Kavram Tashihi II- İslam Devleti/Hilafet

 

İslam devleti ifadesi,  20. Yüzyılın başlarında ilk olarak Muhammed Abduh’un talebesi Mısırlı âlim Reşid Rıza tarafından kullanılmış, daha sonra Hindistan’dan ayrılışı sürecinde Pakistanlı âlimlerden Mevdudi, 1960’lı yıllarda Mısırlı Seyyid Kutub ve 1970 sonlarında İran’da İmam Humeyni tarafından benzer anlamlarda geliştirilmiştir. Ancak Kur’an’ı Kerim ve sahih sünnet açısından böyle bir kelime ve devlet modeli yoktur.

İslami kaynaklarda bu tabirin yerine, yöneticiliğin ilke ve işlevleri zikredilmiştir. Bunlar da hukuk, adalet, ehliyet, liyakat, istişare gibi fonksiyonel özelliklerdir. Bunun dışında İslam’ın bir devlet modeli önerisi yoktur. İlkeleri korumak kaydıyla, yani hukuk, adalet, ehliyet ve meşveret olduğu sürece her tür devlet modeli İslam açısından meşru kabul edilebilir.

Bir İslam devleti tartışmasında şüphesiz ilk ele alınacak sorun, hilafet meselesidir. Hz. Peygamberin ve ardından gelen ilk dört halifenin devamı anlamında kullanılan ancak Emeviler devrindeki ümeyyeoğulları saltanatını meşrulaştırmak için ihdas edilmiş olan Hilafet modeli, daha sonra Irak merkezli Abbasi, Fatımi merkezli Mısır ve ardından Memlüklerden Osmanlı’ya sirayet eden hükümranlıkların İslami meşruiyetinin adı olmuştur. Ehli Sünnet’in siyasi modeli olarak Hilafet, 1924 yılı itibariyle TBMM’nin şahsına mündemiç olarak addedilip, bir kurum ve model olarak ılga edilmiştir.

Hilafet modeli, Sünni dünyanın islami siyaset doktrini olarak tarım çağlarındaki toparlayıcı ve birleştirici işlevini I. Dünya savaşı sonrası kaybetmiş, zaten saltanatla birlikte yaşadığı için, saltanatın da kaldırılmasıyla birlikte tamamen gereksizleşmiştir. Özü itibariyle, devletin dinle meşrulaştırılmasını sağlayan bu kurumun, bizatihi dinin bir emri veya zorunlu ilkesi olmadığı, tarihi şartların ürünü olarak gelişen bir siyasal formül olduğu söylenebilir. *

Hilafet kurumu, Müslüman toplumları bir arada tutma ve devlet yönetimini de İslam dairesi altında meşrulaştırma işlevi açısından yüzlerce yıl boyunca önemli bir misyon üstlenmiş olsa da, modern çağlarda Cumhuriyet, demokrasi, seküler devlet ve ulus modelleri karşısında fiilen anlamsızlaşmıştır. II. Abdulhamid’in hem Osmanlının birliğini korumak hem de Kavalalı isyanı sonrası meşruiyeti tartışılan Osmanlı ailesinin saltanatını pekiştirmek için öne çıkardığı pan islamik politikaların halifelik vurgusu yeterli etkiyi göstermemiştir. I. Dünya savaşında bile İttihat Terakki yönetimi halife adına cihat ilan etmiş ancak Osmanlıya sadık topluluklar haricinde bir faydası görülmemiştir. Öyle ki, Rusya sömürgesi altındaki Müslüman halklar Rus ordusunda, İngiliz sömürgesi altındaki Hint Müslümanları İngiliz ordusunda, Fransız sömürgesi altındaki Senegalli Müslümanlar Fransız ordusunda halife ordusuna karşı savaşmıştır. Bunu fark edenlerin bir çoğu sonradan saf değiştirmiş olsa da, bu olay dahi İslam dünyasındaki iletişimsizliğin yani Hilafet makamının dünya Müslümanları arasındaki etkisizliğinin göstergesidir.

Hilafetin ılgası ise başka bir trajedi konusudur. I. Dünya savaşı sonrası Osmanlı topraklarını işgal eden İngiliz ve Fransız güçleri, paylaştıkları bu coğrafyada halifelikle özdeş olan merkezi otoriteyi ortadan kaldırmak ve milliyetçi ulus devletler kurabilmek adına, Lozan anlaşmasında Hilafetin ilgasını şart koşmuşlardır. Yani Osmanlının yenilgisinin diyetlerinden biri olarak dayatılan bu şart karşılığında Anadolu’da bağımsız bir devlete razı olan emperyalist güçler karşısında bir tür mecburiyetle razı olunan bir durum söz konusudur. Hilafetin ılgası sonrası başta Osmanlıya İslam bağıyla biat etmiş olan kürtler olmak üzere, birçok Müslüman topluluk arasında isyanlar baş göstermiş, uzak coğrafyalarda ise adeta kaldırılınca kıymete binen halifeliğin ihyası için Hindistan, Mısır ve Fas gibi ülkelerde yeni hilafet arayışları başlamıştır. Ancak İslam dünyasının tek bir otorite altında birleşmesini istemeyen İngiltere, Fransa ve Rusya’nın çeşitli baskılarıyla bu girişimler akamete uğramıştır. Hilafet, 1930’lu yıllardan bugüne kadar giderek geniş toplumsal kesimler nezdinde arzulanır olmaktan çıksa da birçok İslami hareketin ilk ve öncelikli politik hedefi olarak yaşamaya devam etmiştir.

Bir siyasal model olmaktan çok, islam dünyasının birliği ve en çokta bir tür manevi sahibi olacak güç merkezi arayışı, halen de devam etmektedir. Zira her biri farklı bir emperyalist gücün sömürgesi, peyki veya tasallutu altında parçalanmış olan Müslüman toplumların geri kalmışlığı, iç savaş veya komşu-kardeş ülkelerle savaşmak zorunda kalışı, zalim ve batıcı laik dikta rejimleri altında baskı ve zulümlerle yaşamaya mecbur edilmiş olmaları nedeniyle, Müslüman toplumların bir üst sahip arayışı, bir tür baba veya güçlü otorite arzulamaları doğaldır. Nitekim bu trajik akıbet, halen de bütün Ortadoğu’da, Hint alt kıtasında, Orta Asya ve Asya İslam ülkelerinde, Afrika’da, balkanlar, Kafkaslar ve Çin’deki Müslüman azınlıklar ve işgal altındaki Müslüman coğrafyalarda devam etmektedir. Her canı isteyen emperyalistin başına bombalar yağdırdığı Müslüman şehirler, yeni silahlarını denediği Müslüman halklar, parçalayıp böldüğü Müslüman ülkeler ve buna karşın hiçbir engelleyici, caydırıcı gücün olmadığı çaresiz bir ahval içerisinde, tabii ki güçlü, birleştirici ve saygın bir otorite arayışı devam edecektir.

Hilafet bu anlamda, bir yönetim modeli veya İslami devlet projesi olarak değil, birlik, dirlik ve güç merkezi olma anlamında İslam dünyasının siyasal varoluşunun sembolik ideası olarak yaşayacaktır. Bu idea,  bir teokratik devlet ihdasını değil, modern ve rasyonel bir sosyo-ekonomik birliği, Osmanlı milletler topluluğu veya Ortadoğu-Akdeniz birliği ya da Avrasya birliği gibi bir çatı organizasyonu değil, bütün dünya Müslümanlarının temsil edildiği bir tür ortak manevi merkezin sembolik kurumu olabilir. Daha çok psikolojik işlevi olan bu kurumun varlığı, Müslüman halkların ortak sorunlarının dünya milletleri nezdindeki savunusu ve temsiliyetini sağlayacaktır.

Osmanlı mirası olan (Türkiye) büyük millet meclisi şahsına mündemiç son halifelik makamının manevi varlığının ilerde fiilen bu şekilde bir temsili makama dönüşmesi mümkündür. Britanya-İngiliz milletler topluluğunun kraliyet makamı gibi, Müslüman milletlerin halifesi de bu sembolik makamıyla son payitaht kalpgahı olan İstanbul’da ikamet edebilir. Ancak bu, güçlü bir askeri-ekonomik donanımın varlığıyla kaim olabilecek bir ideadır. Böyle bir güç, dağınık ve çaresiz haliyle emperyalist güçlerin paylaşım ve zulüm tarlasına dönmüş birçok İslam ülkesini de tek bir şemsiye altında toparlayabilecektir. Hilafet kurumu, modern çağda, Vatikan gibi dinsel bir merkez ya da İngiliz kraliyeti gibi aristokratik bir gelenek temsiliyeti değil, Osmanlı devrindeki beşyüz yıllık dönemde olduğu gibi, salt sembolik bir meşruiyet makamı olarak düşünülebilir. Bu anlamda, teritoryal bir birliği değil, dünyanın her yerindeki Müslümanların hak ve özgürlüklerini koruyup gözeten, manevi birliğini, kültürel varoluşunu ve sosyal etkileşimlerini sağlayan küresel bir misyon üstlenebilir. Dini sorunların ve ihtiyaçların böyle bir manevi makamın gözetim ve denetiminde düzenlenmesi için her ülkeden temsilcilerin katılımı ve onayını sağlayacak seçim üsulu de benimsenebilir. Yani İslam konferansı teşkilatı gibi bir üst organizasyon halinde şekillenen halifelik makamı, demokratik bir işleyişle yürütülebilir. Siyasi-askeri konulara veya ülkelerin iç işlerine, insanların yaşam tarzlarına veya sosyal-ekonomik politikalara karışmayan, kültürel bir network ve manevi bir tavsiye makamı halinde organize edilecek bir hilafet makamı, özerk varlığı ve her ülkenin katıldığı ortak bir bütçeyle yönetilebilir. Böylece en azından yüz yıllık birlik ve güç özlemi kısmen de olsa giderilmiş olacak ve haksız bir şekilde parçalanmış örselenmiş aşağılanmış sahipsiz bırakılmış bütün Müslüman kitleler, başvurabilecekleri ortak bir merciye kavuşmuş olacaktır. Bugün başını ABD-İngiltere-İsrail destekli Suud/BAE yönetimi ve Rusya, Almanya, Çin destekli İran rejiminin çektiği mezhepçi güçlerin kan gölüne çevirdiği bir çok islam ülkesinin birlik, barış ve huzuru, böyle bir üst çatı örgütlenmesi sayesinde sağlanabilir. İran ve Suud rejimlerinin terbiyesi ve tasfiyesi için ise, daha güçlü bir siyasi-askeri devletin varlığını gerektirir. Geçmişte Osmanlı devletinin bu yönde oynadığı rol, bugün Türkiye cumhuriyeti ve müttefiki olan Müslüman halkların birliği ile yeniden ihdas edilebilir. Haçlı ve Moğol istilalarından beridir İslam toplumlarında işgalcilerle işbirliği yapan, batıni-rafızi-vahabi örgütlenmeleriyle yoksul cahil kitleleri toplayıp isyanlara teşvik eden bu iki merkez, bugünde emperyalist işgalcilerin ve politikalarının bölgedeki işbirlikçisi konumundadır. ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinin ortağı olan pers heveslisi iran rejimi, Suriye, mısır ve yemen de dikta rejimlerini destekleyerek bu ülkelerin parçalanmasını ve milyonlarca Müslümanın katledilmesini sağlamıştır. Aynı şekilde Siyonist İsrail müttefiki Suud ve BAE rejimleri de Filistin katliam ve işgallerinin, Mısır ve libya’daki darbe ve parçalanmanın ve El kaide-İşid adlı paramiliter vahabi çetelerle Suriye devrimini sabote ederek rafızi esed rejiminin ömrünü uzatmasının sorumlusudur. Bu iki fitne merkezi dağıtılmadan ve bu fitneyi üreten ideolojik-dinci sapkınlıkları tamamen tasfiye edilmeden İslam dünyasında huzur ve birlik sağlanamayacaktır.

Yeni ve modern bir hilafet makamı, işte bu tür işbirlikçi güç merkezlerinin din maskesiyle ortaya çıkmasını engelleyeceği gibi, daha sağlıklı bir İslam anlayışının tüm dünyada egemen olmasını da teşvik edecektir.

Bu yeni halifelik makamı, Şia dahil, her etnik ve mezhebi Müslüman topluluğun temsilini içermeli ve hatta ilk halife, Hz. Peygamberin ‘başınızda zenci bir köle de olsa biat edin’ hadisindeki manaya istinaden, mesela siyah bir kadın olmalıdır. Yine misalen yardımcıları da bir Uygur, bir Kürt, sonradan Müslüman olmuş bir batılı ve bir Müslüman Kızılderili olabilir. Ve bunlar farklı mezheplerden seçilebilir. Manevi temsil, varolan gerçekliğin tersyüz edildiği sahici bir eşitlik, özgürlük, adalet ve tevhidi içermelidir. Yani bugün kendini dışlanmış, yetim, mazlum veya yalnız gören topluluklar bu çağda bizatihi merkezin kendisi, sahibi, karar vericisi olarak yer alabilmelidir. İslam dünyasının temsil bayrağını yüzyıllarca dalgalandıran Araplar ve Türkler, bu makama mündemiç misyonlarını ancak böyle bir adalet ve eşitlik dizaynı içerisinde aktif yer alarak koruyabilirler.

Zaman içerisinde meşruiyeti ve etkinliğini tesis edecek olan bu makam, islam dünyasını esir almış olan her tür yobaz, fitne kaynağı ve sapkın din maskeli unsurların tasfiyesini de sağlayacak ve devletlerin dine müdahalesine gerek kalmadan, Müslümanların en doğru ve vasat islam yorumu ile inançlarını yenileyecek bir ihya ve tecdidin de islam’ın içinden gerçekleşmesini kolaylaştıracaktır.

Bu çerçevede, siyasi misyonu olmayan, dini temsiliyeti ise fetva veya içtihat makamı olarak değil, müslümanlar arası iletişim, dayanışma ve ortak sorunlar karşısında çözüm önerileri içeren tavsiye makamı olacak yeni bir manevi otorite olarak halifelik, hem Şii hem de Sünni Müslümanların ortak katılımı ve temsiliyeti halinde ihya edilebilir..

Öte yandan Sünni dünyadaki Hilafet kurumuna muadil olan Şii imamet inancından türetilmiş olan ve İran’da geliştirilen “velayet-i fakih” anlayışınında sorgulanması gerekir. Devrim sonrası Humeyni tarafından geliştirilen bu formül, sadece Şii din adamları sınıfının egemenliği olduğu için hem mezhepçi hem de teokratik bir modeldir. Teokrasi, İslam’ın en uzak olduğu ve şirk olarak gördüğü bir egemenlik biçimidir. Hiç kimse Allah adına hükmedemez. Katolik Hristiyanlığın kurumsallaştırdığı bu yönetim biçimi, köklerini Pers/Sasani Zerdüşt geleneğinden alan, kısmen de antik Babil-Mısır rahip devlet modeline benzeyen, yani pagan çağların tanrı-kral modelinin uzantısıdır. İslam zaten bu pagan egemenliklerinin tümünü tasfiye ederek doğmuş bir dindir. Ve özünde bir din adamları sınıfı veya kilise benzeri bir dinsel otorite kurumu olmadığı için, buna dayalı bir yönetim modelinin gayrı islami olduğu çok açıktır. Modern dönemde laik batıcı rejimlerin islam karşıtı politikalarına karşı üretilen bu tepkisel islam rejimi formülleri, son 30-40 yıllık deneyiminde gösterdiği gibi artık tamamen ılga edilmeli ve gündemden çıkmalıdır. Çünkü İslam, bir siyasal rejim veya bir ideoloji değil, hatta pagan özlü kurumsal dinlerden bir din bile değil, insanları insan kalmaya davet eden ve bu amaçla Allah, ahiret, ahlak ve adalete çağıran bir mesajın-yolun adıdır. Bu nedenle şii veya sünni siyasal modellerin aşılarak, politik olmayan bir çerçevede İslam ümmetinin manevi birliği ve dayanışmasını temsil edecek yeni bir halifelik anlayışı, Kuran’ın maksadına, Hz. peygamberin sünnetine, adil yönetimlerin hatırasına ve çağdaş dünyanın gereklerine daha uygundur. Politik olan, politik gerekliliklere bırakılmalıdır. İslamın ilke ve değerleri, politika dahil, insan yaşamının her boyutuna yön verecek bir üst değerler kümesidir. Bunu aşağı indirip gündelik ihtiyaçların basit bir aracına dönüştürmek, İslama hakarettir. Devleti yönetenlerin namaz kılması oruç tutması, kuran ezan din imandan bahsetmesi değil, çalmaması, çaldırmaması, zulmetmemesi, hakkı hukuku çiğnememesi, yoksulu, kimsesizi, azınlığı itip kakmamasıdır İslami olan. İsterse birey olarak İslama uygun yaşamasın, hatta İslama inanmasın, eğer bir yönetici, hakka, hukuka, adalete, ahlaka, erdeme riayet ediyorsa, o meşrudur ve mümince davranıyordur. Onun kişisel inancı ve yaşam tarzı kendi mahrem tercihidir ve kimseyi ilgilendirmez. Nitekim böyle olduğu içindir ki, tarih boyunca bir çok devirde farklı inançtan, mezhepten, meşrepten hatta gayrı müslim insanlar devlet yönetiminde yer almış, hatta en üst vazifeler dahi onlara teslim edilmiştir. Dinen de aklen de doğru olan budur. Bu nedenle islam devleti, islami devlet vb. bu çağa ait tepkisel refleksler yerine artık adalet, ehliyet, meşveret, liyakat gibi sahici yönetim ilkeleri konusunda hassasiyet gelişmelidir.

Bugün için İslam devleti tabiri, hem teokratik bir yönetimi hem de Emevi saltanat modelini çağrıştırmaktadır. Daha ötesi, İslam’ın tevhit akidesi, yani Allah’tan başkasına kul olmama ilkesi, türü, biçimi ne olursa olsun, her tür iktidarı, yönetimi, devleti, otoriteyi kutsamayı reddeder. Toplumsal bir düzen için gerekli, yani katlanılması gereken bir mekanizma olarak devletin görevi, insanların güvenlik ve hukukunu temin etmek, sosyal düzeni tesis etmek ve toplumsal barışı, adaleti, paylaşımı düzenlemekten ibarettir. Devlet, meşruiyetini bu işlevinin biteviye toplumun onayıyla tescillenmesinden alır. Bu tescil mekanizması, geçmişte meşveret ve biat, bugün ise seçimler ve anayasal sınırlamalar yoluyla sağlanmaktadır. Yani İslamın devlet modeli, adalettir. Devleti İslam adına meşru kılan temel ilke, adaleti temin etmesidir. Bu yönüyle devletin yönetme tarzı, rejimi, kurumları islamın konusu bile değildir. İslam, yönetenlerden de yönetilenlerden de adalete uymalarını, iyilikten sapmamalarını öğütler. Bunu nasıl, hangi dil, üslup, rejim veya yasalarla yapacakları İslamın mevzusu değildir. Aslolan hem devlet işlerinde hem mahkemelerde hem ekonomik işleyişte hem de insanlar arası ilişkilerde adaletin tesisi, korunması, üstün tutulması yani egemen olmasıdır. Bu anlamda, bir İslam devletinden bahsedilemez ama İslami bir devletten bahsedilebilir, bu da Adalet devletidir.

Son dönem Osmanlı devlet telakkisindeki şu iki örnek, aslında çok ta idrak edilmemiş ve uygulanmamış olsa da, bugün için de anlamlı bir devlet idrakini içermektedir; ilki, yeni padişahın tahta çıkış töreninde halk tarafından topluca söylenen ‘mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var’ nidasıdır. Eyüp Sultan camiinde dört halifeden birinin kılıcını seçip kuşanarak Topkapı sarayına kadar gelen yeni padişaha hatırlatılan bu nida, ‘padişahım çok yaşa’ ile birlikte söylenir. Yani, haddini bilir, adaletten ayrılmazsan, sana ‘çok yaşa’ der, biat ederiz, demektir bu tören.

İkinci olarak, siyasi muhayyilemizdeki, ‘devlet/sultan, zılluhali fil arz’dır, deyimidir. Yani devlet Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Bu söz, görünürde devleti Allahla kutsayan bir mana içeriyor gibidir ama aslında, çok daha önemli, derin bir içeriğe sahiptir. Devlet, tıpkı Allah gibi olmalıdır, O’nun gibi adil, O’nun gibi merhametli, O’nun gibi bağışlayıcı, O’nun gibi cömert, O’nun gibi haksızlıklara karşı kudretli, O’nun gibi kuşatıcı, koruyup gözetici…vb. Yani, dünya işlerinde bütün toplum adına ve bütün topluma ait bir güç, imkân, servet ve makam tekelini elinde tutacaksan, Allah gibi davranmak zorundasın. Nasıl ki, güneş Allaha inanmayanı dahi aydınlatıp ısıtıyorsa, nasıl ki, su, ateş, toprak, Allah’ı bilmeyenler için dahi asla kendi yasalarının dışına çıkmıyor ve onlara da hizmet ediyorsa, nasıl ki, nimetler veya külfetler, Allah tarafından konmuş değiştirilemez kanunlar (Sünnetullah) sayesinde herkese dağıtılıyorsa, ey sultan, başkan, şah, kral, bakan; sen de böyle olacaksın…Adaleti, sana biat etmeyen veya sevmeyenden esirgeyemezsin, nimeti sana destek olana, külfeti sana itiraz edene yükleyemezsin, toplumun bir kesimini tutup ötekisini öteleyemezsin, yetki ve sorumluluklarını keyfi kullanamazsın. Nasıl ki, Allah, mutlak varoluşu gücü ve imkanlarına rağmen kendisini Sünnetullahla sınırlamış ise, sen de adaletle kendini sınırlamak zorundasın. Çünkü adalet yoksa, mülk meşru olmaz ve bu da zulmü doğurur, zulüm ise, en büyük suçtur. Adil olmayan bir yönetim, sadece halkın değil aynı zamanda Allah’ın hakkını da çiğnemek demektir ve bu gayrı meşrudur.

Bu anlamda, devleti kutsama cümlesi zannedilen ‘Zılluhahi fil arz’, aslında devleti adaletle, yasalarla, sorumluluklarla sınırlama ve haddini çizerek meşruiyetinin ölçüsünü verme ilkesi olarak anlaşılmalıdır. (Bunun nişanesi olarak Topkapı sarayı girişindeki kitabede, ‘Ya valiyete külli mazlum’ yani ‘tüm mazlumların sığınağı’ yazmakta, kapının arka tarafındaki kitabede ise, ‘Sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve dünyadaki tüm mazlumların da koruyucusudur.’ Yazmaktadır. Yine Endülüs El Hamra sarayının bütün duvarlarına, ‘İla galibe illallah’- Allahtan başka galib yoktur’ yazısı nakşedilmiştir. Bu ilkeler İslam’ın devlete, sultana, otoritelere yüklediği mana ve misyonu gösterir. Buna ne kadar uyulduğu ayrı bir konudur)

Bugün için Müslümanlar, işte bu idrakle, var olan devletlerini hukukun üstünlüğü, sosyal ve ekonomik adaletin tesisi, halk egemenliği (şura, istişare seçim,meclis), ehliyet (yetenek), liyakat (hakediş) prensipleri çerçevesinde dönüştürmenin mücadelesini vermelidirler. Böyle bir çabanın bugün için geçerli evrensel dili ise hukuk devleti, cumhuriyet ve demokrasidir. Bu bağlamda “İslam devleti” tabiri yerine İslam’ın maksatlarına uygun ve aynı zamanda insanlığın gittiği yönü de barındıran “hukuk devleti” veya “demokratik devlet” tabirlerini kullanmak daha uygundur. Ya da yarın insanlık daha farklı yönetim biçimleri geliştirir, başka isimlerle adlandırabilir, o zaman dahi asıl olan devletin ismi veya şekli değil adalete dayanmasıdır. Geçmişte de Müslümanların İran-Sasani, Mısır ve Roma yönetim geleneklerine benzer devletleri olmuştur. Tarım çağlarının en yaygın yönetim tarzı olan bir ailenin babadan oğula geçen saltanat iktidarı, bir model olarak sorgulanmamış, sadece sultanın adil olup olmadığına bakılmıştır.

Devletlerin, iktidarların, yönetimlerin dini olmaz, adaleti veya zalimliği olur. Dinler, insanlar içindir, kurumlar için Allah, ‘İslam devletini’ veya benzeri bir dinsel modeli değil, adaleti ve iyiliği emreder. İslam için devlet değil, adalet farzdır. Bu anlamda adaletin sağlandığı, toplumların hak ve hukukunun temin edildiği, kamusal işlerin insanlar lehine düzenlendiği ehliyet, liyakat, istişare ve dürüstlüğün kural olduğu her toplumsal siyasi idari kurum, İslam’a uygundur. Sahipleri gayrı müslim olsa dahi. Müslümanlar tarihte veya bugün ister batıda ister doğuda ister Afrika’da, nerede adil, doğru, iyi ve güzel bir yönetim tarzı, kamu idaresi ve iktidar modeli varsa onu örnek alabilir, taklit edebilir veya benimseyebilir. Tabii ki ideal olan, bir Müslüman toplumun adalet, hukuk ve doğruluk adına örnek modeller geliştirmesi ve tüm insanlığa örnek olmasıdır.

Ama ne olursa olsun, hiçbir rejim, hiçbir devlet, hiçbir yönetim, kendisine İslam sıfatını vermemeli, isminin içine önüne arkasına İslam eklememelidir.

İslam, siyasal iktidarların meşruiyet aracı veya yenilince linç edilecek bir günah keçisi değildir. Kıymeti bilinirse, bu dinin ilke ve değerleri bireyleri ve toplumları yarı hayvan yaratıklar olmaktan çıkartıp insan haline getiren, akıl,edep ve imanla terbiye eden ve insanlık ailesinin içerisinde medeni bir yaşam düzeyine yükselten bir uygarlaşma dinamiğidir. Tarihin akışı içerisinde ne zaman bu uygarlaşma yönüne ağırlık verilmişse Müslüman toplumlar huzur, barış ve refaha kavuşmuş, ne zaman bu yoldan sapıp dinlerini parçalanma, bölünme, yobazlık, iktidar aracı veya yağma-talan vasıtası yapma sapkınlığına yönelinmişse de o zaman zulüm, katliam, baskı ve çürüme devirleri yaşanmıştır. Yani, mesele İslamın kendisinden çok, insanların İslamla kurdukları bağın tarzıyla alakalıdır. Bugün Müslüman toplumların çoğu, maalesef islamın özüyle bağlarını kopartmış ve bambaşka adet, inanç, gelenek, alışkanlık veya bidat uygulamalardan birer islam uydurup etrafında dönüp durmaktadır. Bu nedenle gerçek bir İslam hilafeti, sadece bu soruna odaklanıp Müslümanların İslamın özüyle yeniden buluşması ve tarihin ürünü fazlalıkları atarak basit, sade, medeni bir mümin kimliğinin ihyasını gündeme getirmelidir. Geri kalan dünyevi işlerin düzene girmesi bile, gerçek müminlerden oluşan bir toplumun ortaya çıkmasına bağlıdır. İbadetler veya kılık kıyafet şeklinden önce, adalet, hak, hukuk, adap, ahlak, özgürlük, estetik, sanat, edebiyat gibi hassasiyetleri olan Müslüman bireyler yetişince, ibadetleri daha ihlaslı, şekilleri ise daha mümince olacaktır.

Tabii ki böyle şahsiyetli ve haysiyetli bir toplumun devleti de gerçekten adil bir devlet olacaktır.

 

*:(Konuyla ilgili akademik bir tahlil için; Prof. Dr. Ramazan Yıldırım, Sünni siyaset düşüncesinin tarih içindeki gelişimi ve etkinliği, academia.edu)

Leave a Reply