“Yaşlı ağaçları sökmek ve yerine genç ağaçlar dikmek gerek”
- Alaaddin Keykubat
Türkiye 20. yüzyılını kapatmaya çalışıyor. Kendi soğuk savaşını bitirmeye uğraşıyor. Batının hacir altına almış olduğu devleti bağımsızlaştırıp sahte kamplaşmalarına son vermek, soğuk savaşın vesayetçi düzenini dönüştürmek, ulusal ve bölgesel düzeyde geçmişiyle barışık yeni bir yol çizmek istiyor. Batılılaşmanın hem amaçlarına ulaştığı için hem de batının vereceği bir şey kalmadığı için son demlerini yaşadığı bir süreçte doğulu yanını yeniden keşfediyor.. Artık özgün modernleşme modellerinin tartışılacağı bir zemin oluşuyor. Osmanlının çöküş travması karşısındaki refleksi, yani büyük depremde cenin pozisyonu almayı ifade eden Cumhuriyeti doğuran koşullar ortadan kalktıkça, cumhuriyeti kendi imtiyazlarının ebedi bir ideali olarak ezberleyenlerin ezberi bozuluyor. Her yeni durum, eskinin işlevsizleşmesine, hatta giderek ek bir maliyete dönüşmesine yol açıyor. Toplum, bütün aksi zehirlenmelere rağmen giderek kendine dönüyor, kendine, geçmişine, birbirine bakmayı batıya bakmaya tercih eder hale geliyor. Kentleşme, eğitim, sağlık, yol, su, elektrik, bürokrasi gibi eski sorunların bir çoğu bir hatıra olarak geçmişe gömülüyor. Türkiye, tekrar bir başka yeni hale doğru hızla koşuyor. Ama batıya bağımlılık, kendi kimliğini netleştirme, yolunu, yönünü net tarif etme konusunda henüz bir mesafe alınmış değil. Adeta kendiliğinden yüzen bir transatlantik gibi, hatta biraz da ilahi bir elin yardımıyla kendine doğru ilerleyen bir süreç yaşanıyor. Eski hal artık muhal, ama yeni hal de henüz muhayyel.
Belki eskinin tasfiyesi veya dönüşümü bitmediği için, yeni’ye dair bir ufuk belirmiş değil. Bunda toplumun kolektif aklı ve irfanını temsil eden entelektüel bir zümrenin eksikliğinin büyük payı var. Aydın sınıfı olarak tanımlanan okuryazar tayfanın Tanzimattan beridir toplumla, devletle ve dünyayı algılamakla ilgili sorunları, topluma ve devlete ufuk çizecek organik fikirlerin yeşermesini önlüyor. Batılı paradigmanın içinden batı eleştirisi yapan doğucu aydınlarla, doğulu eziklik kompleksleriyle çağdaşlaşmayı savunan batıcı aydınların polemiklerinden ibaret bir fikir deposundan, 21. yüzyıla şifa çıkmıyor.
Tanzimat aydınları, Navarin bozgunundan sonra içine girilen çöküşü doğuran nedenlere itiraz ediyor, ama o nedenleri doğuran koşulları sorgulamayı da ihmal ediyorlardı. Sadece felsefi değil, ekonomi-politik yorumlama donanımlarındaki eksiklikleri nedeniyle bir çok konuda fraktal bir düşünce yapıları vardı. Kendi köklerini ararken Avrupa’nın köklerine kadar gitmişlerdi, kendi hesaplarını Avrupalının zihin haritasında dolaşarak görmeye çalışıyorlardı. Fikir dünyamızın üzerinde yüzdüğü paradigmal deniz, hala bu dramatik çıkmazdan kurtulabilmiş değil.
Bu entelektüel acziyetin şüphesiz binbir sebebi var. Ancak, bugün yakın geçmişin yüklerinden arınırken yaşanan Walt Kelly paradoksu, kendimizle ilgili çok ciddi bir muhasebeye ihtiyaç duyduğumuzu gösteriyor; ‘Düşmanla karşılaştık, ve o biziz’!
Cumhuriyetçi olarak cumhurun güçlenmesinden, demokrat olarak demosun egemenliğinden,ilerici olarak ülkenin en ileri hamleler yapmasından, çağdaş olarak tarihin en kapsamlı çağdaşlaşma projeleri yürütülmesinden,ümmetçi olarak İslam dünyasıyla tekrar buluşulmasından, İslamcı olarak İslami hareketlerle birlikte ortak devrimci dönüşümlere imza atılmasından, Türk milliyetçisi olarak bütün dünyada bayrağı,pasaportu,itibarı ile sözü geçen bir devlete kavuşulmasından,Kürt milliyetçisi olarak Kürtlüğe dair en özgür ve umut verici gelişmeler yaşanılmasından,solcu olarak yakın tarihin en demokratik ve sosyal politikaları hayata geçirilmesinden rahatsız olmamıza baktığımızda, gerçekten çok ciddi bir sorunla yüz yüze olduğumuzu görüyoruz. Hepimizin içine yuva yapmış düşmanlıklar bir hastalığın göstergesi..
Bütün değişim/dönüşüm adımlarına en küçük bir katkı sunmayıp aksine en büyük tepkiyi, direnci ve nefreti sergileyen ideolojik okuryazar tayfasının bütün gücüyle karşıdevrimci saflarda toplanıp adeta ölüm kalım savaşına girdiği bu marazi fotoğrafın bize gösterdiği şudur; Cemil Meriç’in mustağrip aydın dediği zümreler, -ilerici,solcu,sağcı,İslamcı fark etmez-Tanzimat ve Cumhuriyet boyunca süren çöküş katastrofundan zehirlenmiş ve sürekli bu zehri topluma empoze etmekle meşgul olan birer parazit unsurlara dönüşmüş durumdadır. Batılı paradigmanın içinden sorun tespiti ve çözüm reçeteleri ararken, kendimize ait ne varsa tahrip eden, en önemlisi kendimize olan özgüveni yok edecek lafazanlıklarla toplumu zehirleyen bu aydın kuşakları, eskinin tasfiyesi karşısında varlık ve beka kaygısıyla can derdine düşmüş görünmektedir. Ülkemizin en hayati değişim ve dönüşüm süreçlerinin en sıradan ve iddiasız kadrolar eliyle uygulandığı, ama en iddialı ve en çok arzulu bu aydınların ise sürekli muhalefet kibri içinde devlete ve topluma mühendislik yapmaya çalıştığı bir okumuş cahiller barikatıyla karşı karşıyayız. Belki de batının topraklarımıza self kolonizasyon düzenekleri kurup çekilirken emanet ettiği kolonizatörler işte bunlardı. Rahmetli Erdem Beyazıt ‘Hep yarınları bekledi bu insanlar, geldiğini hiçbir zaman fark etmediler’ derken belki de bu şaşkınlıkla hainlik karışımı sözümona seçkinleri kastetmişti. Bu kadar kendi inancının ve iddiasının münafıkı olan başka bir ülke var mıdır, bilmiyoruz.
Her üniversite mezunu okuryazarı ana babasından başlayıp, giderek şehrine,ülkesine,toplumuna,devletine ve kendi siyasi görüşünün asıl dinamiklerine yabancılaştıran bu paradoksu çözümlemeden geleceği inşa edemeyiz. Çünkü, biz’im, yani bütün din,mezhep,meşrep ve sosyal kümeleriyle hepimizin ortak bir gelecek inşası, ortak bir devlet, millet ve vatan idrakine bağlıdır. Geri kalan her konuda farklı yorum ve öneriler olsa da, en azından birlikte yaşamanın asgari kuram ve kurumları konusunda ortak bir kabule sahip olmamız gerekir. Bu temel ortak algıyı temsil eden ve yeniden üretenler ise entelektüel zümrelerdir. Toplumsal sorunlar ve çözümler, pratik ihtiyaç ve reflekslerle de çözülebilir. Ama bu pratik çözümlere de ilham veren ortak idea, idrak ve ruhun nöbetini münevverler tutar. Gerçek manada özgür ve eleştirel düşünceyi temsil eden münevver, hem bağımsızlığını hem de fikri üretkenliğini organik ilişkilerinden alır. Bu organik zemini ifade eden toplumla, devletle, coğrafyayla ve kendisiyle kavga edip duran aydın tipinin ne özgürlüğünden ne de üretkenliğinden bahsedilemez.
Ülkemizin bugün yeniden milletleşme, devletin millet tarafından temellükü, organik bir ekonomi-politik düzen ve atomize olmamış sosyal şahsiyet yaratacak entelektüel bir ufka ihtiyacı vardır. Eski Türkiye’nin sorunları milletin sade, basit ama derin refleksleriyle çözülürken, yeninin inşası için atılacak ilk adım, bu köklü sorunları tartışacak bir entelektüel vasatı oluşturmaktır. Tanzimat ve Cumhuriyet sürecinin travmasını temsil eden Kemalist, solcu, sağcı, milliyetçi, islamcı, liberal aydın tayfasının zihinleri boş polemiklerle meşgul eden varlığını artık görmezden gelip, alfabeye yeniden başlamak gerekir. Yeni bir devlet inşa etmek, yeniden millet olmak ve insanlık ailesi içinde insanlık değerlerinin uygarlığını temsil edecek ortak ülkümüzü keşfetmek için, bütün ezberleri bozup bütün putları yıkmamız gerekiyor.
İşe ‘Biz’den başlamalıyız. Biz’deki bu yenilmişliği kabullenmişlik ve birbirimize kin ve şiddet üreten gerçek düşmandan. Bu düşman, millet varlığımızı tahrip eden kendine düşmanlık duygusudur. Türkçülüğün Türklüğü temsil eden değerlere, Kürtçülüğün Kürtlüğü temsil eden değerlere, İslamcılığın özgürlükçü İslami geleneğe, Solculuğun devrimci demokrat ilkelere, liberalliğin demokratikleşmeye, kemalizmin milli modernleşmeye düşman olması, bir tek şeye işaret eder; Henüz milletleşme meselesini çözememişiz. Çünkü, hipotetik bir kavram olarak Millet, Durkheim sosyolojisinin yapay tanımlarının aksine, din, dil, vatan, devlet birliği değil, ortak bir ‘biz’ duygusudur. Millet kavramını etnik farklılıkların aynılaştırılması veya homojen bir sosyal küme yaratmak olarak algılayan batılı paradigmanın ıskaladığı gerçek, ‘Biz’ duygusunu oluşturan sıradan insanlardaki basit ama derin bağlardır. (İnce belli çay bardağından çay içmek gibi). Bu duyguyu temsil etmesi gereken devletin ve aydın zümrelerin bizatihi bu duyguyu tahrip ettiği bir toplumun milletleşmesi henüz tamamlanmamış demektir. Belki de bu nedenle, tarihin getirip bu coğrafyada bir araya yığdığı halkların ulusçu,milliyetçi, tektipleştirici telkinle bu kadar kolay yozlaşması, bu kadar basit nedenlerle bölünmesi ve bu kadar ucuz düşmanlıklara sürekli kurban vermesi mümkün olabilmektedir.
Milleti var eden değerlerle kavga eden sözümona halk öncüleri, devletle kavgalarından aldıkları sözde meşruiyete sığınıp millet olmanın asgari temellerini sürekli deforme etmektedirler. Kendimizi kaybetmişliğin süreklileştirilmesi bu sahte önderlerin sahte kavgaları sayesinde mümkün olabilmektedir. Batı, dışardan düşmanlık yapmasa da, biz bize yetiyoruz. İçimizdeki bu kara deliği yok etmeden, millet olamayız. Olmayan bir milleti tanımlarken önüne veya arkasına ırk veya başka takılar eklemekle meşgul olanların varlığı bile, bu kara deliğin trajik bir göstergesidir sadece.