“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir
Mübtelâ-yı gam’a sor kim geceler kaç saat?”
Brezilyalı yazar Vasconcelos, “Şeker Portakalı” isimli romanında, küçük bir çocuğun acı, dostluk ve sevgiyle tanışmasını anlatır. Romanın küçük kahramanı Zeze, tek dostu olan ihtiyar Portuga’nın ölümünden sonra âdeta yıkılır. Bu haile ona gerçek acıyı tanıştırmıştır. “Şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum.” der. “Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden bir şey…”
Sevimli Zeze, böylece tanışır yaşamakla…
Minik yüreklerin acıyla bilinçlendiği bir dünyada yaşam iyilikle kötülüğün iç içe geçtiği karanlık bir dehliz gibidir. Bütün doğrular, yanlışların içine gömülerek ve bütün yanlışlar doğruların izinden giderek tezahür eder. Doğanın düzeni ile insanın düzeni arasında korkunç uçurumlar vardır. Irmaklar denizlere kavuşur ama herkes yalancıların peşinden gider. Yıldızlar her gece ışıldar ama haksızın gücü daima galip gelir. Çiçekler kıvamında açar ama zalimin zulmü sükut sayesinde
yurtlanır. Minik yüreklerin acıyı tarif edebildiği bir dünyada, gece hem iyilerin hem kötülerin üzerine kapanır. Güneş ise sadece kötülerin yüzlerini aydınlatır.
İyilikle kötülüğün iç içe geçtiği karanlık bir dehlizde iyiler güneşi yüreklerinde uyandırırlar. Sevgi ve merhamet, paylaşma ve dostluk, adanmışlık ve cesaret gibi yaşamı öğreten acı da göz bebeklerinde ışıyan bir meneviş gibidir. Kötülüğe karışmış iyiliği ayrıştırmak ve ona tutunmak için acı da bir erdem olmuştur artık.
Minik yüreklerin acılarla yoğrulduğu bir dünyanın adı iyiler için Şeb-i Yeldâ’dır. Bitmez tükenmez bir karanlık, sabahı uzayan bir gece, güneşi geciken bir fecr-i sadık, erdemin acılarla da öğrenildiği ve aydınlığın zifiri karanlığın tam ortasında yakalanabildiği uzun, çok uzun bir gecedir yaşamak…
Acıya tutunarak derinleşen şeb-i yeldâ’nın içinde aydınlığı aramak bir trajediyi oynamaktır. Bir aşk gibi başlar her şey. Yakıcı ve yıkıcı bir tutkudur başlangıç. Tüm dünyayı fethetmek, insanlığı kurtarmak, halkı aydınlatmak, bireyleri bilinçlendirmektir yaşamak. Coşku dolu bir kavganın sıradan neferi, yüce gayelerin adanmış askeri olmaktır var oluş. Mutluluk yasak, sahip olmak bayağı, baş kaldırmak özgürlük olarak tanımlanır. Hiç yanlışlanmayacak kadar doğru ve hiç birşeyi dışarda bırakmadan izah edecek kadar kuşatıcı ve kesin inançlar edinilir. Öfkeli tartışmaların hazzıyla itminan bulur sürgün bedenler. Bir yabancı gibi sokaklar arşınlanır, bir şakî gibi pusatsız uyunmaz.
Bir aşk gibi başlar her şey ama bir vurgunla noktalanır. Işık realite önünde sönmeye başlar. Küçük bir mutluluk, basit bir sahiplik, sıradan bir itaat bütün büyüyü alıp götürür. “Gerçek”, çözülmenin menfezi olur. Yaşamak “ayakları yere basmak”tır artık. Aynı yanlışın doğurgan paradoksu, bu kez zıddını üretir. Muhayyel gelecek bugünün fırsatıyla, Herkes Ben’le, ideal realiteyle, gaye çıkarla, dava parayla yer değiştirir.
Yaşantının politikası yine aynıdır: Bir an önce sabaha kavuşmak. İdealardan beslenen trajedi realitelere boyun eğen yeni bir perdeye kapı açar. Cennetin ötede olduğunu unutmak değişmez bir yazgıdır.
İyilikle kötülüğün iç içe geçtiği karanlık dehlize bir aşk gibi başlayıp vurgunla biten ortak yazgıyla varılır. Ruhlar çatallaşır, bedenler ikiye bölünür, kişilik şizofreni, davranışlar müraî, bakışlar kaçamak olmaya başlar. Erdemle bayağılık, dürüstlükle sahtekarlık, edeple namussuzluk, doğruyla yalan, inançla fesat aynı didârın kıvrımlarına karışmıştır. İyiliğin nerede başladığı ve kötülük olarak nerede bittiğini ayrıştırmak çok zordur. Ancak hâlâ ayakta kalanların şeb-i yeldâsı, karan- lık gecesi; bir fecr-i kâzibe kanarak çürüyenlerin unuttuğu harelerle ışıldar. Sevgi, dostluk ve acı, bütün safiyeti ve doğallığıyla yürüyüşe devam edenlerin göz bebeklerine bu paradoksu yansıtmaz. Onlar, çürüyenlerin bedeninde yalnızca acınası trajediyi görebilir ve onlar içinde acı çekerler.
Şeb-i Yeldâ, erdem Sahipleri için, ‘yaşamanın’ ta kendisidir. Uzun, çok uzun bir gece gibi gelen yaşamak, kedere müptela kılmıştır onları. Sevgileri, dostlukları ve acıları, merhametleri ve göz yaşları, adanmışlıkları ve sabırları, cesaretleri ve onurları, gerçek sabahın güneşine uyanana kadar yoldaşları kılınmıştır. Onların güneşi ölümle doğacaktır. Her şeye rağmen, “yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden birşey” ışığı karanlığa gömecektir.
Şeb-i yeldâyı yaşıyor olma şuuru, aydınlık arayışının tükenmeyen inadını daim kılar. Çürüyenlerin sahte güneşleri, şeb-i yeldâyı bitirmeye yetmez. İyilikle kötülük burada, cennet ötededir.
(Yenilmiş asilere çiçek verelim/Şeb-i Yeldâ, 1998)
- ahmetozcan
- 22 Aralık 2019
- 0 Comment