Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, 1050 yılında Hamedan’ı fetheder ve görkemli bir şekilde şehre girer. Hamedan girişinde şehrin iki büyük şeyhi, baba Tahir ve Baba Cafer’i görünce atından inip ellerinden öper. Baba Tahir kendisine, ‘Ey Sultan! Allah’ın kullarına ne yapmak istiyorsun?’ der. Tuğrul Bey,’ Ne emredersin?’ cevabını verince şeyh, ‘Allah, adalet ve iyiliği emreder’ ayetini okur. Tuğrul Bey de, ‘Bizim de yaptığımız ve yapacağımız budur.’ der.
Bir müminin, ister sultan olsun ister çoban, yaptığı ve yapacağı budur; Adalet ve iyiliği üstün tutmak.
Bütün İslam tarihi boyunca, ulemadan, dervişlerden, filozoflardan öğüt isteyen sultanlara verilen tek cevap budur. Çünkü “mülk” yani devlet, otorite ve güç, bir mümin için sadece adaleti ve iyiliği ayakta tutma vasıtasıdır. Bu nedenle devlet adaletten, toplum da iyilikten en küçük bir sapma gösterirse yöneticiler suçlanır ve biat bozulur. Zalim sultan, adaletten ayrılıp herkesin değil, bir kısım insanların sultanı olunca meşruiyetini kaybeder. Bizim geleneğimizde yanlış bir şekilde devleti kutsama cümlesi zannedilen, ‘zıllullahi fi’l-arz’ (Halife Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir) ve ‘Allah devlete zeval vermesin’ gibi sözlerin hikmeti de budur. Olanı değil, olması gerekeni ifade eder bu sözler. Çünkü devlet, sultan veya halife, Tanrı gibi veya güneş gibi olmalıdır. Yasaları, emirleri, ışığı, ısısı, merhameti, gazabı, herkese eşit uygulamalıdır ve eğer bir ayrımcılığa yönelirse yok olmaya müstahak olacaktır. Yani devlet, her hâlükârda meşru ve haklı değildir. Sadece adalet ölçüsüyle meşrulaşır. Bu manada o çok istenen veya korkulan ‘din devleti’ dine aykırıdır, çünkü din, siyasete, yöneticilere yani devlete sadece adalete uymayı şart koşar. Zira din yani kula kulluk ilişkilerini yok eden ilahi rahmet, ancak adaletle birlikte tecessüm edebilir. Adil olmayan bir dünya, insanların kula kul olmak zorunda kaldığı bir dünyadır. Ve sıradan yığınlar, ancak kendilerini koruyup gözeten adil bir devlet sayesinde güç sahiplerinin tahakkümünden korunabilirler. Bu manada örneğin adil herhangi bir devlet veya yönetim, İslami devlettir. Herkese ait olması gereken ve herkesten alınarak temerküz edilen güç, ancak adaletle terbiye edilerek tekrar herkese eşit bir şekilde dağılır. Devletin (mülkün) dini, imanı, icabı, meşruiyet ölçüsü sadece adalettir.
İslam, insanları binlerce yıllık pagan/putperest ilişki ağı ve alışkanlıklarından arındırıp kendine, özüne, afaki ve enfüsi doğasına dönmeye davet eder. Bu modern manada özgürleşmedir. Kula kulluk düzenleri, Allah’la beraber başka güçlerin, maddi ve manevi bağımlılıkların üzerine kuruludur. İnsanlar, gerek zor yoluyla gerekse kolaylarına geldiği için gönüllü olarak güce taparlar. Savaşlar, açlık, kıtlık ve ölüm korkusu insanları istemedikleri hayatlara mecbur eder. Ama bu mecburiyetler bir süre sonra mahkûmiyete dönüşür. Allah’tan başkasına kulluk, işte bu mahkûmiyettir. Ve din, insanı düştüğü bu çukurdan çıkartıp ister zengin, ister fakir, ister köle, ister efendi, ister zenci, ister beyaz olsun, kendi kaderinin efendisi yapar. “La ilahe illallah” bir özgürleşme ilkesidir. Din, bu ilkeyle güç sahiplerini efendilikten, güçsüz kitleleri de tahakkümden kurtulmaya çağırır. Bu nedenle Allah’a ve ahirete hakkıyla inananlar için dünya nimetleri de, hayatın katlanılmaz acıları da sadece birer insanlaşma-özgürleşme vesilesi, yani imtihan araçlarıdır. Dünyaya ve içindekilere bu ufukla bakan bir mümin, insanlaşmasını tamamlamış demektir. Din, işte bu manada birey ve toplumları gerçekten özgürleştirerek insanlaştırır.
Tevhit mesajıyla tanışan bütün halklar, bu sayede tarih sahnesinde onurlu birer yer edinmiştir. Büyük uygarlıklar kurup, ortak insani zenginliğe dâhil olmuşlardır. Pagan/putperest çağların barbar toplumları, ilahi dinlerin rahmetiyle terbiye olmuş ve bugün dahi insanlığın sözde bile olsa ortak değerleri sayılan birçok ilke ve ahlaki prensip sayesinde, bu toplumlar tarih sahnesinde anlamlı bir yere sahip olmuştur. Müslüman topluluklar da, başta Araplar, İranlılar, Kürtler, Türkler, İslam sayesinde tarihe çıkmıştır. Bu toplulukların İslam öncesi tarihleri barbarlık ve ilkel cahiliye alışkanlıklarından ibarettir.
Din ve devlet, tarihin her döneminde asli misyonlarını ifa ettikçe, insanlar için gerekli ve hayırlı bir işlev görmüş, bu misyonlarından saptıkça da insana tahakküm eden zulüm vasıtalarına dönüşmüştür. Bu manada hem din hem de devletin daima asli misyonundan sapmayacakları bir sigortalarının olması gerekir. Bu sigorta ise toplumların tarihsel hafızasını, geleneğini ve vicdanını temsil eden bilge kişiler, kanaat önderleri ve sosyal kümeler-köklü aileler, aşiretler veya münevver bireylerdir.
Modernleşme-batılılaşma çabaları, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde ve bölgemizde de başka birçok olumlu veya olumsuz etkisinin yanında, işte bu sosyal sigortaları tahrip etmiştir. İyi kötü kendi dünyasında yaşayan birçok toplum, metazori değişim süreçlerinde travmalar yaşamış, sosyal dengesini kaybetmiş ve yerine kendine ait olmayan yenilikler ikame etmek zorunda bırakılmıştır. En önemlisi her toplum kendi geçmişinden kopmak, birçok alışkanlığını terk etmek ve hafızasını yitirerek kitlesel amnezi denilen bir boşlukta bocalamak zorunda kalmıştır. Batılılaşmanın bu trajik sonuçları, bugün daha fazla hissedilir durumdadır. Çünkü dünya yeteri kadar batılılaşmış ve artık gideceği bir yer kalmamıştır.
Küresel düzlemde soğuk savaş sonrası ortaya çıkan ideolojik boşluk, bütün dünyada tuhaf bir nihilizmi egemen kıldı ve dramatik bir boşluk oluşturdu. 20. Yüzyıldan kalma etnik, dini, mezhebi temelli üretilmiş sahte çelişkiler, süper güçler arası jeopolitik çatışmalar, ulus-devletler arası bıktırıcı ve anlamsız rekabetler insanlığı yormuş, batı ürünü tektipleştirici kültür, sanat ve fikirlerin ise eğlence malzemesi olma dışında bir etkisi ve önemi kalmamıştı. Şimdi her toplum hafızasını yenileyerek kendine dönme ve modernliğin travmasından kalma yaralarını sağaltma arayışı içindedir. Bugün dünyada ve ülkemizde olan biten her şeyin gerisinde sadece politik nedenler değil, işte bu derin arayışın da rolü vardır.
Bir hikmetli söz, ‘nereye gideceğini bilen biri için bütün yollar açılır’ der. Bu bilme işi basit bir bilgi veya tercih değil, sezgisel ve imani bir durumdur. Bir toplum veya birey için yolunu yönünü bilmek, kaderini de bilmek demektir. Tarihin belirli aralıklarında büyük savaşlar, göçler veya krizler sonrası yaşanan altüst oluşlar toplumları daha kadim ve daha genel yol ve yönler arası tercihlere zorlar. Devletler, bu değişim anlarını hissedip toplum adına ileri hamleler yaparak bir yol açabilirlerse, gerçek devlet olurlar. Bunu yapamayan siyasal entiteler, bunu yapabilen devletlerin peykine veya mandasına girer.
Türkiye, batıyla kurduğu örtülü manda ilişkileriyle bağımsızlık arzusu arasında gelgitler yaşadığı 20. Yüzyılını ve soğuk savaşını tamamlamak üzeredir. Yaşadığı bütün acılara ve baskılara rağmen toplumda bir damar kendine ait hafızayı ve değerleri muhafaza edip yarının inşası için sahneye çıkartmıştır. Şimdi toplumun derinden gelen bu sağaltıcı reflekslerine cevap verip, buna uygun bir değişim yaşaması gereken devlet büyük bir sınavla karşı karşıyadır.
20.Yüzyıl boyunca batıya takiye yaparak, ayakta kalma adına dinle mücadele edip dirlik ve düzeni bozan, devleti halkının bir bölümüne kapatıp adaleti yok eden, toplumu iç savaşlara kışkırtıp batının tuzaklarına alan açan eski rejim alışkanlıkları, artık millet tarafından çöpe atılmaktadır. Bu kirli geçmiş, tekrarı mümkün olmayan bir kâbustur ve artık gerçekten tamamen paradigmayı değiştirip daha uygun bir yol ve yön çizmek gerekmektedir. Türkiye’nin sorunu ekonomik veya siyasal değil, ekonomik ve siyasi sorunların da temelinde yatan devlet sorunudur. Dini, etnik, mezhebi hiçbir kümeye yaslanmayan, herkesin olan ve gerçekten adaletten başka bir ölçüsü olmayan gerçek bir devlete sahip olma sorunu.
Din, özgürlüğün bekçisidir. Devlet ise adaletin. Bu iki entitenin birliği, batıdan ithal dincilik, dinsizlik, teokrasi, materyalizm, pozitivizm, laiklik vb. bizde karşılığı olmayan kavramları anlamsızlaştırmıştır ve artık milletin seçtiği yol, bambaşka bir paradigmayla dünyaya, eşyaya, olaylara bakmamızı zorunlu kılmaktadır. Bize dayatılmış bir yığın batılı kavram, formül ve siyasi sosyal saçmalığı bir bilinçli amnezi halinde ayıklayıp unutarak, gerçekten yeni olana alan açmak gerekir. Felsefe, ‘düşünülmemiş olanı düşünmektir’ denir. Gerçek siyaset ise yapılmamış olanı yapmaktır. Millet, eylemi ve tercihleriyle devlete gerçek bir devlet olma imkânı ve fırsatı sunmuştur. Bu nedenle siyasetin tek görevi millete layık bir devrimci ruhla tarihsel bir hamle yapabilmektir.
Bu topraklarda sorun bitmez. Yanı başımızdaki arzu etmediğimiz olaylar sona ermez. Toplumda farklı inanç ve yaşam tarzları arası çelişkiler tükenmez. Devlet, işte bu bitmeyen sıkıntıları yönetebilmek ve her durumda topluma, adaletle güç aktarıp birlikte çıkış yolları bulmakla mükelleftir. Dinin özgürleştirdiği müminler ise bu durumlarda, nöbetini tuttukları değerleri devlete hatırlatarak dinüdevlet’in varlık ve beka sigortası olma misyonunu güncellerler.
Sancı, doğum sancısıdır. Ve La İlahe İllallah, yani özgürlükçü teoloji, varlık ve bekanın, adalet devletinin, hukuk düzeninin, gelişmenin, ilerlemenin, refahın ve huzurun anasıdır.