“..kötürüm bir yel eser ıraklardan/ Çağlar alınyazımı tartışır / karanlığı tırmalar karanlık bilgeler / evren bir savaş alanıdır / aşkı eline dolayan bir dize yürür üstüme / bir kent mecnunu keser yollarımı leylayı sorar … /leyla bir özge can mıdır / can içinde can mıdır…” (İlhami Çiçek)
‘Geçmiş asla ölü değildir; Geçmiş, geçmiş bile değildir’ (William Foulkner)
‘Ateşin ölümü havanın doğumu, havanın ölümü suyun doğumudur’ (Herakliatos)
‘Suyun içinde sönmüş ateşin ruhu vardır’ (Buddha)
Doğu bilgeliğinin ünlü Bhagavad Gita destanı, eski Hindistan’da krallığı paylaşamayan iki akraba hanedan arasında geçen büyük savaşı anlatır.
Rivayete göre tarihin bu ilk dünya savaşında değerli komutanlar önderliğindeki iki ordu karşı karşıya gelir. Hintçe ‘Kutlu ezgi’ veya ‘Tanrının şarkısı’ manasına gelen Bhagavad Gita tam bu noktada başlar. Savaş başlamak üzereyken ordulardan birinin başındaki ünlü komutan Arjuna, arabacısı Krişna’ya savaş arabasını iki ordunun ortasında bir yerde durdurmasını söyler. Ve savaş alanını uzun uzun sessizce seyreder. Gördüğü manzara karşısında titrer, savaşın anlamsızlığını düşünür. Birden tüm hareket gücünü yitirerek okunu ve yayını bırakır. Savaş alanının ortasında arabasına yığılır kalır. Savaşmayacaktır. Arjuna’nın arabacısı ve arkadaşı konumundaki krişna, onu savaşmama kararından caydırmaya çalışır. Ve aralarında önce savaş sonra giderek yaşam, ölüm, tanrı ve varoluş konularına dair derin bir tartışma başlar.
Destan bu tartışma metaforu ile devam eder. Savaş alanı aslında dünya hatta evrendir. Aralarında kan bağı olduğu halde bir birine düşman olan bu iki hanedandan biri düzeni diğeri karmaşayı simgeler. Savaş, hayatın kendisi yani ‘yaşamak’tır. Arjuna’nın iç çatışması ise insanın iç savaşıdır. Krişna, Arjuna’nın akıl hocasıdır (destanda Hint mitolojisine uygun olarak Krişna ilerde tanrısal bir kimlik kazanarak tanrı Vişnu’ya dönüşür ve son aşamada sonsuz ruh Brahman’ın ta kendisi olduğu anlaşılır.) Arjuna ve Krişna’nın tartışması insanın içindeki sonsuz ruhla sonlu olanın çatışmasıdır aslında. Destan, ilginç diyaloglar, hikmetli cevaplar, yer yer Hint felsefesinin teolojik açıklamaları ve yaşamın anlamına dair derin sorgulamalarla doludur. Metafor gereği bir sorumlu insan figürü olarak komutan Arjuna ve hem sonsuz ruhun sesi, hem insanın bilinçaltı, hem tanrısal bir nefes olarak Krişna başlarlar konuşmaya:
Arjuna: “Kötülük belirtileri görüyorum krişna. Savaşta kendi yakınlarımı öldürmenin bana nasıl bir şan sağlayacağımı bilemiyorum” ”kendim ölecek olsam bile onları öldürmek istemiyorum krişna. Bir yeryüzü krallığı şöyle dursun üç dünya krallığı için bile bunu yapamam.” ”Savaşta kendi akrabalarımızı öldürecek olduktan sonra ne tadı kalır yaşamın.” “Ben ne utku peşindeyim ne krallık ne de krallığın sağlayacağı zevkli bir yaşam. Krallıklar, zevkler ve hatta yaşamın kendisi neye yarar?” “Biz bütün bunları burada savaşmak için canlarını ve servetlerini ortaya koyanlar için istemiş değil miydik? Üstelik bu savaşta kimin kimi yenmesi daha hayırlıdır onu da bilmiyoruz. Karşımızda savaş düzeni almış olan akrabalarımızı öldürürsek bizde yaşama isteği kalacak mı?”.
Krişna iki ordunun arasında umutsuz bir halde kala kalan Arjuna’ya gülümser ve şöyle der: “Gereksiz yere acı çekiyorsun. Kişi bilge ise eğer ne yaşayanlar ne de ölenler için üzülür. Çünkü ne senin ne benim ne de burada toplanmış olan kişilerin var olmadığı bir zaman hiç olmadı. Bundan sonra da hepimiz sonsuza kadar var olacağız.” “Ölümlü bedenimizin içinde nasıl çocukluktan gençliğe, gençlikten yaşlılığa geçen bir öz varsa, bu öz ölümden sonra da bir başka bedene geçer. Zevkler ve acılar tıpkı sıcak ve soğuk gibi duyular dünyasına ait gelip geçici şeylerdir. Aş bunları arjuna!” “Bu değişikliklerden etkilenmeyen, mutluyken de acı çekerken de hep aynı olan insan gerçek anlamda bilge sayılır ve ölümsüzlüğe erişir. Gerçek olmayan hiçbir şey var olamaz. Gerçek olanlarsa asla yok olmaz. Bu ikisi arasındaki ayrımı görebilenler gerçeği görmüş olan kişilerdir.” “Evrendeki her şeye egemen olan bu gerçek yok edilemez. Ona hiç kimse son veremez. Beden ölümlüdür. Ama bedenin içindeki öz ölümsüz ve sınırsızdır. Onun için Arjuna dövüş bu savaşta. Bu savaşta ne ölen ne öldüren olacaktır. Böyle olacağını sananlar yanılıyorlar. Çünkü insanın içindeki sonsuz ne ölür ne öldürür.” “ Sen hiç doğmadın ve asla ölmeyeceksin. Hiç değişmedin ve hiçbir şeyi değiştirmeyeceksin. Hiç doğmamış ve sonsuz olduğun için bedenin öldüğünde sen ölmeyeceksin. İnsan özünün doğmadığını, sonsuz olduğunu, hiç değişmediğini, yok edilemez olduğunu bilir de nasıl bir başkasını öldürebilir veya ölebilir?” “Bu özü kılıç kesemez, ateş yakamaz, yağmur ıslatamaz, rüzgar kurutamaz. Kılıcın ve ateşin, yağmurun ve rüzgarın gücünün ötesinde O sonsuz ve tektir. Ölümlü gözler onu göremez. O tüm düşüncelerin ve değişimlerin ötesindedir. Bunu bilirsen üzülmemen gerekir.” “Hiç ölmeyecek olan bir şeyin ölümüne boş yere üzülüp durma Arjuna. Bu yolda hiçbir şey boşa gitmiş sayılmaz ve başarısızlık söz konusu değildir. Bu yolda ilerleyen kişinin tek amacı vardır. Yolun sonuna ulaşmak.” “Oysa amaçsız kimseler yaşamın sonsuz seçenekleri arasında yitip giderler.”…
Destan, bu minvalde devam eder..Hint felsefesinin o kendine özgü demagojik akıl oyunları insanın kadim sorularına şaşırtıcı cevaplar verir. Mantıksal tutarlılıktan çok, zekice kurgulanmış dil oyunlarına yaslanan bu bilgelik tarzının en önemli özelliği, verdiği cevapların içeriği değil, sorunlara yaklaşımdaki paradoksal kesinliktir. Hint düşüncesi, insanın ruhunu acıtan bütün sorulara kesin ve mutlak bir üslupla çelişik cevaplar verir. Söylemin cesareti, cevapların muğlâklığını örter. Üsluptaki yukardan bakan eda, içerikteki derin bilinemezciliği dengeler. Belki de tarih, bu nedenle Hint kıtasında hiç değişmeden akmanın yolunu böyle bulmuştur. Bagavad Gita’nın baş kahramanları olan Arjuna (Adem) ve Krişna (tanrı)’nın konuşmaları, felsefe tarihinin en temel sorununa, varlık ve varoluş’a dair bir tartışmaya cevaptır; Brahmanizm’i reforme edilmesini talep ederek ortaya çıkan akımlara Ortodoks bir cevap… Reformist akımlar ‘yol’un sonuna ulaşmak için var olan’ın dışına çıkmayı teklif etmiştir. Brahmanizm ise, varolan sadece sensin ve senin çıkabileceğin bir ‘dış’ın yok ki, demektedir. Hint düşüncesinin bu büyük ayrışmasından doğan Bhagavad Gita destanı, bir yanıyla teolojik bir metindir ama politik olarak müesses düzenle ona itirazın felsefi betimlemesidir..
Bu karmaşık görünen meselelerin Mezopotamya-Akdeniz havzasındaki karşılığı, otorite-devlet ve insan ilişkisidir. Varoluşun efendi-köle diyalektiği içinde ve devlet-muhalefet denkleminde gerçekleştiği bu coğrafyada, bütün sorunlar politikleşmiş bir din diliyle ifade edilir. Devlet, tanrının yeryüzündeki gölgesidir ve bu nedenle kadir-i mutlak, tek, bölünemez ve bütüncül bir iradenin adıdır. Devlet bu bağlamda sadece dinsel bir otorite değil, dinin ta kendisidir. İnsan ise devletin kuludur. İtaat etmek, sorumluluklarını yerine getirmek, dirlik ve düzeni bozmamakla mükelleftir. Devlete isyan, itiraz, muhalefet, en büyük günahtır. Dinsel reformlar olarak İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed’in mesajları, bu kadim denklemin bozulduğu yerden tamirini sağlamaya çalışmıştır; İtaat ama adalet koşuluyla, sorumluluk ama hürriyet koşuluyla, dirlik ve düzen ama zulmetmemek koşuluyla..
Mezopotamya-Akdeniz havzasının temel çelişkisi, sınıfsal, etnik veya dinsel değil, politiktir ve politika işte bu koşulların taraflar arasındaki pazarlığından ibarettir. Devlet, bu koşullara uymazsa isyan meşrudur. İsyan bu koşulları talep etmiyorsa gayrı meşrudur. Tanrı-devlet, tanrı-kral, tanrının yeryüzündeki gölgesi, tanrısal düzen…Mezopotamya –Akdeniz uygarlıklarının en bariz vasıfları bu kutsal devlet telakkisi ile şekillenmiştir. Bu coğrafyadaki devlet kavramı, ona yüklenen bu anlam ve bunun tarihsel serüveni anlaşılmadan, hiçbir şey doğru anlaşılamaz. Bhagavad Gita’nın Mezopotamya-Akdeniz havzasının bu politik gerçekliğine tercümesi ilginç bir manzara ortaya çıkarır.
Destanı bu havzanın diliyle okursak, Arjuna, devlete itiraz eden toplumsal vicdan, krişna-Brahma ise koşulsuz itaate devam isteyen devlet olarak tercüme edilebilir. Aralarındaki tartışma, iktidarla muhalefet, halkla devlet, akılla vicdan, idealle gerçeklik gerilimi olarak yorumlanabilir.
İnsanın tarih boyunca farklı biçimlerde yaşadığı bu gerilim, bugün için bize ne anlatır? Öncelikle Mezopotamya-Akdeniz havzası ile Hind-İran havzasının iki farklı uygarlık bloku olduğu gerçeğini bir kenara not edelim. Birincisinde dirlik ve düzen, dolayısı ile devlet ve hukuk, ikincisinde ise kaos içinde düzen ve dolayısı ile hikmet, felsefe ve paradoksal gerçeklikler önceliklidir.
Hind-İran havzasında devlet müttehit bir otorite değildir. Bürokratik bir mekanizma olarak devlet cihazının yanında ve ondan daha etkin özerk otorite odakları olarak din adamları ve aristokrasi gibi iki güç merkezi daha vardır. Bu karakteristik yapı Batı Roma’dan beri Katolik Kıta Avrupa’sında da böyledir.
Mezopotamya-Akdeniz’de ise durum tam tersidir. Burada ‘tanrı’, yani tek egemen güç-tanrı adına veya tanrısal yetkiyle veya tanrının gölgesi manasında- devlettir. Din, aristokrasi, ordu, aydınlar, hepsi devletin içindedir. Daha doğrusu devlet her şeyin içindedir. Kadir-i mutlak tanrı telakkisi otoritenin tekliğini sağlayan teolojinin ifadesidir. Bu durum pagan ve sonra Ortodoks Doğu Roma’dan beri böyledir. Bu iki tarihsel tecrübe ve iki farklı bilgi bloku, dünyanın, bölgemizin ve ülkemizin yarını için kurgulanacak her senaryoda temel alınmalıdır. Her iki havzanın birbiriyle mukayeseli üstünlükleri vardır. Yine tarihsel olarak ciddi bir rekabetin de taraflarıdır. Ancak bu iki havzasının terkibinde büyük bir uygarlık dinamiği saklıdır. M.Ö. 2. binyıldan 19. yüzyıla kadar tarihin aktığı ana coğrafi bölge olarak bu havzalarda egemen olan çeşitli etnik-siyasi-dinsel güçlerin temel çelişkisi bu eksende kurulmuştur. İki tektonik plaka gibi, bu havzalarda temerküz eden güçler bir biriyle rekabete, çatışmaya, savaşa tutuşmuş ve bu büyük çatışmalar tarihin ana akışına yön vermiştir. Büyük göçler, nüfus hareketleri, dinsel-felsefi ekoller, politik oluşumlar, teknolojik gelişmeler, ekonomik ilişkiler, her şey bu ana akışın içinde şekillenmiştir.
Bu iki blokun sentezi, terkibi, yani birleşme çabası, İbrahimi geleneğin temel politik hedefidir ve Musevilik, Hıristiyanlık, İslam gibi büyük dinlerin doğumu bu hedefin ifadesidir. Bu dinler insanın ontolojik soru(n)larına cevaplar vermiş ve tarihsel akışın çatışma değil, uyum, sentez yani barış ve adalet yolunda sürmesini sağlamıştır. Bu havzaların çatışması ise Hinduizm-Brahmanizm, Zerdüştlük-Mecusilik-Zervanizm, Budizm, Manicilik, Yezidilik, Babilik, kabalacılık, Batınilik, Haşhaşilik, Durzilik, Nusayrilik gibi bütüncül doğruların parçacıklarına tutunarak var olan onlarca heretik mezhep, meşrep ve tarik üretmiştir. Bunlar, çatışmadan doğan ve eksik, parçalı, fraktal doğruları bütüne karşı savunan trajik ekollerdir.
İbrahimi dinler adalet temelinde dirlik ve düzeni, heretik ekoller ise farklılıkların çatıştığı kaos ve karmaşayı ifade eder. Örneğin Museviliğin doğuşu Hitit-Mısır savaşını, Hristiyanlığın doğuşu Pers-Roma savaşını ve İslamın doğuşu İran-Bizans savaşını sona erdirmiştir. Ancak bir süre sonra bu ana savaşlar, bu yeni dinlere yaslanarak kurulan yeni düzenlerin iç savaşı olarak devam etmiştir. Museviliğin Esseni-ferisi ekolleri, hristiyanlığın Ortodoks-katolik yorumları, İslamın Emevi -Abbasi çatışması bu iç savaşlara örnek olarak yorumlanabilir. Sadece politik olarak değil, teolojik olarakta bu iç çatışmalardaki tarafların düşünme biçimi, dünyaya, eşyaya olaylara bakış tarzları birbirinin yenilenerek devamı gibidir. Tarih tekerrürden ibarettir sözü boşuna söylenmemiştir.
19. yüzyıldan itibaren dünyanın sıklet merkezi Avrupa’ya, daha sonra da Atlantik’e kaymıştır. Modernleşme, yani bilimsel-teknolojik devrimle birlikte tarihin kadim akış merkezleri kenara dönüşmüş ve büyük tarihsel akış artık küre çapında devam etmeye başlamıştır. Derin tarihin gözüyle bakarsak, oyun alanı genişlemiş, oyunun aktörleri, kullandıkları teknoloji, hareket kabiliyeti, hız ve diğer nicel bileşenler çoğalmış, artmış, yenilenmiştir. Ama oyun aynı oyundur. Tarihin ritmi aynı yasalarla, aynı metafizik ve politik gerilim ekseninde atmaya devam etmektedir. Değişen jeopolitik havzaların niceliğidir. Temel diyalektik ise devam etmektedir. İnsanın iç savaşı, sonsuz olan yanımızla sonlu olanın çelişkisi, ideal ile gerçeklik, efendi ile köle, otorite ile muhalefet, adaletle zulüm, özgürlükle tahakkümün kadim savaşı sürmektedir. Batı olarak tanımlanan genelleme, insanlığın bu kadim çelişkisini çözmeye dönük modernleşme evresi, hukuk devleti, akıl, bilim, demokrasi, özgürlük ve birey gibi değerler-kavramlar temelinde mezopotamya-Akdeniz havzasının devamını sağlamıştır. Ancak aynı süreçte ürettiği tekelci kapitalizm, faşizm, sosyalizm, ulusculuk, milliyetçilik, ırkçılık, pozitivizm gibi sapkın hint-aryan değerleri ile de kendi zevalini hazırlamıştır. Bu anlamda insanlığın tarihsel yürüyüşünde bu genel batı içi çelişkilerin de yeni çağda kadim havzalara ayağını basarak devam edeceği söylenebilir.
19. yüzyılın sıklet merkezinin Avrasya olacağı tahmin edilmektedir. Eğer bu öngörü gerçekleşirse, yeni yüzyılın diyalektiği uzun zamanlar tarihinin derin akışına uygun olarak yeniden Mezopotamya-Hindistan eksenine dönecektir. Eğer bugün yeni bir dünya kurulacaksa -Ki yeni bir dünya ifadesindeki ‘yeni’nin gerek şartı bunun batı dışı bir havzadan doğmasıdır- bu dünya ya Hint-İran havzasının, Ya Mezopotamya-Akdeniz havzasının veya bu ikisinin ortak sentezinin ürünü olacaktır. Bugün batı denilen ve aslında Anglosakson-Protestan aşiretlerle Germenik-Katolik aşiretlerin iç savaşının dünyaya yayılmasından ibaret olan tarihsel evre, son yüzyılını yaşamaktadır. Bu manada batı, 21. yüzyılda kendi iç savaşını Avrasya’ya taşımak ve soru(n)larını evrensel bütünsellikte değil, parçacık doğrulara dayalı ideolojik yabancılaşmalarla çözme çabasından vazgeçmediği sürece, derin tarihte bir paranteze dönüşecektir.
Mezopotamya-Hint çelişkisi, olası Avrasya havzasındaki yeni soğuk ve sıcak savaşta bu genel tarihsel diyalektiğin yeni formlarla nüksetmesini de belirleyecektir. Bu yüzyılda örneğin ABD ve Çin eksenindeki bir çatışma, sanılanın aksine Mezopotamya-Akdeniz havzasının iç çatışması hükmünde olacaktır. Çünkü hem ABD hem Çin, dirlik ve düzenin yani Mezopotamya-Akdeniz havzasının devamıdır. Buna karşın Asya’da Hindistan merkezli bir temerküz eğer Şii İran ve Katolik Avrupa-mesela Almanya veya Fransa-ile birlikte hareket ederse, bu tarihin kadim diyalektik geriliminin yeniden nüksetmesi, gerçekten insanlık tarihinde yeni bir sayfanın açılmasını sağlayacaktır. Yani, Avrasya merkezli yeni bir dünya, eğer ABD-Çin gerilimi değil de Hindistan-Çin gerilimi ekseninde şekillenirse, bahsi geçen tarihsel diyalektik, bildik tarihsel akışını devam ettirecektir.
Bagavad Gita’nın anlattığı kaos ve düzen arasındaki savaşta yaşanan temel gerilim, ‘biz’im yani Ortadoğu-Akdeniz havzasının gerçek diyalektiğidir. Batı dolayımı ile üzeri örtülen veya batıcılığın yarattığı sonuçlarmış gibi süren bu sahici denklemin, önümüzdeki on yıllar boyunca artık kendi doğal seyrinde sahneye çıkması beklenmelidir. Bu denklem, doğu-batı çatışması, sınıf savaşı, milletler mücadelesi gibi batı tecrübesinin ürettiği sonlu olanın sahte diyalektik gerilimlerini ortadan ikiye bölüp, ontolojik bağlamda aynıları aynı yerde gayrıları gayrı yerde toplayan ve dünyevi çelişkileri ontolojik çelişkilere bağlayarak gerçek bir zemine yani sonsuz olana ulaşma çabasına oturtan derin tarihin özüdür.
İnsanın içindeki sonlu olanla sonsuz olanın gerilimi; dinsel, etnik, sınıfsal, jeopolitik çelişkileri bir üst bütünsellik içinde ve politik zeminde yeniden ele almanın sahici zeminidir. Bu zemin bütün mevzuların özünü yani insanlaşma çabasını ifade eder. Sonlu olan insanı eksiltir, böler, aşağı çeker. Sonsuz olan ise yüceltir, olgunlaştırır, tamamlar… İnsan olmak, sonlu olan dünyada sonsuz olana sarılma gayretidir.
Avrasya merkezli yeni diyalektik, Hindistan-Çin ekseninde şekillenirse insanlığın bu kadim savaşının kaldığı yerden devamını sağlayacaktır. Ancak, bu yeni havzadaki eski tarihsel tekerrürde, Mezopotamya-Akdeniz havzasının barış ve adalet temelli muvahhid özü yenilirse, insanlığı küresel bir Nuh tufanı beklemektedir. Ama tekrar İbrahimi bir zafer imkanı doğarsa, o zaman, sadece kapitalizm ve bağlantılı sorunlar değil, beyinlerimizi ve ruhlarımızı yoran, vaktimizi çalan, çocuklarımızı kirli savaşlara kurban eden Hint-İran kökenli ırkçı, etnikçi, putperest bütün cahiliye adetleri tekrar tarihin çöplüğüne atılacaktır.
21. yüzyılda, jeopolitik tartışmalar, batı ve doğu, batı ve Avrasya gibi yanıltıcı ayrımlarla değil, hem batı da hem doğu da içkin olan tarihsel-evrensel diyalektiğin kadim çelişkileri temelinde tanımlanarak tartışılmalıdır. Bu anlamda, Türkiye, coğrafya, tarih, kültür ve siyaseti itibariyle, Mezopotamya-Akdeniz havzasının hala kalpgâhıdır. Hala Asur-Mısır ve Roma’dır. Hala dirlik ve düzen temelinde kadim sentezin merkezidir. Hala, İbrahimi geleneğin, Ehl-i Kitabın, orijinal tevhidi Museviliğin, İseviliğin, İslam’ın vatanıdır. Hala Hint-İran’la sembolize ettiğimiz kaos ve çoktanrıcı animist-pagan beşeriliğe karşı ‘Adem’ olabilmenin terbiye edici tevhidi imkanlarını barındıran bir Zülkarneyn seddidir.
Küresel dalgalar ve büyük sanılan güçler arası rekabet ve çatışmalar, her zaman tarihin köpüğüdür. Aslolan, daima kendi doğal habitatı ve tarihsel ritmine uygun politikaların istikrarlı korunmasıdır. Bu topraklarda, bu istikrarı koruyabilen devletler kalıcılaşır. Esen rüzgarlara karşı kendi varoluşunu idrak edemeyip savrulan devletler ise, çöp olur.
Türkiye Cumhuriyeti, Müslüman Roma mirascısı olarak yeni çağın diyalektiğinde doğru bir pozisyonda tutunabilirse, yeni yüzyılda önemli bir aktör olabilir. esen küresel rüzgarlarda karar vericisi olmadığı güç dengelerinde kısa vadeli tercihler yaparsa, kendini de var eden tarihsel ritmden koparak, zevalini hazırlar.
Yeni Türkiye, yeni bölgesel düzen, yeni bir dünya..öncelikle böyle bir zeminde ve bu derinlikte başlayacak tartışmalarla inşa edilebilir.
Arjuna ve krişna, 21. yüzyıl boyunca kaldıkları yerden tartışmaya devam edecek gibidir.
Kaynak: Yenilmiş asilere çiçek verelim, Ahmet Özcan, Yarın yay.
- ahmetozcan
- 27 Mart 2023
- 0 Comment