile askerî yaşamın bitişi olarak emekliliğe kadar sürdürecektir. Toplum verdiği prestij ve itaat karşılığında kendisi için ve kendisi adına savaş istemektedir.
İdealist-devrimci gruplar için de mekanizma aynıdır. Bir “kurtuluş” figürü olarak beliren her toplumsal hareket, toplumla benzer bir ilişki geliştirir. Halk adına, halk için, millet uğruna sürdürülen mücadelenin karşılığında destek beklenir. Aslında bu desteğin muhtevası, milyonlarca insanın katılımı olmaktan çok, toplumun “kendi uğrunda savaşanlara” vereceği prestijden başka bir şey değildir. Bu böyle olduğu içindir ki toplumsal hareketler eylem ve söylemlerini saygınlık uyandırıcı, ses getirici, güven verici bir imajın oluşmasına ayarlarlar. Toplumla, toplum uğruna savaşanlar arasındaki değiş tokuş vahşi savaşçı ile ilkel toplum arasındaki ölümcül denge’ye benzer:
Kan, can ve ter karşılığında halka, tarihe, çocuklara bergüzar kalacak saygın kimlik istenir. Halk uğruna kavganın bedeli, başarılarla ispatlanacak kahramanlık payesidir. Toplum, kendisi için savaşanlara bir menfez açarak onları esir alır. Onların kendisine efendi olmasına müsaade etmez, ama bütünüyle onlara arkasını da dönmez. Muhalif kimlik, bir vahşi savaşçı gibi toplumla aşk-nefret ikileminde sıkışır. Buradan da mutsuzluğun kesinliği doğar.
Prestij, şöhret ve statü bağlamındaki ilişkinin bir benzerini de aydınlar kurmaktadır. Topluma hitap ederek, onlara atfettikleri eksikliği gidermeye çalışarak “savaşan” aydınlar, toplumdan aldıkları ‘prestij’e esir olurlar. Ne kadar fazla ilgi görürlerse, ne kadar çok okunur veya dinlenirlerse o kadar yoğun bir esaret ilişkisi gelişir. Toplumun ilgisinin yoğunluğundan beslenen saygınlık, ün ve statü karşılığında aydın, daha fazla toplum önüne çıkmak zorundadır. Televizyona çıkmak, medyaya çıkmak, sahneye çıkmak, kitlelerin karşısına çıkmak; çıkmak’ fiilindeki hiyerarşik üstünlüğün çağrıştırdığı gibi toplumun sunduğu prestij karşılığında ezik durmanın ve toplumu yüceltmenin göstergesidir. Aydınların, toplumla, okuyucu ve dinleyiciyle kurduğu bu tür bir ilişki zihinsel işleyişlerine de
yansır ve ilkel toplumun kendi üzerine söylemini ifade eden mitler gibi çarpıcı, esrarengiz ve kurgusal düşünceler üretmeye başlar. Aydınların mutsuzluğu, kurdukları prestij ilişkisindeki esaretin farkında oldukları sürece devam eder. Toplumun, kitlelerin, çoğunluğun istek ve denetimine açık olmak, aydın kimliğinin, toplumsal işlevine tutsak olması demektir.
Vahşi savaşçının mutsuzluğu, birey ve grupların toplumla kurdukları bağımlılık ilişkisini ifade eder. Toplumun mutluluğu ile birey ve grupların mutsuzluğu, endişesi, sıkıntısı ve ölümcül esareti arasındaki ters orantı, evrensel bir yasa gibidir.
‘Vahşi savaşçının’ kaderi, hepimizin kaderidir aslında…
- ahmetozcan
- 21 Şubat 2023
- 0 Comment