UYGARLIĞIN KISA TARİHİ
İnsanlaşma Diyalektiği; Uygarlık ve Barbarlık
Tarihsel gelişimi göstermektedir ki, medeniyet/uygarlık, iç ve dış çatışmalar yoluyla elde edilen bir menzildir. Bedeli, savaştır, acı ve gözyaşıdır. İnsanlığın doğayı kullanımı ve bu yolla kendini keşfederek gelişmesinin yani uygarlaşmanın yıkım ve ölüm bedeliyle sağlanması, tarihin ironisidir.
Mezopotamya-Akdeniz Havzası’nın uygarlığın doğum yeri olduğu, genel kabul gören bir tezdir. Her ne kadar klasik emperyalist yayılma sürecinde, 18. ve 19. yüzyıllarda sömürgeleri tanıma amaçlı olarak geliştirilen arkeoloji, antropoloji, etnoloji, sosyoloji vb. bilimlerin sonucunda bu tez üretilmiş olsa da, yaşadığımız coğrafyanın uygarlık beşiği oluşuna bir itirazımız olamaz. (1)
Evet, öncelikle Sümer, sonra Babil, Mısır, Hitit, Asur, Pers, Roma… Ve bunların devamı olarak İslam çağı, Emevi, Abbasi, Fatımi, Memlük, Selçuklu, Osmanlı.. Tüm bu kadim medeniyetler, Fırat ve Nil ekseninde, Basra Körfezi, Akdeniz ve Kızıldeniz civarında kurulmuş ve yıkılmıştır. Dinler, inançlar, maddi yaşam imkanları, bilim ve teknik, ilk nüvelerini, özünü ve de sonuçlarını bu coğrafyada üretmiştir. Hatta modern uygarlık biçimi olarak kapitalizmin dahi Akdeniz’in ürünü olduğu iddiası, F. Braudel gibi düşünürlerce ileri sürülmüş (2), yani bu havzanın manevi mirasının modern çağı da doğurduğu savunulmuştur.
Uygarlık, tarihsel manada insanın doğayı bilinçli eylemle kullanmaya başlaması demektir. Hayvanların evcilleştirilmesi, toprağın işlenmesi, alet ve kült icadı, kent inşası, tarım ve sulama sistemi ve tüm bunların sonucu olarak yazı, para, devlet, ticaret, organizasyon, edebiyat, sanat… Bu uygarlaşma sürecinin anti tezi ise, avcı-göçebe yaşam tarzıdır. Batılıların barbarlık, doğunun ise bedevilik dediği bu yaşam tarzı, tarımsal üretime geçiş öncesinin -ilk insanların- yaşam tarzı olarak aşılmış, ancak yerleşik düzenle göçebelik arasında çelişki doğmuştur. Kapitalizmin evrenselleşme çağlarına kadar tarihin en temel çelişkisi, işte bu yerleşik (kent/köy, tarım/hayvancılık) düzen ile, göçebe insan kitleleri arasındadır.
UYGARLIK DİYALEKTİĞİ
Göçebe-Yerleşik çelişkisi
İnsanlığın başlangıç öyküleri, hemen tüm mitolojilerde bu çelişkiye atıflarla doludur. Örneğin, Tevrat’taki Habil- Kabil öyküsü, bir çoban-çiftçi çatışması olarak anlatılır. İranlı düşünür Ali Şeriati, bu öyküyü özel mülkiyetçilik (Kabil) ile ortakçılık (Habil) çatışması olarak yorumlar.(3)
Yine Mısır, Fenike, Babil, Hitit, Hind mitolojilerinde bazen çoban tanrılarla çiftçi tanrılar bir birine karşıttır ve bir çatışma içindedir. İyi ve kötü roller, çoğunlukla toplumların sosyo-ekonomik konumuna göre, çoban ya da çiftçi tanrıya verilmiştir. Zamanla çoban ve çiftçi aynı yerleşik düzenin iki farklı bileşeni olarak daha gelişmiş toplumsal yapılarda bütünleşmiş, göçebelik yani sadece yağma ile geçinen topluluklar ise bu gelişmiş toplumların rakibi olarak konumlanmıştır. Doğrusu insanlık tarihine ilişkin dinsel, mitolojik ya da bilimsel verilerin tümü göz önüne alındığında, insanlığın başlangıcına dönük teorilerin ortak noktaları olduğu görülmektedir. Avcı-göçebe topluluklardan yerleşik tarıma geçildiği ve göçebelerin hayvancılık, yerleşiklerin de tarım ağırlıklı bir üretim tarzına sahip olduğu bilinmektedir. Bu iki üretim tarzına dayalı yaşam tarzının birbiriyle çatışması tezi de aynı şekilde bilimsel ve dinsel kaynaklardan beslenmektedir.
Kapitalizm çağına kadar, hemen bütün kadim uygarlıklar, bir büyük göçebe akını sonrasında doğmuş, başka bir göçebe akını ile de yıkılmıştır. Bu nedenle kadim uygarlığın temel diyalektiği, kavimler göçü ile yerleşik düzen arasında seyretmiştir. Hemen bütün tarihçiler ve düşünürler yerleşik yaşama geçişi, yani kalıcı ve düzenli yaşam tarzıyla birlikte insanın yaratıcılığının sergilenişini uygarlaşma-medenileşme olarak değerlendirir. (4) Biz de aynı kanaati paylaşarak göçebe-yerleşik çelişkisini, uygarlaşma diyalektiği olarak kavramlaştırıyoruz.
Uygarlaşma diyalektiği, uygar toplumların göçebelere karşı kendilerini savunma çabasından beslenir ve devlet, savaş ve bağlantılı teknolojilerin gelişmesini sağlar. Göçebelik ise, kan bağı ve dayanışma temelli askeri örgütlenmeye dayalı seyyal yaşam tarzıdır. İbn Haldun’un da tavsif ettiği gibi, tarih boyunca medeniyetler göçebeleri aşağılamış, göçebeler ise yerleşik medeniyetleri tefessüh ve bozulma olarak görmüştür. Her iki yaşam tarzının da ahlaki açıdan bir karşılaştırması yapılırsa, göçebeliğin daha paylaşımcı, dayanışmacı ve cemaatçi bir kültür ürettiği, yerleşikliğin ise özel mülkiyetçi, bireyci ve rekabetçi bir kültüre dayandığı söylenebilir. Bu manada, uygarlık, insanın iç savaşının çeşitli biçimler ve araçlarla açığa çıktığı doruk noktasını, göçebelik ise bu savaşın daha düşük düzeyde ve aslen şiddet temelinde sergilenişini ifade eder. Uygarlığın yaygın ve temel yaşam tarzı olması nedeniyle, insanlık düzeyinde ele alınan her konunun uygarlık ölçüsü ile değerlendirilmesi normaldir. Zira, insanın iç çelişkilerinin ve özgürleşme davasının en yoğun açığa çıktığı düzey, uygarlık düzeyidir. Çünkü bu düzeyde insanın bütün özelliklerini kışkırtan ve açığa çıkmaya zorlayan bir çok çelişki yaşanır.
Uygarlığın yani yerleşik yaşamın kendi içinde çelişkiler ve çatışmalar insanlık tarihinin bir diğer iç savaş örneği olarak okunabilir. Kentlerle birlikte yönetim organizasyonu olarak şekillenen devletler, ortaya çıkan bütün toplumsal birikimin tecelligâhları konumundadır ve zamanla gelişen rakip kentler arası çelişkiler yeni bir diyalektiği tetiklemiştir. Ana hatlarıyla jeopolitik çatışma diyebileceğimiz devletlerarası savaşlar hegemonya diyalektiğini ifade eder. Uygarlığın iç savaşı olarak niteleyebileceğimiz bu savaşlarda amaç, kentlerdeki birikimi ve sürekliliği sağlayan ticaret yollarını kontrol etmek, üretim sürecini devam ettirmek ve korumak, bu amaçla da rakipleri ortadan kaldırmak yani tek egemen güç olmaktır.
Bunun dışında, devlet ile halk yığınları, ya da efendi-köle çatışmaları ise özgürleşme diyalektiğini ifade eder. Kadim ekonomi politik düzenler, insan emeğinin maksimum kullanımı için köleciliği üretmiştir. Kölelik, çok farklı biçimler altında tüm eski toplumların vazgeçilmez özelliğidir. Muhtemelen hayvanları evcilleştiren çoban topluluklar yerleşik hayata geçince önce kadınlar üzerinde hegemonya kurmuş ve böylece tüm insanların köleleştirilebileceği sonucuna varılmıştır. Köleleştirme, özel mülkiyetçi-bireyci tarımsal düzenlerin icadıdır. Kadim toplumların tarihinin vazgeçilmez çatışma tarzı olarak köle isyanları, kadim toplumsal düzenin özgürleşme tarz ve talebini ifade etmiştir. Toplumsal çoğunluk zaten hür yaşadığı için köleler, hürriyeti hür topluma karşı talep etmişlerdir. Modern kapitalizm, tarihte ilk defa bütün toplumu (kapitalist sınıfın kendisini bile) köleleştirdiği, yani tekelci düzenin ve para kazanma hırsının kulları yaptığı için, hürriyet davası bugün bir insanlık davası haline gelmiştir.
Devlet ve aşiret veya tüccar çelişkisi
Uygarlık sürecinin bir diğer çatışma diyalektiği ise, devletle aşiretler ve tefeci-bezirgan sınıfı arasındadır. Devletin ortaya çıkışı, savaşçılar ve köylülerin omurgayı oluşturduğu kadim toplumsal hiyerarşide alt sınıflar ve grupları oluşturan bezirganların ve aşiretlerin denetimini gerektirmiştir. Yani devlet, özünde halkçıdır. Kadim düzende halk, köylüdür. Hayvancılık ve çiftçilik, asli toplumsal meşgaledir. Ve toplum kır ve kentlerde tarımsal üretim temelinde örgütlenmiştir.
Bezirgan sınıf, üretici olmayan ve denetim altında tutulan azınlık bir sınıftır. Tüm kadim tarım uygarlıkları ticareti zorunlu bir kamu görevi olarak algılamış, ancak asli nüfus yerine denetim altında tutulan zümrelerin inhisarına bırakmıştır. Ticaret, esasen üretimin yani elde edilen her tür ürünün değiş tokuşu ve bu yolla ihtiyaçların temin yoludur. Bu anlamda, tüccarlar, üreticilerle birlikte toplumsal bir işbölümünün vazgeçilmez unsurlarıdır. Ancak, zamanla bazı tüccarların ticaret yerine ticaretin ticaretine yöneldikleri, yani tüccarları da üreticiyi de tüketiciyi de manipüle edecek bir kurnazlıklar zinciri oluşturarak en tepede tek belirleyici bir sınıf haline dönüştükleri görülmektedir. İşte bunlara geçmişte tefeci-bezirgan, bugün de finans-kapital diyoruz.
Toplulukların birbiriyle ilişkisi, barışçıl temaslar kurması, yakınlaşma, tanışma ve kaynaşmasında, tüccarlar kritik bir role sahiptir. Hatta uygarlıkların dolaşımı ve yayılmasını da tüc- carlara bağlamak abartı olmaz. Zaten, kadim tarımsal uygarlıklar, ticaret yolları ekseninde devletleşmiş, bir anlamda ilk savaş örgütleri bu yolların denetimi ve güvenliği için ortaya çıkmıştır. Tefeci-bezirgan olarak kodlanan tüccar tipi ise, tüm kritik işlev ve misyonla birlikte, elde ettiği serveti de kullanarak, devletlere, ordulara, köylülere ve tüccarlara yön verme, egemenlik kurma ve kendi çıkarlarının tüm toplumun çıkarlarının önüne ve üstüne geçirme çabasını ifade eder. Özellikle faizin icadıyla birlikte bu sınıf, pratik ticaretten çok, ticareti finanse etme yoluyla tüccarları borçlandırarak ticaret sürecini kontrol etmeyi öğrenmişlerdir. Giderek devletlerin dışında rakip bir hegemonya odağı haline gelen bu sınıfın tasfiyesi veya denetimi ve sınırlanması, devlet olmanın şartlarından biri haline gelmiştir.
İlk devletsi yapılardan modern ulus devletlere kadar, tüm siyasal tarih, bu tekelci finans-kapital güçlerle devletler arasındaki çelişki ve çatışmalarla doludur. Devletlerin bu sınıfı kontrol edebildiği durumlarda imparatorluklara dönüştüğü, bu sınıfın devletleri yönettiği durumlarda ise parçalandığı ve yıkıldığı söylenebilir. Çünkü devlet, tüm toplumun, özellikle üretici sınıfların, tüccarın, esnafın, zanaatkarın, toplam çıkarının temsilcisidir. Bir sınıfa yaslandığı veya o sınıfın çıkarını temsil etmeye başladığı an, adaletin gölgelendiği andır ve bu nedenle artık o aygıt devlet değil, bir şirket veya çete olmuştur. Belki de bu nedenle, tarım çağları boyunca toplumsal kültür, hatta siyasal kültür, tefeci bezirganlığı küçümseyici eğilimler geliştirmiştir.
Tefeci tüccarlar, modern döneme kadar toplumsal hiyerarşide alt sıralarda yer almıştır. Kadim statü ve sınıf hiyerarşisi; yönetenler/soylular – savaşçılar, din adamları – çiftçiler – esnaf, tüccar ve zanaatkarlar – tefeciler ve paryalar şeklindedir. Yani tekelci-tefeci sınıfın tarih boyunca tüm toplum aleyhine geliştirdiği egemenlik çabası, adeta bir refleks ve savunma biçimi olarak toplumsal skalada bu sınıfı ve meşgalesini alt sıralara indirmiştir. Aslında bu sınıf, tüm üretici sınıflar gibi, gerçek tüccar ve esnaf için de parazit konumundadır. Bu sınıfın tarih sahnesine ilk defa itibarla çıkması, kapitalizmle başlamıştır.
Devletlerin bir diğer antitezi ise aşiretler/kabilelerdir. Aşiret (kabile-klan), göçebe örgütlenme tarzıdır. Kan bağına dayalı asabiye ve yağmacı geçim tarzı nedeniyle yerleşik düzenin karşıtıdır. Yerleşik örgütlenmenin dışında-kenarında kalmaları ve kan bağını toplumsal bağın önünde tutarak dirlik ve düzen açısından sıkıntı yaratmaları nedeniyle, yerleşik toplumsal düzeni tehdit ederler. Kadim devletlerin en önemli iç politikası, aşiretlerin denetimi, vergilendirilmesi, iskanı ve sosyalleştirilmesi olmuştur.
Hemen belirtelim, hicret-muhacirlik ve göçebelik aynı şey değildir. Hicret; kıtlık, savaş ya da benzeri nedenlerle vatanlarını terk etmek zorunda kalan toplulukların güvenilir bir yurt aramaları ve kendilerini kabul eden bir ülkeye ya da topluma katılmaları-sığınmalarıdır. İran ve Anadolu’ya gelen büyük Türk göçleri, aslında bir hicrettir. Asyadaki başta moğollar, Çin bölgesinin barbar kabilelerin saldırısından kaçıp Ural-Altay bölgesinden Maveraünnehir havzasına ve oradan hazar bölgesine ve ardından İran-mezopotamya-Anadolu havalisine sığınmışlardır. Bu Türk aşiretler, hicret dönemi boyunca göçer ya da göçebe benzeri bir yaşam sürmüştür. Dayanışmacı ve lidere bağımlı kültür bu hicret döneminin ürünüdür. Ama hicret sonrası bölgeye yurtlanıp yerleşik yaşama katılmışlardır.
Göçebelik ise, hiçbir yeri-yurdu olmama, yersiz-yurtsuz olma, ya da tersinden, yağma-talan edilecek her yeri geçici olarak yurt edinip, sonra başka yerlere göçme kültürüdür. Yağmacılığın yaşam tarzı olduğu bu tür göçebelik ile göçer ve muhacir göçebeliği daima bir birine karıştırılır. Örneğin, kadim tarihte, Kavimler Göçü olarak tanımlanan Germenik kavimlerin istilaları, sonraki tarihlerde İskitler, Kimmerler, Hunlar, Dorlar, Gotlar, Moğollar gibi kavimlerin yayılması yağmacı göçebeliğin örnekleridir. Avrupa sömürgeciliğinin kolonizasyon aşaması, bu yağmacılığın son örneğidir.
Afrika, Amerika ve Avustralya yerlilerinin yaşam tarzı, yağmacı göçebelerden kaçan Türk göçlerinin çoğunluğu ve modern çağlardaki batıya göçler de, tamamen birbirinden başka olgulardır. Biz burada, sadece yağmacı göçebelikle yerleşik toplumların çelişkisini ele alıyoruz. İşte aşiretler denilen göçebe unsurların yerleşik hayata katılmayıp onunla çatışmaya girmesi, bu göçebeliğin özelliğidir. Zira, göçerlerle muhacirlerin yerleşik hayatla bir sorunları yoktur. Hatta onun birer parçasıdırlar. Ama, mesela Osmanlı döneminde bazı bölgelerde uzun süre denetlenmeyen aşiretler vardır ve devletle bu aşiretler arasında sürekli bir savaş hali yaşanmıştır. Öncekiler kadar saldırgan ve yağmacı olmasalar da, işte bu tür aşiretler, yerleşik yaşamla çatışma içinde olan göçebelik geleneğinin son örnekleri durumunda olmuşlardır. Zaten her biri, etnik olarak eski göçebe akınlarından kalma tortuları temsil ederler.
Tarihte örneği bolca görülen iç isyan ve savaşlar, esasen aşiret topluluklarının yerleşik düzene entegrasyon çabalarından doğan çatışmalardır. Aşiret, kadim devletin antitezidir. Yani aşiretçilik, devletin doğasına terstir. Bu nedenle bir üst örgütlenme biçimi olarak devletle, bir önceki örgütlenme tarzı olarak aşiret arasındaki çelişki, milliyetle-millet çelişkisinin ve uygar-göçebe çelişkisinin uzantısıdır. Yani göçebelik, yerleşiklikle savaşını aşiretçilik biçiminde de sürdürür. Devletler, aşiret asabiyesinin aşılması ve daha geniş bir sosyal kümenin (millet- ulus) ortak asabiyesi etrafında örgütlenmenin ifadesidir.
Tarih, kan bağına dayalı asabiyeden (milliyet-kavim-ulus), ortak idea ve değerler etrafında örgütlenen imparatorluklara (millet ve devlete) doğru gelişen bir örgütlenme grafiği çizer. Devlet, daha doğrusu imparator devlet, çok dinli, çok dilli bir toplum ve geniş bir teritoryal sahada örgütlenmiş kolektif bir akıl organizasyonudur. Bir sınıfa ya da etnosa dayanmaz. Tüm sınıfların ve etnosun dengeli bir temsilini ifade eder. Kadim dirlik ve düzen anlayışı-kerim devlet- işte bu dengeyi ifade eder. Adalet, bu dengenin özüdür. Devlet (mülk) adalet üzerinde yaşar. Ne zamanki devletin bu asli özelliği zedelenir, işte o zaman düzen bozulur, kargaşa çıkar ve devlet yıkıma doğru yol alır.
Tefeci-bezirgan sınıfı ve aşiretler, işte bu nedenle adaleti zedeleyici sosyo-ekonomik roller üstlendikçe dışlanmış ve denetim altında tutulmuştur. Özellikle tefeci sınıfı, üretici güç olmadığı için istismar, inhisar ve imtiyaz talep etmeye meyillidir. Doğaları gereği eşitlik ve adalete yatkın değildir.
Aşiretler ise, aynı şekilde kan bağına dayalı iç düzenlerini dışarıya karşı savunma temelinde benzer bir istismar ve imtiyaza dayanır. Aşiretçilik, kavmiyeti, devlet ise milleti temel alır. Benzer şekilde ticaret, kâr ve bireysel menfaate dayanırken, devlet ise kamu düzeninin devamlılığı ve kamu menfaatine dayanır. (5)
Uygarlaşma diyalektiği, dışarıda göçebelikle ve rakip uygarlık-devletlerle, içerde ise tefeci-bezirgan sınıflar, aşiretler ve köle-halk isyanlarıyla çelişki ve çatışmaları ifade eder. Bu diyalektik, devletin, dinin, ekonomik yapının, kültürün muhtevasını ve uygarlığın ömrünü tayin eder. Uygarlıklar, bu diyalektik çelişkilerini çözebildikleri oranda sağlam ve uzun ömürlü düzenler kurabilirler. Çözülemeyen çelişkiler, uygarlığın ölümüne yol açar.
UYGARLAŞMANIN ÜÇ HAMLESİ
Maddi ölçülerle bakarsak, insanlık tarihinde ana hatlarıyla üç büyük evrensel uygarlaşma hamlesi veya evrenselleşebilmiş üç büyük uygarlık biçimi ve çağı görünmektedir:
Beşerden İnsana Geçiş (Adem; Homo Sapiens)
İnsanın uygarlık adımının ilk hamlesi, düşünme ve konuşma yetilerinin geliştiği ve doğayla, kendisiyle ve diğer türdeşleriyle bilinçli ilişkiler kurulduğu dönemdir. Modern antropoloji, insanın bir tür olarak yeryüzünde görüldüğü tarihi dört milyon yıl öncesine kadar götürmektedir. (İlk insanımsı-hominid fosilleri Etiyopya’da bulunmuştur. Bu fosillerden biraz daha yakın tarihe ait fosiller ise Endonezya Java adasında bulunmuştur.) İster evrimci teoriler isterse yaratılışçı teoriler olsun, bütün ilk insan teorileri, bir başlangıç yani insan türü olarak doğada yaşamaya başlama kurgusu içerir. Bu manada insan türünün Allah tarafından olduğu gibi yaratılması ile evrim yoluyla zaman içinde türsel mutasyondan geçerek ortaya çıkışı arasında hiçbir anlamlı farklılık yoktur.(6)
Birçok İslam alimi, Kuran-ı Kerim’deki ayetlerden yola çıkarak, Adem’den önce de bir insanımsı türün yaşadığına dair yorumlar yapmıştır.(7) Bu yorumlara göre, insandan yani Adem neslinden önceki insanımsı türler, düşünme ve konuşma yetisi olmayan, iki ayaklı, vahşi -“kan dökücü, bozgunculuk çıkarıcı”- bir türdü. “Adem”, akletme, konuşma ve sorumluluk sahibi olma aşamasını temsil etmektedir. Modern etnoloji ve antropolojinin diliyle konuşursak, insanımsı tür, Neandarthal-Cro Magnon insanlar, Adem nesli ise, Homo Sapiens’tir. İranlı düşünür Ali Şeriati, insanımsı türe “beşer”, Adem nesline ise “insan” diyerek ayırır. Adem, insanlaşma yani sorumluluk sahibi, akıllı insan aşamasını simgelemektedir. Bu, ilk Adem nesli, insan türünün gerçek başlangıcını ifade eder. İşte biz bu insan olma sürecini, beşerden Ademe geçiş olarak yorumlamaktayız. Ve bu süreç, aklın kullanılarak yaşam şartlarının düzenlenmesi manasında ilk uygarlaşma hamlesidir.
Bu dönem, (antropolojiye göre, M.Ö. 30 binli yıllardan 10 binli yıllara kadar) ilk insan kabilelerin doğadan korunma ve doğayı tanıma dönemidir. Tarihsel bilgilerimiz bu dönem hakkında yeterli verilere sahip değildir. Ancak modern antropoloji, Asya, Afrika ve Amerikan yerlileri üzerine yaptığı araştırmalar sonucunda bu bölgelerde yaşayan yerli halklardan ilk insanlara dair kestirimler çıkarmaktadır. Bu dönem, henüz kemale ermemiş -beşer durumunda olan- yani insan aklı, yeteneği ve idealarının şuuruna varmamış kabilelere kıyasla insanlaşma (Adem) aşamasına geçmeyi ifade eder. Yani ilk insan kabilesi (Adem nesli), akıl sahibi, dolayısı ile dil ve idrak sahibi olmayan halden -beşer halinden- ileri bir adım atarak büyük bir hamle yapmıştır. Tür olarak İnsan doğulur ama Adem olmak bir çaba ve tercih meselesidir.
Bütün dinsel metinler gibi modern sosyal bilimler de ilk insanın gelişme sürecinin, yani bu büyük hamlenin gerçekleşmesinin, cinsel sorumluluk (zina-homoseksüellik ve ensest yasağı-aile kurma), beslenme bilinci (yiyecekleri seçme, pişirme, insan yemekten ve kan içmekten vazgeçme) ve sosyal sorumluluk (öteki insanları yok etmekten vazgeçip yapıcı ilişkiler (ünsiyet), bağlar kurma (evlilik)-toplumsallaşma) olarak tanımlanan davranışlar yoluyla başladığı konusunda hemfikirdir. Ahlak, bu anlamda insanlaşmanın yani Adem olmanın ifadesidir. (8)
Modern antropolojinin Homo Sapiens (akıllı insan) olarak tanımladığı atamıza din, “Adem” der. Beşer ise, Ademden önceki gelişmemiş nesillerdir. Beşer, henüz idrak ve sorumluluk şuuru olmayan insan demektir. Daha doğrusu bu şuuru edinmeyecek kadar akli melekelerini kullanamayandır. Ademle beşerin fizyolojisi, fizyonomisi aynıdır. Aralarındaki tek fark, Adem’in aklı kullanmasıdır. İslam alimleri, Allah’ın insana ruhundan üflemesini, aklın kullanılmaya başlandığı an olarak yorumlamıştır. Yine, Kuran-ı Kerim’deki yaratılış prologunda geçen, ‘yasaklanmış ağacın’, idrak ederek görebilme-akletme/kavrama şuurunu kaybettiren bir eylem olduğu söylenir. Yani yasak ağaç, idraksiz bir şecere ile birleşmenin yasaklanması olarak yorumlanır. Yani beşer, bir şekilde etrafındaki her şeyi görmeye, tanımlamaya başlamış, eşya ve olayların, doğanın, kendisinin ve tanrının bilgisi ile tanışmıştır. İşte bu an veya süreç, insan olma halidir. Bu an veya süreci, bir veya iki insan değil, bir topluluk birlikte yaşamış olmalıdır. Adem tek bir insan değil, akletmeyi öğrenen bir insan kabilesinin-topluluğunun adıdır.
Muhammed İkbal, insanın çıkarıldığı cennet ile ölüm sonrası gideceği cennetin aynı yer olmadığını söyler. İnsanın çıkarıldığı cennet, yasak şecereyle birleşme sonrası yani akıl-bilgi-görgü’nün aydınlattığı şuur sonrasında fark edilen dünyadaki bir bölgedir. Antropoloji, ilk insan türlerinin yaşadığı bu yerin, Kenya vadisinde olduğunu söyler. Başka bir yorumda basra körfezinde bugün sular altında kalmış olan Dilmun bölgesi olabileceğini ileri sürer. İşte insan, bu vadideki şuursuz, yani iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, var olma-ölme, doğa, nedenler zinciri, vb. bütün bilgiden habersiz yaşarken, bir şekilde şuurlanmış, bunların bilgisini idrak etmiştir. İşte bu andan sonra, doğayı keşfe çıkmış, yaşamak için yeni besinler ve ortamlar aramaya başlamıştır. Antropologlar, bu dönemin son buzul çağı sonrasına denk geldiğini ileri sürerler. Yani, buzulların erimesi ile birlikte, doğa vahşiliklerinden arınmış, insanın yaşayabileceği uygun bir iklim, canlılık ve çevre koşullarına sahip olmuştur. Dev bitkiler, canlılar ve sık tekrar eden deprem, yanardağ patlamaları, aşırı soğuk ve sıcaklar gibi kaotik doğa olayları sükuna ermiş, doğa bugüne benzer insanın yaşayabileceği daha uygun bir düzene kavuşmuştur. İşte ilk insan olma idraki, bu dönemde gerçekleşmiş, yeryüzüne dağılan insan topluluğu ile bildiğimiz insanlık serüveni başlamıştır.
İnsanın bu şuurlanma aşaması, kendini bilme, keşfetme sürecidir. Akıl ve idrak anından önce, diğer canlılar, mesela hayvanlar gibi, iç güdüleri ve refleksleriyle yaşayan insan, yani beşer halimiz, şuurlanınca bu refleksler ve iç güdüleri terbiye etmiş, bunları iyi-kötü, doğru-yanlış şeklinde kategorileştirerek kendi var oluş idrakine zarar veren alışkanlıklarından arınmaya başlamıştır. İşte, insanlaşma çabası, Adem olma şuuru dediğimiz var oluş amacı budur. İnsan, beşer halinden arındıkça, o halin alışkanlıklarını terk ettikçe, kendi aklı ve tözündeki ilahi ruhun açığa çıkmasını sağladıkça, hem kendi yaşam amacının hem de kendini ve her şeyi var eden külli varlığın idrakine ulaşmaktadır. Bu idrak, Adem’i, ölüm korkusu ve sürgünlük-gurbet duygusundan da uzak tutmaktadır. Zira, yeryüzünde şuurlanarak var olduğunu anlayan insan, bir süre sonra buraya yabancı olduğunun farkına farmış, bu yabancılığı sürgüne gönderilme olarak yorumlamış, daha sonra ise ilk ölen insan kardeşinin cesedi başında, ölümün geri dönüşsüz bir son olduğu ürpertisiyle tanışmıştır. İşte, Allah’ı bilme ve Adem olmanın idraki, Allah ve ahiretin varlığı şuuruyla ölüm korkusunu, bu hayatın geçici bir insanlaşma fırsatı olduğu şuuruyla da sürgünlük-yabancılık-gurbet duygusunu ortadan kaldırır.
İnsanlar, zaman içinde işte bu şuur ve idraki unutmuş, beşer alışkanlıklarına yani iç güdüsel yaşamaya geri dönmüştür. Aklın devre dışı kalışıyla sağlanan bu geri dönüş, tıpkı çıkılan cennetteki gibi, değer yargılarının olmadığı, isteyenin istediğini yaptığı ve sonuçlarına katlanmadığı hayvani bir yaşam tarzı demektir. Bu manada, insanların Adem olma idrakini unutması, beşer hale dönmesi, kötülüklerin kaynağıdır. İşte o ilk beşerle birleşme günahının genlere işlemiş idraksizliğinin bedelidir bu kötülük. İnsanların bir çoğu, işte bu unutma nedeniyle adeta hala ruhen ‘cennetten çıkmamıştır’. Bu cennetten çıkmamış olma durumu, insanlara tahakküm etmek, elindekini zorla almak, tuzak kurarak yenmek, alt etmek, açlığını gidermek için ne bulursa yemek, cinsel güdülerini her tür yolla tatmin etmek, diğer türdeşlerini rakip görmek, yani bir tür hayvan gibi yaşamaktır. İşte insanlardaki yıkıcılık, öldürme, çalma, tahakküm güdüleri, açlık ve ölüm korkusu, hayatın anlamsızca sürdürülmesi, değer yargılarının ihlali gibi davranışlar, her insanda genetik olarak var olan bu beşer yanın nüksedişidir. Adem yanımız ise buna karşı çıkar, davranışlarını seçer, ayıklar, kendi varlığına ve misyonuna uygun yaşamaya çalışarak var oluşunu gerçekleştirmeye çalışır. Yeniden asıl yurduna dönmenin ve ebedi var olma hakkını elde etmenin sadece bu şekilde mümkün olacağını bilir. Ebedi var oluş, bedensel bir ömür değil, bir şuur düzeyidir ve maddi olanın ötesinde bir varlık idrakidir.
Tüm insanların ataları işte bu yasaklanmış şecere ile birleşme sonucu doğan adem-beşer karışımının ürünüdür. Böylece, insandaki yıkıcılık ve kötülük temayülleri ile yapıcılık ve yaratma temayülleri, aynı türün özellikleri haline gelmiştir. Tüm dinlerin terbiye etmeye çalıştığı kötü yanımız, işte bu beşer yanımızdır. İnsanlık tarihi bu manada insanın iç savaş tarihidir. Hem toplumlar arası, hem toplum içinde hem de tek tek her bireyde ortaya çıkan çelişki ve çatışmaların, iyi ve kötü eğilimlerin maddi temeli tüm insanlarda var olan adem-beşer ortak genetiğidir. Yani insan ontolojisi, çift yönlü, çift tabiatlı, hatta çift kişilikli bir mahiyete sahiptir. Bütün peygamberlerin taşıdığı tevhid mesajı, insanı tek kişiliğe, iyi ve akıllı olan Adem kişiliğine dönüştürme ve beşer yanını tasfiye etme çağrısını da içerir. (9)
Tevhid inancı, maddi uygarlık diyalektiğinde beşer yanın insanlaşmasını, yani olması gereken insan düzeyine (insan-ı kamil) doğru ilerlemesini sağlar. Bu manada, Muhammed İkbal’in ifadesiyle,“varolan insan, olması gereken insan değildir.” İnsan olmak, tözsel, potansiyel bir ontolojik gerçeklik olarak her insanda (fıtratta) mevcuttur. Ancak yaşam diyalektiği içinde bu töz ispat edilebilir ya da inkar edilebilir. Yani, insan tözüyle doğan ama beşer genetiği de taşıyan her birey, büyüdükçe bu tözü ile genetiği arasında bir çatışma yaşar. Ve sonunda ailenin, toplumun, çevrenin, doğanın, tarihin alıp getirdiği alışkanlık ve zorunluluklar içinde bir kişilik edinir. Bu kişilik aslında melez bir kişiliktir. Yani her birimiz (ve tarih boyunca yaşamış ve ölmüş her bir insan teki) beşer yanımızla insan tözümüzün içine doğduğumuz koşullardaki açığa çıkış biçiminin (kaderin) ürünüyüzdür.
Yeteneklerimiz, eğilimlerimiz, seciyemiz, iç güdülerimiz, reflekslerimiz, tip ve davranış biçimlerimiz, bizim seçmediğimiz ve verili olarak içine doğduğumuz bir zorunlu formdur. Akletme, felsefe, sanat, din, bilim gibi insan yetenekleri, bu zorunlu formu anlama, değiştirme veya kabullenme seçimini yapmamızı sağlayan bilgi ve görüş idraki kazandırır. Aynı şekilde, Allah’ı birleme ve Adem olma şuuru da, yani tevhid bilinci de, beşer genetiğimiz ile insan tözümüz arasında bir tercih yapma ve insan-Adem tözünü seçerek beşer yanımızı tasfiye/terbiye etme yolunu öğretir. İşte bu doğa, tarih, toplum ve beşer yanımızın seçemediğimiz ve zorunlu olarak içine doğmuş olma durumunu idrak etmek, reddetmek ve insan tözünü tercih etmek, özgürlüktür. Yani özgürleşme, insanlaşma çabasıdır ve insan olmak, özgür olabilmektir.
İnsan-ı kamil (tam insan olma hali), verili ve peşinen var olan bir ontoloji değil, tözsel-potansiyel olarak verilmiş ve çaba ile ulaşılıp ispatlanabilecek bir menzildir. Beşer, yani hala aklını kullanamayan yanımız, sadece gördüğüne inanan, duyu organları ve iç güdüleri doğrultusunda yaşayan boyutumuzdur. Tek tanrı soyutlaması ve yaratılanla yaratanı ayırma mantığı, işte bu manada insanlaşma yönünde atılmış büyük ve niteliksel bir devrimdir. Bu soyutlama, aklın kullanımını ve ilkel dürtüler yerine soyutlama yoluyla gerçeğin kavranışını içerdiği için, insanlaşmanın ilk göstergesidir. Cinsel yasaklar, beslenme etiği ve sosyal sorumluluklar, aklın kullanımının ürünüdür ve aklı kullanmayı geliştiren sonuçlara yol açarlar. Yani, ahlak insanlaştırır.
İnsan-beşer ortak varlığımızın bu şekilde aşılması çabası, geri dönüşü de olan ve hatta her an ve her koşulda yeniden sınanan, yani sürekli o ilk idrak ve şuur doğrultusunda yaşamayı zorunlu kılan diri ve dinamik bir süreçtir. Adem nesliyle birlikte insana öğretilen bu şuurun unutulması, terk edilmesi, reddedilmesi, hatta inkar edilmesi mümkündür. İşte bu, iblis-şeytan denilen fonksiyondur. Yani insan olma şuurunu, Allah’ın varlığı ve birliği şuurunu, hayatın insanlaşma-özgürleşme fırsatından ibaret olması şuurunu unutturan her neden, şeytandır. Bu anlamda tüm kötülüklerin kaynağı şeytandır. İblis ve nesli olan şeytanlar, işte o ilk günahı işleten beşer varlıklardır. İnsanların tümünün genetiğinde işte bu şeytanlarında geni vardır. Şeytan yanımız aslında , insanın düşmanıdır. Kıskanç ve kindardır. Ademin neslini kurutmak ve yok etmek, şeytani genin asıl misyonudur. Şeytanın aklımızı devre dışı bırakıp insanlığımızı unutturması nedeniyle beşer olarak yaptığımız içgüdüsel davranışlarımız, insan tözümüzün iyilik-kötülük kategorileri çerçevesinde kötü olarak kodlanmıştır. Tarihte ve bugün, insanın beşer yanının galebe çaldığı durumlarda, insanın aklını kullanmadığı, pagan ya da totemist-fetişist eğilimler gösterdiği görülür. Cinayet, savaş, zina, sarhoşluk, yalan, talan, hırsızlık, ikiyüzlülük, hükmedicilik, köleleştirme, sömürme… Tüm bu kötü alışkanlıklar, şeytani beşer yanımızın nüksedişi, yani aklın-Adem yetenekleri ve şuurunun devre dışı kalışının ürünüdür.
İnsanlaşma, her bir insan tekinin beşer yanını terbiye etmesi, kötülüklerden arınması ile mümkün olan ve hem tüm insanlık tarihi ve insan türünün tümü için, hem de tek tek her insanın yaşam ömrü süresince geçerli bir asli amaçtır. İşte din; iman ilkeleri, ibadetler, dua, ahlaki alışkanlıklar ve ahlaki sınırlar yoluyla, insanın iyilikten ibaret tözünü açığa çıkarıp sürekli kılma, kötü (şeytani-beşeri) davranışları terk etme ve böylece kalıcı bir davranış ve kişilik olarak insan yanımızı benimsememizi sağlama yoludur.
İnsanın kötülükten (beşer alışkanlıklarından) tenzihi-arınması, biyolojik-fizyolojik değil, ontolojik ve ahlaki bir meseledir. (Beşer genetiği ifadesini, kötülüklerimizin alışkanlıklar, refleksler ve akıl dışı davranışlarımız şeklinde açığa çıkmasına telmih olarak kullanmaktayız. Yani, beşer yanımız, biyolojik manada genetik bir olgu değil, ontolojik manada genetik bir haldir.)
Bütün insanlar, bu beşer-insan yapısı ve çelişkisi ile ve insan tözüne sahip olma yönünden eşit doğarlar. Bu eşitliği bozan tek şey, toplumsal koşullar içinde insanın insanlaşma imkan ve fırsatlarını kısıtlayan, gasp eden, sadece bazı insanlara sunan eşitsiz, adaletsiz toplumsal düzendir. Maddi gelişme, yani uygarlaşma, tam da bu bağlamda insanın aklını ve melekelerini geliştirerek kemale ermesini sağlayan elverişli bir süreç olduğu kadar, insanı iyice düşkünleştirerek ürettiklerinin esiri yapan ve beşer yanını kışkırtan bir tuzak olarak da işlev görmektedir.
İnsanı geliştiren ve aklını kullanarak kendisi ve doğayla bilinçli bağlar kurmaya yönelten siyasi, ekonomik ve felsefi gelişmeler, Adem yanımızın ‘eşref-i mahlukat’ (yaratılmışların en şereflisi) özelliğidir, bu gelişmeyi kendini var eden sorumlulukları çiğnemek için kullanma eğilim ve alışkanlığı ise Beşer yanımızın ‘esfel-i safilin’ (aşağıların en aşağısı) özelliğidir. Uygarlık düzeyi, bu iç çatışmayı sadece yeni ve daha ileri maddi koşullar ve olasılıklar içinde sürdürmeyi sağlar. Yani uygarlaşma, kendi başına iyi ya da kötü, ileri ya da geri, doğru ya da yanlış bir süreç değil, ürettiği sonuçlara göre, yani insanlaşma amacına göre yargılanabilecek bir doğal gelişme sürecidir. (10)
Adem neslinin ortaya çıkışıyla başlayan tarih, insanın doğayı tanıdığı, doğadan beslendiği, doğa ile hemhal olduğu -en az 10 bin yıllık- bir devri ifade eder. Bu devir, Adem neslinin yaratıcı tek tanrı fikri ile beşer yanımızın akıl dışı doğa, kişi ve eşya tapınısını ifade eden animist-totemist inançları arasındaki çelişkileri içerir. Yani bu dönemin ve ilk insanların iç savaşı, tevhidle (insanı, tek yüce külli varlığın halifesi olarak görmek, doğa ve yaşamı insanın imtihan mekanı ve sorumluluk alanı olarak görmek) animizm (tüm doğayı, eşya ve olayları kutsamak, insanı kutsal doğanın iradesiz parçası olarak görmek) arasındadır.
Bu savaş başka bir dille, insanın akıllı yanıyla beşerin vahşi yanı arasında ortaya çıkmıştır. Bu dönemde kabileler halinde yaşayan insan topluluklarının ilk maddi üretim biçimi çelişkisi, bireyci komünle, ortakçı komün arasındadır. Adem olma şuuru baskın olan kabileler ortakçı-paylaşımcı komünler halinde yaşarken, beşer genetiği baskın olan kabileler bencil-aşiretçi-bireyci, mülkiyetçi, yağmacı sürüler halinde yaşamaktadır. İnsanlığın ilk yaşam dönemi, insan-beşer çelişkisinin ilk ortaya çıkış biçimi olarak okunabilir. Yani antropolojinin iddialarının aksine, çocuk olan, yani akletmeyen ilk insanlar, beşer yanı baskın kabilelerdir. Onunla aynı anda akleden insan da sahnededir ve bu iki ontolojik insan tipi uzun bir çatışma süreci yaşamıştır. İnsanın insanla savaşının bu ilk örneği, bütün insanlığın hala taşıdığı ortak genetik bilgi ve alışkanlıkları üretmiş gibidir. İnsandaki üretken, paylaşımcı, dayanışmacı, iyilik ve adalet isteyen, özgürleşmeye çalışan ve kötülüğe karşı çıkan akılcı eğilimler, bu somut çatışma sürecinde doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini ayırdetme yeteneğini kazandırarak Adem ontolojisinin sürekliliğini sağlamıştır. İnsandaki şiddet eğilimleri, hükmetme duygusu, güce ve nedenlere tapınma, kötülük eğilimleri, halisünasyon ve paranoya şeklinde dışa vuran korku halleri, cin, şeytan, sihir, büyü kültürü, beşer genetiğinden kalma tortular olarak hala yaşamaktadır. Bilimsel aklın ve teknolojinin, üretim ve ihtiyaç temini imkanlarının bu kadar gelişmesine rağmen, insan türünün hala bu kadar hegemonyacı, bencil, mülkiyetçi, akıl dışı inanç ve ideolojilere tapınıcı yanının yaygın olmasının nedeni, işte bu uzun sürmüş çatışma sürecinde aranmalıdır.
Bu okuma biçimi, bizi ana hatlarıyla insanlık düzeyinde temelde iki farklı anlayış, inanç, yaşam tarzı ve ahlak olduğu sonucuna götürmektedir. İnsan türü, daha ilk günlerinde başlayan bu ana çelişkiyi, yani insan-beşer çelişkisini, uygarlığı geliştirdikçe devam ettirmiş, çeşitlendirmiş ve boyutlandırmıştır. Bu nedenle, üretim biçimleri ve uygarlaşma düzeylerini temel ölçü almak yerine, bu maddi koşullara, eşyaya, hayata, doğaya ve insana dönük iki farklı bakış açısını ortaya koymak ve tüm gelişmeleri bu ölçüyle yorumlamak gerekmektedir.
Uygarlaşma adımları, insanlaşma doğrultusunda atılmış bir adım olmakla birlikte, beşer yanı kışkırtarak beşeri yanın Ademe üstün gelmesini sağlayacak gelişmeleri de içinde barındırır. Uygarlaşma, yani yerleşik hayata geçişle başlayan ve sanayi devrimiyle yeni bir niteliksel aşamaya ulaşan maddi gelişme düzeyi, insanlık durumu ölçü alındığında, insanlaşma çabası açısından hem iyi hem de kötü sonuçlara yol açabilmektedir. Buna uygarlığın temel paradoksu diyebiliriz. Nitekim kadim tarihte olduğu gibi, modern tarih de, uygarlık düzeyinin insanı özgürleştirme ve gelişme doğrultusunda kullanımının yanında, insanı yok etme, küçültme ve tahrip etme doğrultusunda kullanılmasının da örnekleriyle doludur.
Şüphesiz bu ilk insanlık durumuna dair insan-beşer yanımıza dayalı açıklama tarzı, insanı, hayatı ve var oluşu anlamlandırmaya dönük metaforik bir eğretilemedir. Gerçekte ilk insan hayatının nasılını henüz bilmiyoruz. Ama, bugünkü insandan yola çıkarak, böyle bir eğretileme yapabilir ve insandaki yıkıcılığın kökeninin, insanın bir önceki (Dinlere göre, Allah’ın Adem’e ruhundan üflemesinden önceki) zamanlardan -beşer halimizden- kalma olduğunu düşünebiliriz. Böylece hem insanı kötülükten tenzih etmiş olur, yani kötülüğün insanın ruhunda-doğasında olmayıp, maddi koşullar içinde açığa çıkan beşeri genetik yanından kaynaklandığını ileri sürebiliriz. Hem de insanlaşmanın ahlaki ve ontolojik düzeyde hazır bir durum değil, iradi seçimlerimiz ve çabamızla elde edeceğimiz bir yaşama amacı olduğunu idrak edebiliriz. İşte Allah ve Adem şuuru, bu idrak halidir. Ve insan bu hale, büyük uğraşlar, çabalar ve sıkıntılar çekerek ulaşmıştır. Halen de ilk Adem neslinin yolundan gidenler, bireysel ve toplumsal insanlaşma davalarını aynı çaba ve sıkıntıları yaşayarak sürdürmektedir. İşte insanlık davası dediğimiz, budur. Tarihin sonraki dönemlerinden itibaren yaşanan diğer tüm çelişki ve çatışmalar, aslen işte bu ilk ve temel davanın uzantısı veya sonuçları olarak okunmalı, bu ölçü ile manalandırılmalıdır.
Uygarlaşmanın ikinci ve üçüncü hamleleri şeklinde kategorize ettiğimiz hamleleri, işte bu insanlaşma çabasının yeni biçimler ve koşullar altında sürmesi olarak değerlendirmek gerekir.
Göçebelikten Yerleşik Hayata Geçiş: Tarım Devrimi
İkinci büyük uygarlaşma hamlesi, tarım devrimidir. Tarihçilerin neolitik devrim dediği bu büyük hamle, önemli ölçüde yazılı belgelerin de bulunuşu ile, daha yakından takip edebileceğimiz bir dönemdir.
M.Ö. 10 binli yıllardan M.S. 15. yüzyıldan itibaren gelişen kapitalizm çağına, daha doğrusu Sanayi Devrimi’ne kadar süren bu uzun insanlık çağı, halen bütün birikimi ve yarattığı değerlerle etkisini sürdürmektedir.
Tarım devrimi, bir çok tarihçiye göre ilk olarak (M.Ö. 12-11. binli yıllarda) Mezopotamya-Akdeniz havzasında başlamıştır. Toprağın üretim aracı kılınması, hayvanların evcilleştirilmesi, yerleşik hayata geçiş, kentlerin kuruluşu, ticaret, yazı, bilim, sanat… Tüm insanlık melekeleri, önceki döneme göre bu dönemde doruğa çıkmıştır. Bu dönem insanın artık doğadan korunmak yerine doğayı kullandığı dönemdir. Toprak, su, hava, iklimler, mevsimler, güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar, bitkiler, madenler ve tabii insan… İnsan emeği, hayalleri, umutları, doğurganlığı, analık-babalık misyonu, kadınlık-erkeklik rolleri, alet yapma ve kullanma becerisi… Her şey yeniden tanımlanıp, keşfedilip yeni bir yaşam ortamı için değerlendirilmektedir.
Uygarlaşmanın bu büyük adımı, kurumsal pagan dinleri ve devleti de üretmiştir. İlk insanlaşma döneminde Tanrı’nın varlığı ve birliği, Adem peygamberle temsil edilmiş, ama beşerin taşıyıp sürdürdüğü animist-totemist inançlar varlığını devam ettirmiştir. Tarım döneminde ise, doğanın korkuya dayalı tanrısallaştırılması (animizm/totemizm), doğa olaylarının kişileştirilerek tanrısallaştırılmasına yani paganizme evrilmiştir. Bu dönemde Büyük Tufan’dan sonra ortaya çıkan Nuh-İbrahim geleneği olarak tevhid mesajı, işte bu maddi uygarlık düzeninin yüceltilmesini ifade eden paganizme karşı çıkmıştır.
Pagan tanrılar, esasen yine beşerin gelişmemiş aklının ürünüdür. Yani doğanın kullanımı, bu ilkel akıl tarafından tanrılaştırılmıştır. Paganizmin ilk tanrıları insanın tarımsal üretim sürecini sağlayan doğasal nedenlerdir. Sümerlerde su (Ea-An) ve toprak (Ki) asli tanrılardır. Herşey, bunların birleşmesinden doğmuştur. Yani Fırat-Dicle Havzası ile Basra Körfezi’nde iki suyun ortasında toprağın sulanarak yaşam kaynağı kılınması, kentler yaratılması olgusu tanrısallaştırılmıştır. Zaman içinde bu ilk neden ya da esas tanrılar, göğe yükseltilmiş, ay (Sin-Nanna), güneş (Şamaş – Utu), hava (Enlil), fırtına-yağmur (Adad-Baal-Marduk) tanrıları haline dönüşmüştür. Toprağın kullanımı ise artık verimlilik-bereket (Dumuzil-Tammuz-Ki- bele) tanrı/tanrıçaları şeklinde cinsiyet de içeren fonksiyonlar halinde tanrılaştırılmıştır. (tanrılaştırma aslında tanrısallaştırma manasındadır. Yani maddi olanın ötesine-ilahi-metafizik aleme dair iradelerin etkinliğine tanrı ve benzeri ifadeler kullanılır. İbrahimi geleneğin tek, bütüncül, yaratıcı ve hakim Allah telakkisi gibi bir tanrılık değildir.) Bu dönem, devletin ortaya çıktığı ve toplumsal iş bölümünün gerçekleştiği, köleciliğin ve sınıflaşmanın doğduğu dönemdir. Bu nedenle pagan teoloji bunun yansıması olarak hiyerarşik ve değişmez-sabit bir tanrı anlayışı üzerinden kurulan düzenin kutsanmasını ifade eder. Önceki devrin “ilk nedeni” olan Ea-An (su) tanrısı, artık yeni hiyerarşik düzenekte büyük gök tanrı haline dönüşür. Bu teoloji, isim değiştirerek tüm ilk tarım uygarlıklarında egemen olmuştur.
En yüce gök tanrı, Mısır’da Ra, Hitit’te Taru-Teşup, Babil’de Baal-Marduk, Hind’de Varuna-Mitra, Yunan’da Zeus, Roma’da Jüpiter… Aynı çağlarda avcı-göçebe topluluklarda da bu teolojinin etkisi görülür. Eski Türklerde Bay Ülgen, Keltler’de Toran, Germenik kabilelerde Tyr, Zio, Odin… Bu tanrıların sembolü de hemen hemen aynıdır. Örneğin en yüce ve eril tanrının ortak simgesi boğa-öküzdür. (Erkeklik-güç ve toprağı döllemenin simgesi.) Boğa miti, toprağın kazılarak tohumlanması yoluyla doğurtulmasının, yani insan emeği, güç kullanımı ve doğurganlık zincirinin yaşamın kaynağı olduğu ve bunun değişmezliği anlayışının sembolüdür. (11)
Bunun dışında toprağı ve döllenmeyi -doğurganlığı/bereketi- simgeleyen dişi tanrıçalar vardır. Sümer’de Antum, Aruru, İnana, Babil’de İştar, Finike’de Atargatis, Mısır’da İsis-Muth, Hitit’te Vureşama, Anadolu’da Kibele, Yunan’da Artemis, Athena, Hind’de Varuna… (12) Bu tanrı ve tanrıçalar, bir yanıyla ilk insan ataları olan Adem ve eşini, bir yanıyla da insana yaşam bahşeden maddi ilk nedenlerin dişi yanlarını simgeler. Beşer-insan, bu biyolojik atalarla ekonomi-politik nedenleri özdeşleştirerek ana-ata tanrılara dönüştürmüştür.
Teolojide tanrıların göğe çıkarılması, yani gök tanrı inancı, pratikte üstün otoriteyi yani devleti simgeler. Devlet artık kralların şahsında tanrıdır. Yani her şeyi denetler, yargılar, cezalandırır, yaşatır, öldürür, hayatı düzenler. Bütün animist-pagan toplumlarda, aslında son tahlilde en yüce ve külli bir tanrı imgesi vardır. Bu imge, muhtemelen Adem neslinden kalma unutulmuş o ilk Allah şuurunun kalıntısıdır. Ama, bu yüce tanrı, somut yaşam içerisinde somut olarak tapınılan, tazim edilen ve hayattaki aç kalmama, barınma, güvenlik ve soyu sürdürme (ölmeme) ihtiyaçlarını gideren nedenlerin soyutlanması olan çok tanrılı teoloji içerisinde en tepeye koyularak yaşatılmıştır.
Tanrıların cinsiyetçi rollere büründürülmesi, sosyal iş bölümünü, kadın ve erkek şahsında toplumsal örgütlenme düzeyini ifade eder. Ev ve aile, artık sosyal hayatın merkezidir. Düzen ve sürekliliği kadın temsil eder. Erkek ise, gücün sahibi olarak yönetmeyi ve savaşmayı temsil eder.
Erkek egemenliği, üretim sürecinin yani maddi yaşamın emek ve yetenek yerine, mülkiyet ve güç temelli yani sömürü ve savaşa dayalı siyasallığın öne çıkmasının sonucudur. Kadın, geri plana itilerek, savaş ve sömürüden ibaret eril bir toplumsallığın pasif öğesine dönüştürülmüştür. Kadının aşağıya itilmesi, insanın aşağıya itilmesi olarak genelleşmiş ve köleliği doğurmuştur. Bu kölecilikte kadim bir düzene dönüşmüştür. Bu aşamadan sonra artık doğurganlık ve bereket kültü olan dişi tanrıçalar yerine, şehvet ve fahişelik sembolü baştan çıkarıcı-şeytani dişi tanrıçalar geçmiştir. (13) Büyük tanrılar ise, artık sadece erkektir ve gücü, kudreti, egemenliği simgeler. (14)
Erkek temelli toplumsal iş bölümü, zamanla toplumsal süreçlerin tümüne yayılmış ve giderek özel mülkiyetin kurumlaşmasıyla birlikte toplumsal sınıflar ortaya çıkmıştır. Sınıflaşma, iş bölümünün istismarından doğmuştur. Mülke el koyma ve toplum aleyhine sahiplenme, beşerin insana hükmetme alışkanlığının yeni bir biçimini doğurmuştur. Tarım çağları boyunca efendiler ve köleler olarak, modern çağlarda ise işçi ve işveren sınıflar şeklinde ana kategoriye ayrılan sosyal sınıflar gerçeği, üretim araçlarının özel mülkiyete dönüşmesiyle başlamıştır. Kamu’nun ortak tin’i olan ilk halkçı devlet modeli, özel mülkiyetle birlikte bozulmuş ve devletin halk nezdindeki prestiji istismar edilerek, aslında mülk sahiplerinin eline geçen devlete itaat geleneğini sürdürmek, en önemli politik çaba haline gelmiştir.
İşte bu aşamayla birlikte, kitleleri mülk sahiplerinin mülküne dönüşmüş devlete itaate razı etmek için ve kendileri de bu sistemin bir parçası halinde, din adamları-rahipler denen bir sınıf-zümre ortaya çıkmıştır.
Din-Devlet Özdeşliği ve Rahipler Sınıfı
Bu iş bölümü, zaman içinde teolojik düzeyle, pratik sosyal yaşam arasındaki ilişkileri ve etkileşimi özel bir aracılık sistemiyle uzmanlaştırmayı doğurmuştur. Rahipler, din adamları sınıfı, işte bu aracılığı temsilen, giderek kurumsallaşan bir sınıf halinde gelişmiştir.
Pagan rahipler sınıfı, avcı-göçebe döneminde Şaman ve Kâm’lar tarafından yönetilen totem-fetiş ritüellerinin gelişmiş biçimi olan pagan ayinler organize ederek devlet ve toplum arasında hayati bir işlev üstlenmiştir. Göçebe büyücü olan Şaman-Kam, artık yerleşik düzenin pagan rahibidir. Hem toplumun denetimi ve eğitimi hem de devletin karakteri ve istikameti, rahipler sınıfının tekelindedir. Çünkü bu sınıf, ekonomi-politik düzenin işleyişini sağlayan teknolojinin de bilgisine sahiptir.
Animist-totemist büyücülüğün gök cisimlerinin hareket yasalarının keşfi sonrasında geliştirilmesi nedeniyle elde edilen bilgi, topluma esrarengiz güçleri yöneten büyüler olarak sunulmuştur. Bunun yarattığı karizma, özellikle yazının icadıyla birlikte, rahipler sınıfını egemenlik ilişkilerinin en tepe noktasına oturtmuştur. Astronomi, halka astroloji olarak, tıbbi bilgiler büyülü şifa olarak, politik analizler ise geleceği bilme yetisi olarak sunulmuştur. (Muhtemelen bundan bin yıl sonra bugünkü egemen kapitalist ekonomi dili, teolojiye dönüşecek ve ekonomistler de o zamanın tarih kitaplarında rahipler-büyücüler ya da din adamları olarak anılacaktır.) Mesela yazı, eski toplumlarda tam manasıyla sihirli bir olgudur. Birtakım şekiller yoluyla konuşmak, onları okumak, şekillerden mana çıkartmak, cahil halk için büyüden başka bir şey değildir. (15)
Rahipler sınıfının bu otoritesi, ‘yönetme işi’nin kutsallaşmasını doğurmuştur. Tanrısal güçlere sahip rahip ve tanrının işini yapan kral, toplumun ortak tin’ini (kolektif ruhu) temsilen dokunulmaz ve vazgeçilmez bir konum kazanmıştır. Göksel tanrıların en büyüğü, yerdeki kralların en büyüğü ile özdeşleştirilmiş ve tanrı-kral inancı gelişmiştir. Rahipler sınıfının desteği ve yönlendirmesi sayesinde bu tanrı-kral sistemi, zamanla kurumsallaşarak kutsal devlete evrilmiştir. Çoban- kral-şef, ilk başlarda değişik seçim usulleri ile başa geçerken, zamanla kralın tanrısal kanı ve ruhu en yakınına -oğlu, kardeşi veya karısına- aktarılan bir vesayet zinciri (monarşik saltanat) geleneği başlamıştır.
Öte yandan, rahip-kral ittifakının sonucu olarak, ilk tarım devletlerinden son tarım imparatorluklarına kadar tüm tarih, dinle devletin özdeş olduğu bir örgütlenme biçimine sahiptir. Bu durum hemen hemen bugün de geçerlidir. Dinle devletin özdeşliği, her iki olgunun içeriğinden bağımsız olarak neredeyse olmazsa olmaz yapısal bir bütünlüğü ifade eder. Yani devletlerin/toplumların egemen dinleri değişebilir ya da devletlerin rejimleri, siyasal istikametleri, örgütlenme tarzları değişebilir, ama bir devlet varsa mutlaka dinsellik temelinde, dinsellik ruhuyla yani din mantığı (kutsal hiyerarşi ve üstün otorite) ile örgütlenmiştir. (16)
Devletlerin dinleri değişebilir, ama dinselliği değişmez. Zira devlet, dinin siyaset diliyle ifadesidir. Din ise, devletin şifreli (teolojik) dilidir. Bu bağlamda, çoğu durumda teoloji (ilahiyat; Tanrı ve din bilimi), esasen egemen toplumsal düzenin soyutlanmasıdır.
Tevhid peygamberlerinin getirdiği mesaj, bu bağlamda da büyük bir devrim yaratmıştır. Allah’tan başka ilah yoktur demek, siyasal kertede devleti-kralları, rahipleri, egemen sınıfları halkın üstünde, denetlenemez, sorgulanamaz, eleştirilemez kutsal makamlar olmaktan çıkartıp, halkın hizmetkarı, temsilcisi, eğitmeni ve iş görücüsü yapma çağrısıdır. (17)
Ve bu çağrı aynı zamanda, Allah’a çocuk atfetmeyi de reddederek, her tür saltanatı, kral-sultan-şah veya peygamber oğlu-kızını da kutsamayı, iktidar için oğulları-kızları-damatları tek meşru varis görmeyi de reddetmek demektir. Allahtan başkasına kulluğun reddi, köleliğin de reddidir ve bütün sınıfsal çelişkilerin doğduğu ana rahmi olan efendi-köle diyalektiği, tevhid imanı ile kökünden reddedilir. Bu anlamda, muvahhid bir iman, kutsal devlet, kutsal soy, kutsal çocuk, kutsal aile, kutsal üstün ırk-zümre-rahip, sınıf ve kutsal kişi inançlarını şirk olarak görür ve insanı bütün bu tarihin eşitsiz gelişme ürünü çelişkilerini daha en baştan, kesin ve kökten reddini sağlar. Tabi, tarih bu öğretiye göre akmamış ve egemen sınıflar, aileler, zümreler, din adamları ve kişiler, kendilerine daima kutsal-tanrısal bir kök meşruiyeti bularak insanları kendilerine kullaştırmanın bir yolunu-dilini bulmuşlardır. Din istismarı bu manada dinden daha etkili bir dincilik siyaseti olmuştur.
Tevhid mesajı, halk anlasın diye alıştığı teolojik bir dille konuşur ama özü itibariyle kadim animist/paganist teolojinin yani kurumsal dinselliğin reddi üzerinden yerleşik düzenlerin ekonomi-politik temelde reddedilişidir. Tevhid, insanı bu köleleştirici düzenlerin tahakkümünden özgürleştirici bir teolojinin ifadesidir.
Kadim tarımsal/askeri devletler geleneğinde tevhide uygun kamucu/adaletçi/ özgürleştirici politik aşamaya en fazla İslam çağında ulaşılmıştır. Özellikle İslami devlet geleneğinde, hem Sasani-Abbasi sentezi olan Selçuklular’da, hem de Bizans-Mısır sentezi olan Osmanlı’da kamucu-adaletçi devlet anlayışı baskındır. Bozulma ve çürüme dönemleri, işte bu anlayıştan uzaklaşmayı ifade ettiği içindir ki bu coğrafyanın müslim – gayrımüslim toplumları adalet ve hukuku daima eski devirlerde arar olmuştur. Özellikle Ahi-lonca teşkilatlanması, ıkta-tımar sistemi ve sipahi (üretici) ordu örgütlenmesiyle klasik dönem (16. yüzyıla kadar) kamucu Osmanlı devlet örgütlenmesi, bugün dahi ders çıkarılması gereken bir modeldir. İnsanların iş ve meslek sahibi olduğu, toprak ya da zanaat ve ticaretle iştigal ettiği, ürettiğinin yani emeğinin ürününün sahibi olabildiği bu düzen, kimseye muhtaç olmadan yaşama, yani hürriyet ve şahsiyet sahibi olabilme imkanını sağlar.
İslam imanı gereği malın da, mülkün de, devletin de iktidarın da son tahlilde asıl sahibinin Allah olduğu şuuru, en azından bu klasik Osmanlı devri düzeninin adalete en yakın bir dönem olarak tanımlanmasını sağlayacak bir pratik üretmiştir. Klasik dönem Osmanlı düzeni, işte bu halkçı karaktere uygun olarak, dinsel pratikte de özgün bir modeldir. Pratik düzenin ahlakı olarak din, paylaşma ve dayanışmanın, edep ve hayanın, ölçülü olma ve şahsiyet kazanmanın menfezidir. Ahi, pir, derviş, alim, dede, baba, veli ve mürşit, halk içinde yaşayan, mutlaka bir meslek sahibi olan, yani emeğiyle geçinen, mesleki beceri ve ahlakıyla mütenasip görgü ve bilgisi nedeniyle itibar, irşad ve feyz kaynağı olan, hayat içinde pişerek, denenerek ve daima siyasi ve toplumsal denetime tabi tutularak bu otoritesini kullanabilen tam manasıyla organik entelijansiya konumundadır. Ne dinden para kazanır ne de ün ve şöhretten. Bu halk bilgeleri ve halk adamları, savaşta ve barışta, iyi günde ve kötü günde, açlıkta ve toklukta halka yol gösteren, güven ve cesaret aşılayan, sabır ve metanet öğreten nebevi misyon sahibi gerçek birer öğretmenlerdir. Bu Ahi- Baba tipi, klasik Osmanlı döneminde de halk açısından devlet adamlarından daha etkin ve muteber konumdadır. Bu nedenle devlet, bir şekilde bu kanaat önderlerinden faydalanır, onlara danışır ve onların ikazlarını emir telakki eder. Bu kendi toplumumuza uygun, pratik ve gerçek bir demokrasi için de ilham veren bir uygulamadır.
Bu dönem, şekilci dinselliğin istismar ve imtiyaz içeren egemenliği, yani teokrasi dönemi değil, aksine kelimenin tam anlamıyla halkın kendi kendini, kendi karar ve eylemiyle yönetmesi dönemidir. Özellikle ekonomi-politik düzenin bozulmasıyla birlikte, bu dini ahlak geleneği de bozulmuştur. Zamanla bu doğal dindarlığın özü boşaltılarak kabuğu yaşatılmış ve işte bu dinsellik, devletlü elitler adına halkı denetlemek, itaat etmeyenleri tasfiye etmek, her iktidar kararına fetva vermek ve halkın dini duygularını bireysel ya da politik çıkarlar için kullanmak şeklinde, bir sorun alanı haline dönüşmüştür. Osmanlı’nın bozulma döneminde egemen olan dinsellik, halk önderi ve bilgesi olan dervişan tipi yerine, şeyhülislam-medrese- şeyh üçlüsüne dayanmış ve dini Bizans’taki gibi devletin bir kurumuna dönüştürmüştür. İşte devletin resmi kurumu ve halkın da sömürgen rahipleri olarak şeyhlik müessesesine dayalı dinsellik biçimleri, asli dini geleneğimiz değil, aksine bu gelenekten uzaklaşmanın ve bozulmuşluğun göstergesidir. (20) Kısacası, kastettiğimiz manada dinsellik (yüceltme-kutsama-dokunulmazlık-yabancılaştırma) olmazsa, devlet de olmaz. Modern siyaset kuramcılarının bütün soğuk ve değerlerden arınmış teknik devlet tanımlarına rağmen bu, böyledir.
Din-devlet özdeşliğinin kadim toplumlarda halkçı bir özü vardır. Yani devlet ve din ayrı ayrı ve toplumun üstünde birer olgu değil, aksine bizatihi toplumun kolektif tin’i hükmündedir. Kral-Sultan, bu tin’in-ruhun sembolüdür. Savaşçı sınıf, yani ordular, bekçisidir. Rahipler, bürokratlar ise iş görücüsüdür. Ne zaman ki bu denge bozulur, o zaman kral tanrılaşmaya, rahipler tanrı adına sömürmeye, savaşçılar cuntalaşmaya başlar. İşte peygamberlerin geldiği anlar bu bozulma anlarıdır.
Tevhid mesajı, aşırılıkların -haddi aşmanın- engellenip, her şeyin yerli yerine oturtulmasını içerir. Devletin adaletle özdeşliği, pagan kültürde dahi vardır. Pagan teolojide en yaygın tanrılardan biri olan güneş, adalet ve yargı tanrısıdır. Yani devlet, güneş gibi adaletini herkese eşit dağıtmak zorundadır. Bizim kültürümüzde de yaygın olan “Allah, devlete zeval vermesin” ifadesi, bu mitolojik manasıyla, devleti kutsayan bir ifade değil, aksine devlete asli misyonunu hatırlatan bir ikazdır. Zeval, gölge demektir ve devlete zeval, güneşin önüne bulutun gölgesinin gelmesini, birilerini aydınlatıp-ısıtıp, birilerini gölgede bırakmasını yani devletin adaletten uzaklaşmasını ifade eder.”
Sosyal Sınıflar ve Teoloji
Öte yandan, paganizm yani çok tanrıcılık, egemen sınıfların, daha doğrusu sınıflaşmanın da ifadesidir. En somut ve açık şeklini Hind kast sisteminde bulduğumuz sınıflaşma, (ki, Marks’ın çözümlemelerinin temeline koyduğu sınıf kavramının ilham kaynağıdır), toplumsal iş bölümünün kutsanarak, hakim sınıflar ve onlara tabi olan alt sınıflar halinde dondurulmasını ifade eder. Hind teolojisi çok açık bir şekilde bu sınıfsallığın aynasıdır. Hind tanrılar panteonunda Varuna, Mithra, İndra, Agnu üst kastların, yani Racalar (soylular), Kşatriyalar (savaşçılar), Brahmanlar (rahipler) ve çiftçilerin tanrılarıdır. Ahura ise en alttaki parya ve dravidlerin tanrısıdır. Ahura, M.Ö. 500’lü yıllardaki büyük Zerdüşt Devrimi’nde İran halkının büyük tanrısı haline dönüşmüştür. Yani alt sınıflar, İbrahimi tevhid inancının etkisiyle Zerdüştlük üzerinden üst sınıflara karşı ayaklanmış ve onları (tanrılarını) reddetmiştir.
Sınıfsal teoloji Mısır’da da vardır. Mısır mitolojisinde kötülük tanrısı Seth (Şit-satan-şeytan), Osiris’i (Asur’u) öldürür. Osiris, Mısır’ın birliğini sağlayan efsanevi liderdir. Güney ve kuzey Mısır’ın birliğini sağlamıştır. Seth, bu birliği bozan yabancı istilacıları (İran’ı) simgeler. Horus, Mısır ordusunun tanrısıdır. Seth’i öldürür. Osiris’i kurtarır. Yani teoloji, Mısırın kuruluşu ve birliğinin sağlanışını anlatır. Sınıfsallık, yerli çiftçi halkla yabancı çoban-göçebe halk arasında ortaya çıkmıştır. Zamanla bu sınıfsallık toplumsal iş bölümüne de yansımış ve egemen sınıflarla halk arasında hiyerarşiye dönüşmüştür. Musa ve tek tanrıcılık, Mısır’da alt sınıfların üst sınıflara isyanını ifade eder.
Yunan’da ise tanrılar, soylulardır. Halk (çiftçiler) ve köleler, soyluların altındadır. Onların tanrıları bağlı oldukları soyluların tanrılarıdır. Yunan’da halkın ve kölelerin tanrısı dahi yoktur. Hz. İsa, bu nedenle kolayca ve hızla benimsenmiş ve alt sınıfların tanrısı haline dönüşebilmiştir. İsa’yı tanrılaştırma, Yunan-Roma coğrafyasındaki sınıfsal dramanın doruğunu simgeler. Tıpkı Hind’de inek tabusunun alt sınıflar için açlığı simgelemesi gibi.
Uzun tarım çağları, yarattığı din, devlet, sınıfsallık, ticaret ve sanat biçimleriyle halen etkisini sürdürmektedir. Özellikle ilahi-tevhidi dinler, animist ve pagan dinlerin yok edilmesi için ortaya çıkmış, ancak zamanla kurumsallaşarak kadim toplumsal düzenlerin bir parçasına dönüşmüştür. Zerdüştlüğün İran, İseviliğin Roma ve İslam’ın Emevi-Osmanlı devletlerinin resmi dini olması, tıpkı uygarlığın iyi ve kötü işlevleri gibi, hem bu devletler için güçlendirici bir rol oynamış, hem bu devletlerin halklarını terbiye edip uygarlığa katmış, ama öte yandan dinin asli özünün dolayısı ile de insanlaşma sürecinin asli yönünün zedelenmesi ve tahrif edilmesine kapı aralamıştır. Tarım çağlarının tevhid mesajı, özellikle bozulma dönemlerinde kadim pagan geleneği ile karışarak egemen sınıfların halkları kontrol ve terbiye vasıtası işlevi görmüştür. Dinlerin bu paradoksal işlevi, Sanayi Devrimi sonrasındaki din karşıtı retoriğin en temel nedeni ve malzemesi kılınmıştır. Çünkü din (Batı’da Hıristiyanlık), artık sömürücü sınıfların silahı haline gelmiştir.
Tarım çağları; yerleşik hayatın, doğanın kullanımının ve teknolojinin gelişmesinin altyapısıdır. Sanayi çağı, bu altyapının üzerine bina edilmiştir. Hatta tarımsal paradigma, Sanayi Devrimi sonrasında neredeyse aynen devam ettirilmiştir. Burjuva sınıfı, aristokrasi sınıfını taklit ederek kendine sınıfsal bir kimlik yaratmıştır. Üretilen teknoloji, tarım çağlarında keşfedilmiş bilgi sayesinde gelişmiştir. Tarımsal devlet yapıları, modern ulus devletlerin aynen devam ettirdiği bürokratik mekanizmaların kaynağıdır. Dil ve kültür kodları, hala tarımsal çağların ürünü olan eski köklere ait olmayı sürdürmektedir. Teolojik çerçeve ise, tamamen tarımsal çağa aittir. İnsanlığın bilinen en uzun süreli yaşam pratiği, tarımsal dönemdir. Sahip olduğumuz ve bildiğimiz hemen her şeyin kaynağı ve kökeni, işte bu uygarlık aşamasına aittir. Modern çağlar, bütün yenilik, ilk olma, ilk keşfetme, büyük kırılma, büyü bozumu türünden eskiyi küçümseme ve kendi devrini adeta insanlığın yeni doğuş çağı gibi sunma narsizmine rağmen, bu böyledir. Modernliğin narsizmi, belki de gerçekte tarımsal çağların paradigmasını bir milim bile yerinden oynatamamış olmanın mahcubiyeti ve yeni diye sunulanların sadece tarım öncesi animist teolojiye benzer yeni şaman teoloji ile, teknolojinin hızlı gelişmesinden ibaret bir görüntü değişiminden başka bir şey olmadığının erken fark edilmesini örtme çabası gibi gelmektedir.
Sanayi Devrimi: Kapitalist Çağ
Tarihteki büyük maddi uygarlık hamlesinin üçüncü dönemi, 16. yüzyılda başlayan (Endülüs’ün işgali ve birikiminin sömürülmesiyle elde edilen) bilimsel-teknolojik devrimlerle gelişen Sanayi Devrimi’dir. Modern çağın bu kritik başlangıcı, insanın doğayı dönüştürmesi çabasını ifade eder. İnsan, doğadan korunma (ilk Adem nesli), doğayı kullanma (tarım çağları) ve doğayı dönüştürme (modern çağlar) hamleleri ile maddi uygarlık sürecinin bugünkü aşamasına varmıştır. Bu dönem, kapitalizmi doğurmuştur.
Tüm önceki devirlerin birikiminin istismarına dayalı bu sistem, teolojik olarak rafine bir animiz ve paganizmi temsil eder. Doğanın ve eşyanın totemleştirilmesi, bu çağda tekniğin ve bilimin tabu ve totem olarak kutsanması şeklinde ortaya çıkmıştır. Sebeplerin kişileştirilerek tanrısallaştırılması olarak tarımsal paganizm ise, kapitalist düzende sebeplerin soyutlanarak tanrılaştırılması şeklinde nüksetmiştir. Bir sebep olarak sermaye, üretim aracı olmaktan çıkarak, tek üretici güç haline dönüşmüştür. Para şeklinde soyutlanan sermayenin, yaşamak için gerekli her şeyi yaratan tanrı halinde tecessüm edişi, kapitalist pagan teolojinin özüdür. Animizm de bu rafine çok tanrıcılık içerisinde devam etmektedir. Doğanın tanrısallaştırılması, modern çağlarda eşya ve olayların ruhuna inanma şeklinde açığa çıkmıştır. Artık toprağın, yağmurun, ormanın, hayvanların totem ve fetiş objeleri olması geri ve ilkel inançlar olarak küçümsenmektedir ama ‘piyasa’nın, ‘dolar’ın, petrolün, borsanın, enflasyonun, kredibiletinin bir ruhunun olması, değerinin inip çıkması, olaylara göre tepki vermesi, adeta canlılaştırılmış doğacılığın daha teknik düzeyde sürdürülmesidir. Sözümona çağdaş insan, artık eski animist-pagan hatta tevhidci tanrı telakkilerinden uzaklaşmıştır ama moda, ün, şan, şöhret, piyasa, banka, borsa, konfor, imaj, reklam gibi yeni animist obje ve nesnelere tapınmaktadır. Antropolojiyi bilenler, eski toplumlarında insanların zaten ne totemlere ve fetişlere ne de su, toprak, ay ve güneşe doğrudan tapmadıklarını, yani böyle akıl dışı bir durumda olmadıklarını, aksine bu semboller ve nedenler üzerinden somut toplumsal ve bireysel durumlarını bilince çıkarttıklarını bilir. Yani, kapitalizmin ileri ve çağdaş bireyinin, en eski animist-pagan insanlardan bir milim bile farkı yoktur. Değişik görünen tek şey, sembollerdeki çeşitlilik ve yeni isimlendirmelerdir.
Kapitalizm, doğayı dönüştürme yetenek ve çabasını, doğayı istismar etme ve doğanın doğasını bozma şeklinde saptırmıştır. Yani kapitalist sistem, insanın doğayı keşfetmesinin ileri bir hamlesi olan sanayi devrimini ve bilimsel-teknolojik atılımı saptırarak tefeci-bezirgan egemenliğini kurmuştur. Gerçekte kapitalizm sanılanın aksine egemen olduğu son yüz yıl boyunca bilimsel gelişmeyi yavaşlatmıştır. Teknolojik gelişme diye bilinen baş döndürücü icat ve aletler, esasen ilk bilimsel keşiflerin istismarına dayalı tüketime dönük yeni malzemelerin üretilmesi sürecinden başka bir şey değildir. Çok fazla eşya üretince çok ileri gidildiği yanılsaması, modernliğin en yaygın ve aldatıcı paradoksudur.
Yerçekimi kanunu ya da elektriğe benzer bir bilimsel buluş veya keşif oranı, son yüzyıldır bu buluşların geliştirilmesini ifade eden teknolojik icatların gerisinde kalmıştır. Çünkü, insan aklının buluşları, keşifleri ve hayalleri, kapitalist üretim-tüketim döngüsünün hammaddesi kılınmıştır. Daha iyi bir yaşam özlemi, sadece kapitalist çarkın tepesindekilerin yani egemen sınıfların gerçeği haline dönüşmüş, alt sınıflar ise hiçbir zaman sahip olamayacakları bir yaşam tarzının peşine koşulmuş beygirlere dönüştürülmüştür. Bu dilemma zaten insanın en eski trajedisidir.
Modern kapitalist çağ, esasen insanın ürettiğine tapma çağıdır. Para ile sembolize edilen bu dönemin baş tanrısı, insanı kullaştırmanın, köleleştirmenin, küçültmenin ve beşerleştirmenin aracıdır. Kapitalist çağ, aşiretçiliği etnik temelli ulusçu milliyetçilik şeklinde yeniden diriltmiş, çok renkli ve doğal bir millet-toplum ve birey olma imkanını ortadan kaldırmıştır. Parayı, hayatın merkezine yerleştirmiş ve bütün insani ilişkileri alışverişe dönüştürmüştür. Kapitalist çağın baş tanrısı (Para-Mammon) dışında, içeriğinden bağımsızlaştırılıp fetişleştirilmiş üretim, tüketim, imaj, marka, proje, standart, borsa, piyasa, win-win, sistem analizi, süreç yönetimi, kişisel gelişim, başarı, hırs, kazanma, serbest cinsellik, bilim, teknoloji, gelişme, ilerleme, büyüme, kredi, medya, çağdaşlık, özgürlük, demokrasi vb. kelimelerden oluşan yüzlerce küçük tanrısı daha vardır. Ve eski pagan teolojilere rahmet okutacak şekilde bu yeni rafine şirk çağının tanrısallaştırma mekanizması, artık somut toplumsal koşullardan bile kopmuş, tamamen insansızlaşmıştır.
Eski paganizm, hiç değilse insan eylemi ve çabaları ile doğasal güçlerin teolojileştirilmesi iken, modern kapitalizm artık tamamen insandan bağımsız irili ufaklı soyut kavram ve sembollerden ibaret tanrı ve tanrıcıkların panteonunu kurmuştur. Beşer özellikler, insana galip gelmiş ve tevhid mesajı bir kez daha kaybetmiştir. Bu nedenle, insanlaşma mücadelesi, yani Tevhid ve Adem şuurunun tüm insanlığa yayılması davası, henüz bitmemiştir. Bu nedenle, kapitalizmin aşılması hem bir insanlık davası hem de bir iman davasıdır.
Sonuç
Uygarlaşma, işte bu üç aşamalı sıçrayışlarla gelişmiştir. Ama, sonuçta insan hala o ilk insandır. İnsanlık davası, o ilk gündeki gibi ve o şuurlanma anınınve sonra o ilk kandırılarak düşme travmasının tüm dramını ve görkemini her bir insan tekinde, doğan her bir bireyde biteviye yaşamakta ve genlerinde taşımaktadır. Dram, beşer yanın hala var olması ve galebe çalmasında, görkem ise, insan yanın hala yaşaması ve her şeye rağmen Adem şuurunun temeli olmasında temsil edilmektedir.
Uygarlık diyalektiği ve uygarlaşma hamleleri, teolojinin jeopolitiği şeklinde kavramlaştırdığımız bir teo-politik süreç içinde insanlaşma çabasını içinde taşır. Yani, insanın ortak ve asıl davası olan insanlaşma, uygarlaşma sürecinin, bu sürecin iç diyalektiğinin, bu diyalektiğin iki farklı lehçesi olan teoloji ve jeopolitik düzeylerin içine gömülmüş bir şekilde sürmektedir. İşte bu saklı kavgayı açığa çıkartmak ve insanlık tarihinin asıl anlamını pratiğin içinde keşfetmek, bugünü ve yarını inşa etmek için zorunlu bir teorik temel oluşturacaktır.
Din, yani Hz. İbrahim’le tecelli eden tevhid inancı, esasen uygarlaşmanın tahakkümsüz ve savaşsız yolunu ifade eder. İnsanların, ekonomi politik sürecin zorunluluklarını denetleme yeteneği kazanması, yani ruhsal ve zihinsel bir üst aşamaya davet ederek uygarlaştırmanın yolu dindir. Bu manada tek bir din -hanif din- vardır ve ilk insandan son peygambere kadar tek bir mesajı taşımıştır: “Allah’tan başka ilah yoktur!”
Bu dinin karşısında da yüzlerce binlerce dinler-inançlar vardır ve hepsi de aslında animist-pagan dinciliklerin, insanı kullaştıran, akıl dışı hurafelerle büyüleyen, kabile-aşiret-kişi kutsamasına yönelten şeytani yollarıdır. Bu dincilik türlerinin en tehlikelisi, kendini İbrahimi-ehli kitap dinlerin içinde gösterip, yani musevi-Hristiyan veya İslam içinde yuvalanıp meşrulaştıran dincilik türleridir.
İbrahimi mesaj, sadece birden çok soyut tanrıya tapınmanın yasaklanması değildir. Tevhid, tüm uygarlaşmanın çatışma biçimlerinin reddiyle birlikte evrensel barış ve insanlaşma amacının yani somut bireysel ve toplumsal yaşamın siyasi ve ekonomik olarak ahlak-adalet-hukuk- hürriyet ve eşitlik ilkeleriyle düzenlenmesinin tek mümkün yolunu ifade eder.
Ekonomi-politik zorunluluklar, yani beslenme, barınma, güvenlik ya da bu zorunlulukların sonucu ortaya çıkan korku, cehalet ve menfaat, bütün maddi çatışmaların kaynağıdır.
Tevhid fikri, yani tanrının soyutlanması ve yaratanla yaratılanın tefriki, her şeyden önce tüm somut-dünyevi-maddi tanrısallık biçimlerinin reddidir. Siyasal, ekonomik ve kutsal otoritelerin reddi…
Bütün pagan geleneğin tanrısallık biçimi, esasen somut ekonomi politiğin yansımasıdır. Sümer’den Mısır’a, Hind’den Roma’ya kadar bütün uygarlıkların teolojisi, ana hatlarıyla aynıdır. Bir büyük gök tanrı ve bir büyük yer tanrı olarak krallık. Bunların gökte yardımcı tanrıları ve yerde yardımcı roldeki üst oğulları veya seçkin sınıflar, seçkin kastlar, seçkin ırklar. Ve her tevhid peygamberi, dinin diliyle siyasal bir mesaj getirir. Bu mesaj, yerleşik din ve devletin halk lehine kullanımını dayatır.
Tanrıyı birleme, insanı, Ademi birlemedir. Tüm imtiyaz, inhisar, istismar ve istiğnaların reddidir. Tevhid; adalet ve özgürlük çağrısıdır. Ve maddi uygarlık hamlesinin son aşaması olan sanayi çağında, tevhid mesajının yeniden yorumlanarak teolojik, politik ve ontolojik manalarının yeniden hatırlatılması gerekir. İnsanlık, kapitalizm sayesinde eski bir beşer bataklığını yeniden denerken, İbrahimi gelenek de, kendisine secde edilen ‘Adem’ şuurunu bir kez daha insan türüne hatırlatmak zorundadır.
Uygarlık, İbrahimi geleneğin tecellisi için daima en elverişli bir imkandır ve İbrahimi-muvahhid bir uygarlık, tüm Adem soyunun asli görevidir.
Dipnotlar: