Bu soru şöyle de sorulabilir: İslam dünyasından İslami bir hareket ya da kendisini İslam’a refere eden bir siyasi grup iktidar olunca haber ajansları ve gazetelerde niçin şöyle haberler geçiyorlar; “Afganistan’da şeriat ilan edildi, kadınların sokağa çıkması, erkeklerin sakallarını kesmesi yasaklandı.”, “Çeçenistan’da şeriat anayasası kabul edildi. Zina eden bir kadın taşlandı, hırsızlıktan yakalanan bir kişiye falaka cezası verildi”, “Pakistan’da İslam anayasası: hırsızların eli kesilecek”
Buna benzer haberler dindar yahudi ya da hristiyanların seslerini yükselterek çeşitli taleplerde bulunmaları esnasında onlar için de geçerlidir. Örneğin İsrail’de “Radikal dinci yahudiler, cumartesi günü yapılan filan toplantıyı protesto ettiler”, ya da “Papa, evrim teorisi ile ilgili tartışma yasağını kaldırdı” gibi.
Semavi dinlerin çağdaş dünyada altı milyar insanoğluna sunduğu görüntü niçin hep yasaklar ve baskılarla özdeştir. O kadar ki, bu dinlerin gönüllü ya da doğuştan mensupları dahi dinlerinin bu tür görüntüler üreten yorumlayıcılarını tasvip etmemekte ve bu yorumcular hep “azınlık ve fanatik bir grup” olarak kalmaktadır.
Türkiye’de İslami bilinçlenme oranı arttıkça neden geniş bir toplumsal kesimde ürküntü ve korku hakim olmuştur. Toplumun çoğunluğu, neden İslam’ı sahiplenerek düşünen ve yaşayan insanlara karşı garip bir şüpheyle bakmakta ve adeta mesafe koymaktadır?
“Din bir araç mıdır, amaç mıdır?” sorusu, esasen bu soruya, amaçtır, cevabı verilmesinin ürünü olan düşünce ve politikaların yukarıdaki soruları sorduracak görüntüler üretmesinin nedenini sorgulamamızı sağlamaktadır.
Genel olarak ilahi dinlerin, özel olarak İslam’ın “kesin inançlıları” yani dindarları, bütün insanların ve bütün bir hayatın din tarafından şekillendirilmesi ve denetlenmesini içeren ortak bir bakış açısına sahiptirler. Din kurallarını ilahi kaynaklı olması nedeniyle değişmez ve tartışılmaz olarak algılayan bu yaklaşım, bu kuralların hakim olmasıyla insanların bütün sorunlarının çözüleceğini ve bu nedenle Din’i hakim kılmanın her din mensubunun temel görevi olduğunu savunurlar.
Oysa bu yaklaşımın bizatihi din(ler)in arzu ettiği bir yaklaşım olup olmadığı tartışmalıdır. Zira din kurallarının hangi yorumunun ve nasıl egemen kılınacağı gibi yeni sorular ve belirsizlikler ortaya çıkmaktadır. Yahudiler ve Hristiyanlar, din adamları sınıfının varlığı nedeniyle kısmen bu belirsizliği aşmıştır. Ancak Müslümanlar için bu belirsizlik geçerlidir; İslam’ın hangi yorumu, kime göre tek doğrudur? Bu tek doğru yorumu tasvip etmeyenlerin durumu ne olacaktır? Bu yaklaşım, adeta bir şekilde güçlü ve iktidar olan yorum, tek doğru yorum olarak uygulanır sonucuna götürmektedir. Bu nedenle de İslam tarihi boyunca iktidara yakın duran ulemanın İslam yorumu egemen olmuştur. Yine aynı nedenle iktidar sahipleri de kendilerine yakın buldukları yorumları desteklemişlerdir. Sonuçta dini hakim kılma söylemi, giderek belli bir yorum tarzına sahip taraftarların iktidar olma çabalarının bir aracı haline gelmiştir. Emeviler döneminde hilafet tartışmaları, Abbasiler döneminde Mutezile odaklı tartışmalar ve Osmanlılar döneminde Sünni/hanefi yorumla Safevi Şiiliği ve Batini yorumlar arasındaki çatışmalar, tam da bu iktidar mücadelesinin görüntüleri olarak yaşanmıştır.
Peki çağdaş dünyada dinin anlamı nedir? İslam, Yahudilik ve Hristiyanlığın yaşadığı türden bir “hayattan çekilme” ve “dünyevi iddialarından vazgeçme” özelliğine sahip olmadığına göre ve tam tersine inanç ve hükümleri itibarıyla hayatın her boyutuna dair ilke ve kurallar vazettiğine göre, İslam’ın egemenlik sorunu çağdaş dünyada nasıl çözülecektir? Yani en başta bu dinin mensupları İslam’ın egemen olması karşısında korku ve kaygı yerine ümit, huzur ve güven duygusunu nasıl tadacaklardır?
Bizce bu sorun, bizatihi Din’in ve din kurallarının amaç olmaktan çıkarılması ve Endülüslü alim Şatibi’nin ortaya koyduğu bir usülle yani bu kuralların amacının tespitiyle ”Mekasidu’ş-Şeria”(Şeriatın maksatları) bağlamında çözümlenebilir.
Bunun anlamı şudur: Allah, yaratıp şereflendirdiği ve sorumluluk yüklediği insanı, şeytanın temsil ettiği kötülükle(Şerr), ilahi kaynaklı iyiliğin (Hayr) arasındaki kavgada doğru bir tercih yapma imtihanına tabi tutmaktadır. Bu imtihan, bir potansiyel olarak ‘insan’ olma tözünün sınırlı, ölümlü ve kötülükte içeren dünya hayatında iyilik yoluyla gerçek ve ebedi bir varoluşu hak etmenin fırsatı ve imkanı manasındadır. Allah, bu amaçla peygamberler göndererek insanlara doğru ve yanlışı ayırma (furkan), doğru ve iyiden yana tercih yapma (hidayet), doğru yolda yürüme (rehber) ve kötülükten uzak durmasını (öğüt) sağlayacak kelam/vahiy ile konuşmuştur. Vahyin amacı, insanların iyilik ve adaletten yana tercih yapmalarını sağlamak, unuttuklarını hatırlatmak, kötülük ve zulümden uzak tutmak ve yaşam imtihanını Allah’ın kendisinden istediği yol üzere yaşayarak (iman) geldiği yere dönmesini (ileyhi raciun) sağlamaktır. Allah kelamı, bizatihi kendisi olarak değil, gösterdiği ve tanımladığı yol anlamında dindir. Kur’anı Kerim’de şir’a (yolu belirleme) beş yerde, din (yolun muhtevası) 85 yerde ve İslam (yola girme, uyma) kelimesi de 161 yerde kullanılmıştır. Bu kelimelerin kendisi bir maksadı ifade etmemekte; Tevhid, adalet, iyilik, ahlak ve barışın egemenliğini sağlama “yol”unu bir maksat olarak insanlara sunmaktadır. Ancak zaman içerisinde bu asıl yol ve maksat yerine, bu yolda asıl maksada ulaşmak için rehber, furkan, hidayet ve öğüt olan(yani araç olan) “Kitab”ın kendisi yer değiştirmiştir. Bizatihi “din” olarak telakki edilen kurumlaşmış kurallar bütününün kendisini savunmak ve egemen kılmak “maksat” haline gelmiştir. Din, peygamber ve Kuran-ı kerim, insanlara bir yol göstermekte, insanlar ise bu yolda gitmek yerine bu yolu “gösteren” parmağa bağlanmayı “dindarlık” olarak telakki etmektedirler.
Örneğin Kuran, “hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin” demekte, ama bazı yorumcular “Kuranla hükmet”meyi savunmaktadırlar. Yani “Kuran’a uymak” bizatihi bir amaçmış gibi psikolojik bir ifade haline gelmiştir ve muhtevasından kopmuştur. Oysa adalet ve iyiliği üstün tutmak, kötülük ve zulmü engellemek zaten (en genel anlamda) Kur’an’a uymaktır. Bu nedenle de müslümanlar Kuran’a uymak için “Adaletle nasıl hükmederiz, iyiliği nasıl üstün tutarız, doğru ve güzel olanı nasıl tespit ederiz” diyerek düşünmek ve bu soruların çağdaş koşullarda çeşitli ve çok örnekli cevaplarını bulma çabası göstermek yerine sadece “Kuran’ı hakim kılmak’ yada ‘Allahın indirdiğiyle hükmetmek’ten bahsetmeyi (yada dayatmayı) tercih etmektedirler. Örneğin, yönetim ve hukuk’la ilgili tartışmalarda bu durum açık bir şekilde açığa çıkmaktadır. İlk Müslümanların bu konulardaki tartışmaları hem daha rahat bir psikoloji içerisinde sürmüş hem de bu konular bir “itikat” sorunu olarak algılanmamışken, bugün demokrasi yada hukukla ilgili bir tartışma hem “Din elden gitmesin” psikolojisi içinde hem de iman, küfür, şirk gibi itikadi kavramlar üzerinden yürütülmektedir.Oysa devlet ve yönetim eksenli tartışmalar islam tarihinin hiçbir devrinde (Hariciler hariç) hiçbir ekol tarafından böyle bir çerçevede ele alınmamıştır. Hz.Ömer zamanında Sasani’lerin “Divan” geleneği “Ehli Hal ve’l Akd” denilen şura modeli olarak benimsenmiş ve hiç kimse bir küfür düzeni suçlamasında bulunmamıştır. Aynı şekilde Hz.Ali ve Muaviye kavgası boyunca da taraflar itikadi kavramlarla birbirini suçlamamış, siyasi anlamda adalet ve zulüm kavramları ekseninde bir tartışma yürütülmüştür. Kaldı ki bugün şeriat nizamı olarak telakki edilen kural ve kaidelerin hemen hepsi Emeviler dönemindeki Arap İslam pratiğinin ürünüdür ve bir tür pratik Arap İslam yorumudur. Aynı şekilde Osmanlı ya da İran kaynaklı birçok yorum ve uygulamanın da İslam’ın maksatları doğrultusunda müslümanların farklı koşullarda ürettiği pratikler olarak anlaşılması gerekmektedir.
Bu amaç ve araç anlayışının yer değiştirmesi nedeniyle Müslümanlar dinlerinden her sorularına cevap bulmak, her sorularını çözmesini beklemek ve bunu da insanlara dayatmak gibi “üretilmiş bir davranış” sergiler olmuşlardır.
Din’in öznesi Allah mıdır, insan mıdır?
Burada “dinin öznesi ve sahibi” olma sorunu devreye girmektedir. Din’in sahibi Allah ve öznesi yani temel konusu ve problemi de insandır. Oysa İslam düşüncesi olarak gelişen çağdaş yorumlarda bu yer değiştirmiş, dinin sahibi Müslümanlar, öznesi de Allah yapılmıştır. Bunun sonucunda ise müslümanlar “din uğruna savaşan”, din adına hareket eden, din’i yaşatmaya ve korumaya çalışan, din’den yola çıkarak hayatı tanzim etmeye çalışan insanlar konumuna gelmiştir. Oysa din Allah’ındır, müslümanların onu korumak ve yaşatmak diye bir sorunu yoktur. Din’i koruyacak ve kıyamete kadar yaşatacak olan Allah’tır. Müslümanlar Din’in (yolun) sadece mensubudur. O yol’dan yürüyerek kendileri için dünya ve ahirette hayırlı olacak bir tercih yapar ve sorunlarını iyilik ve adalet lehine çözmeye gayret ederler. Yol’un kendisi bir maksat olmadığı için ve yol Allah’a ait olduğu için, müslümanlara düşen; sadece bu yolda yürümek ve sapmamaya çalışmaktır.
Bu çerçevede, İslam’ın öznesi insandır, insanı temel alır. İnsan açısından olaylara bakar ve insanın dünyevi ve uhrevi kurtuluşu, mutluluğu esas alınır. Oysa müslümanların zihninde bu yer değiştirmiş, özne “Allah” haline getirilerek adeta Allah’la insan karşı karşıya getirilmiştir. Öyle ki ilahi ve beşeri ayrımı yapılarak, insanın ürettiği herşey ile “ilahi olan”, ayrı ve karşıt konumlara konulmuştur.
Bu bakış açısı; insanı aşağılamayı, ona güvenmemeyi ve karşısına da Allah’ı koyarak adeta yarıştırmayı doğurmuştur. “İslam”la bazı düşünce akımlarının (sosyalizm, milliyetçilik, liberalizm) yarıştırılması, İslam’ın hakimiyeti ile Allah’ın hakimiyetinin yarıştırılması, vahiyle aklın karşı karşıya getirilmesi gibi bir dizi tartışma konusunun kaynağı da işte bu yanlış din, Allah ve insan telakkisidir.
Oysa Kuran-ı Kerim’de yaratılışın anlatıldığı ayetlerde Allahla insan değil, hatta Allahla ibliste değil, insanla iblis çatışmıştır ve Allah bu çatışmada insandan yana tavır alarak insanı yüceltmiş (eşrefi mahlukat), iblis ise insanı aşağılamış (çamurdan yaratıldığını öne sürerek ona secde etmemiş)tır. Bu yüzden de iblis kovulmuş, ama insandan üstün olduğu iddiasını ispat için “imtihan” bağlamında ona mühlet verilmiştir.
Yani insanı aşağılayan ve Allah’ın karşısına dikmeye uğraşan, ona güvenmeyen, onun varlığından rahatsızlık duyan iblistir. İnsanı yaratıp şereflendiren, onu savunan, güvenen, diğer yaratılmışlardan üstün yapan ise Allah’tır.
Bu apaçık varlık telakkisine rağmen Kuran’ı okuyup yaşama geçirme mücadelesi verdiğini iddia eden insanların, tam tersi bir “çelişki ve mücadele” yorumu yapması ancak sosyolojik, siyasi ve psikolojik saiklerle izah edilebilir. Ama Kur’anla aslı izah edilemez.
Din’in öznesi insandır ve insanın karşıtı Allah değil şeytan (kötülük)dır. İnsanın varoluşu; şeytandan (kötülükten) arınma(Berae) ve ilahi ruhundan gelen adalet, iyilik ve barıştan yana tercih yaparak kötülüklerden özgürleşme çabası olarak anlamlandırılmıştır. İmtihan, işte bu özgürleşme (Tevhid – La ilahe illallah) çabası içerisinde verilmektedir.
İnsan merkezli bu bakış açısı ve din’in sahipliğini Allah’a has kılarak insan-Allah ve din’i yerli yerine oturtan bu yorum tarzı, peygamberin bütün bir hayatı ile teferruatlı ve pratik bir şahidliğe (örnekliğe) sahiptir. Resullullah, “yürüyen Kur’an” olarak, Allah’ın öğütlediği yolda yürüme çabasının ve bizatihi “yaşamın” anlamının öğrenileceği bir öğretmendir. “Rahman ve Rahim olan Allah”, insanı merkeze koyarak iyilik ve adaleti egemen kılmanın, üstün tutmanın, kötülük ve zulümleri de alt etmenin mücadelesini, peygamberlerinin hayatıyla insanlara göstermiştir. İşte bu nedenle Resullullah Medine’yi kendisine yurt edindiğinde yani “Medine’de İslam/şeriat ilan edildiğinde”, zalimlerden başkası korkmamış ve müslüman olsun olmasın tüm Medine halkı, Medine’ye “barış, esenlik, adalet ve iyilik” geliyor diye Hz. Peygamberi heyecan ve aşkla karşılamışlardır.
Müslümanlar, çağdaş dünyada “Dinlerini kendilerine ve insanlığa bir zindan ve zahmete” dönüştüren yorumlardan arınarak, gerçekten bir “rahmet ve felah” yolu olarak kavramanın fıkhı (çabası) içinde olmalıdır. Bunun yolu da öncelikle dini amaç olmaktan çıkartıp sadece gerçek amaç için, yani insanı eşrefi mahlukat yapacak, gerçekten kötülüğü alt ederek insanlaştıracak, kötülüğü insandan tenzih edecek bir “yol” olarak telakki eden ve insanı merkeze alarak, ona güvenerek ve aklın doğru çalışmasını sağlayarak sorunları çözmenin örneklerini göstermektir.
Aksi halde din, Allahın adını kullanarak “yasalar ve yasaklarla” özdeşleşen, yaşanan hayatı kapsayamayıp izah edemeyen, tarım toplumu çağının pratik kural ve ilkelerini bilgi toplumunda hakim kılmaya çalışan, Allah adına zulümlerin işlenebildiği “tehlikeli bir iktidar silahı” olmaktan kurtulamayacaktır.
Evet, İslam bütün hayata dair, hayatın her boyutuna hitap eden ilke ve değerler vazetmiştir. Ancak esas olan bu ilke ve değerlerin maksadını tesbit ederek onları hakim kılmanın “İslama uymak” “Dindar olmak” ve “Allah’ın rızasını kazanmak” anlamına geldiğini kavramaktır. Bu ilke ve değerleri sosyolojik, psikolojik ya da siyasi saiklerle yanlış yorumlayarak insanlığa dayatmanın adı ise ne yazık ki dindar olmak, daha iyi müslüman olmak ya da İslam’ı/Allah’ı hakim kılmak değil, sadece Allah adına zulüm etmektir. Ve maalesef İslam dünyası bu mantığın ürünü olan örneklerle doludur. O halde siyasi ya da toplumsal bir proje, müslüman bir zihin açısından İslam’ın iyilik, adalet, barış ve özgürlük gibi maksatlarına uyup uymama ölçüsüyle üretilebilir veya tartışılabilir hale gelmelidir. Yani ölçü, İslamdan yola çıkarak bir proje üretmek değil, pratik hayattan yola çıkarak İslam’ın ilke ve değerlerinin maksatlarına uygun (en azından açıkça bu değerlere ters düşmeyen) fikir ve pratikler üretmek olmalıdır. Bunu tesbit ve tayin edecek olanlar ise farklı yorum ve usullere sahip ilim sahipleridir. Onaylayacak ya da reddedecek olan ise insanlar (toplum ya da millet)dir. Bu anlamda “icma-i ümmet”, bir fıkıh kuralı olarak ulemanın ittifakı şeklinde değil, bir siyaset felsefesi olarak, bir toplumun özgür iradesiyle çeşitli görüş ve yorumları dinleyip birine ağırlık koyması şeklinde yeniden tanımlanabilir.
Çağdaş dünyada, İslam’ın ve müslümanların tüm insanlığa örnek olacak siyasi, ekonomik ve sosyal fikir ve projeler üretebilmelerinin yolu öncelikle din, Allah ve insan telakkisinin tarım toplumu çağının iktidar sahipleri tarafından yapılmış yorumlarının etkisinden arınarak özgürlükçü bir temelde yeniden oluşturulmasından geçmektedir. Bunu ise; Katolisizme benzeyen ve Sünni dünyayla tarihsel kavgayı sürdürmeyi ifade eden Şia İran’ı, bedevi Arap aklının ürünü olan selefi Arap/İslam dünyası, İngiliz emperyalizminin Hindistan’ı bölme politikasının ürünü olan Pakistan’lı ulemanın anti-hinduizmi, Afganistan’ın, Sudan’ın, Cezayir’in tarım toplumu özelliğinden arınamamış ve siyasi kavgalarla içiçe geçmiş İslam anlayışları değil, bir İslam medeniyeti mirasına sahip olan, modernleşmiş ve kalkınmış bir Türkiye’de yaşayan müslüman siyasetçiler ve düşünce adamları gerçekleştirme imkanına daha fazla sahiptir.
Din, son tahlilde insanlaşmak için bir araçtır. İnsan, kötülüğe eğilimli beşer yanının kendisini yönetmesinden arınarak, Allahın gösterdiği yola, yani iyiliğin ve adaletin yoluna din sayesinde girer. Bu yol, tabii ki, kolay olmayan, insan nefsine ağır gelen, beşeri iç güdü ve reflekslerin sürekli kontrolünü gerektiren zahmetli bir yoldur. Ancak, insan olmanın, Adem-adam olmanın başka bir yolu da yoktur. Dünya hayatının geçiciliği, ahiretin ise ebedi oluşu unutulmadan, bu zahmetin insanı olgunlaştırıcı özelliğinin idrakiyle ahlaklı bir hayat yaşamak, kendine, başkalarına ve Allahın rahmet dileğine sırt çevirip zulmetmekten daha zahmetsizdir.
İnsan, varlık şuurunu ve yaşama amacını unutunca, ya da ancak tüm insanlar için geçerli bir amaç sahibi olmayınca zalimleşmekte, başka hiçbir canlıda olmayan bir vahşet ve yıkıcılık güdüsü açığa çıkmaktadır. Savaşlar, zulümler, işkenceler, sömürü, yalan, yolsuzluk, hırsızlık ve diğer kötülükler, Allah ve adem şuurunun unutulmasının ürünüdür. Allah sevgisi ve korkusu, adem olma idraki ve sorumluluğu, insanın bu vahşi yanlarını terbiye eden tek yoldur. Tarih boyunca bu ilahi mesajlar sayesinde insanlık medeni bir düzene kavuşmuş, bu mesajların istismarını da içeren istismarcı, sömürücü hakim sınıfların egemenlik dönemleri ise kan ve gözyaşı getirmiştir. İnsanların maddi uygarlık düzeyleri yükselse de, Allah ve adem şuurunu kaybedince, bu uygarlık düzeyinde insanı kullaştırmanın rafine biçimleri bu kez egemen olmaktadır. Bu anlamda, din, her tür yaşam tarzı ve sosyolojik farklılığa rağmen tüm insanlar için iyilik ve adalet yolunu gösteren, hatırlatan ve öğreten bir insan olma klavuzudur.
Dinlerin zaman içinde statükoların birer parçasına dönüşmesi, kurumsallaşarak yaşanan hayatın dondurulmasını sağlayan muhafazakar kültürün temeli olması, insanın huzur ve mutluluğu yerine içsel gerilim ve politik çatışmaların kaynağına dönüşmesi, tarihte bolca görülen bir sapma örneğidir.
Bu nedenle, dinin insan olma çabası için bir araç olduğu ve sahibinin sadece Allah olduğu şuuru, dinlerin istismarının da, asıl maksatlarına ters düşecek bir şekilde kurumsallaşıp insanüstü güçler haline gelmesinin de önüne geçecektir.
Bu bağlamda, dinin özüne ve asıl maksadına vurgu yapan, sömürü, zulüm, kula kulluk ve insanları bir birbirine düşüren her tür fitneyi ortadan kaldıracak bir özgürlükçü din anlayışının geliştirilmesi şarttır.
Tevhid, bu manada, insanlığın içinde boğulduğu kapitalist dünyanın aşılması, insanca yaşanacak başka bir dünya kurulması ve kötülüklerin alt edilmesi için gerekli şuurun özünü ifade eder. Allahtan başka ilah yoktur şiarı, her tür insan üstü, insanı aşağılayan, insana karşı ve insanı yok edici düşünce ve davranışın terk edilmesi demektir. Kula kulluğun reddi, adaletli bir devlet, adalet ve eşitliğe dayalı bir ekonomi ve özgürleştirici bir dünya görüşüne dayalı dinamik bir kültür doğuracaktır. İnsanların bütün farklılıkları, etnik, dini, mezhebi ve felsefi ayrılıkları, ancak ve sadece tevhid şuuru sayesinde çatışma nedenleri olmaktan çıkacak, farklılıklar tek bir insan tözü ve tek bir yaratıcının varlığı idrakiyle tabii insanlık zenginliklerine dönüşebilecektir. Kapitalist rekabet ve sosyal Darwinist (güçlü olanın yaşadığı) seleksiyon mekanizmaları yerine, hayırda yarış ve dayanışma dinamikleri öne çıkacaktır.
İslam, insanın insanlaşması yani şerefli bir varlık olarak kendini olgunlaştırması, bunu koruyabilmesi ve bu uğurda diğer insan kardeşlerine yardımcı olabilmesinin, devlet ve her tür otoritenin insan özgürlüğünü kısıtlayamamasının, ekonomi ve kültürün insanı köleleştirememesinin, boş inanç, hurafe, yalan ve yanlış bilgi ve inançların insan aklını köreltememesinin aracıdır. Çünkü dinin özü ve amacı ‘La ilahe illallah’tır. Gerisi, bu şiarın tefsiridir.
- ahmetozcan
- 28 Kasım 2018
- 0 Comment