KaliYuga-İnsansızlık Çağı’nda Adem Olabilmek

17 Haziran 2025

“İnsan, seni savunuyorum sana karşı!”

Nuri Pakdil

Zaman üzerine şüphesiz çok şey söylenebilir. Ama Hint zaman kavrayışı, tabii ki kökenindeki muharref İbrahimi öze dair hikmetli bir bakış açısı sunuyor. Reenkarnasyon-samsara inanışının da kökeni olan bu zaman idraki, Hindu-Brahman-Buda inancında maddi alemin içindeki bir döngü-devridaim-çarkıfelek kavrayışını içerir. İbrahimi özde ise her şey, bir yaratıcının her an ve hep yeniden yarattığı, ölüp yeniden dirilttiği kozmik bir döngü kavrayışına dayanır. Yani teolojide temel ayrım, bir yaratıcı özne ile yaratılanı tefriktir. Evren, doğa, tarih ve yasaların tanrılaştırılması (panteizm) ile bir yaratıcının her şeyi var veya yok edip yönetmesi (tevhid), iki farklı inanç ve algı düzeyidir.

İnsanın Tanrı’yı, alemi (evreni), doğayı, eşyayı ve kendisini bilme-anlama çabası şüphesiz en değerli insani eylemdir ve bu anlamda zamanın ruhunu kavramak, aslında diğer birçok şeyi de kavramanın anahtarlarından biridir.

Ölü bir dünyada yaşamak

Bu bağlamda, bugün Hint felsefesinin zamanı kavramsallaştıran matematiğinin diliyle anlamaya çalışırsak, gerçekten bir Kali Yuga* -Kıyamet çağı-’ndayız ve bütün kadim inançlarda bulunan kıyamet öncesinin bütün özelliklerini aynı anda yaşıyor gibiyiz. Çünkü adeta ölmekte olan bir zamanın içinde, ölülerin arasında ve ölümün eşiğinde yaşıyoruz. Yaşamak, ölüm öncesi son can çekişmeye benziyor. Bir mezarlığa dönüşmüş dünyada zombiler, vampirler, çarpık iskeletler, uzuv parçaları arasında hayata dair izler, tutunacak canlı varlıklar arıyoruz. Ölü toprağı serpilmiş bir atmosferde nefes almaya çalışıyoruz. Adeta, “Görünmez bir mezarlıktır zaman, şairler dolaşır etrafında saf saf şiir söyleyerek.” (Attila İlhan)

Neden böyle bir duyguya kapıldık peki? Çünkü dünyayı uzun süredir adeta vampirler, zombiler yönetiyor. İnsan yiyor, kan içiyorlar. Öldürmekten zevk alıyor, ölümün yaydığı o bilinmez enerjiden besleniyor, yani ölümcül silahlar üretip satmakla geçiniyorlar. İnsanları yaşayan ölü yapmak için bütün insanlık birikimini tekellerine alıp bilgiyi, inancı, sanatı, insani yetenekleri yaşayan ölü üretimi için kullanıyorlar. İnsandaki iblis-şeytan geninin ihtiras, tamahkarlık, yalan ve kıskançlık güdülerini sürekli tahrik ediyor; aklı-iradeyi ve kalbi-merhameti söndürüp bu arzuları egemen kılmaya çalışıyorlar. Yaşıyormuş gibi efekti veren arzulardan oluşan davranışları, yani yeme, içme, çiftleşme, dans, kavga, çekişme, boş konuşma, içki, kumar vb. alışkanlıkları sürekli teşvik edip utanma duygusunu yok ederek insan olma haysiyetini köreltmeye çalışıyorlar. Artık teknolojik gelişmeler, özellikle yapay zekanın gelişmesiyle tamamen insansız bir dünyaya doğru gidiyoruz. İnsanın kol ve kafa emeğinin sömürüldüğü çağlardan, emeğin robotlara, bilgisayarlara yüklendiği ve insanın tamamen tüketici canlılara indirgendiği bu çağın nereye gideceği, nasıl bir insanötesi evreye geçileceği ise şimdilik muamma.

İnsanlıktan, insanın yaşamasından hazzetmeyen ve yaşam nefesinden intikam alan ölüsevici şeytaniliğin yarattığı ve yönettiği dünyada, insan kalma-yaşama çabası veren bir avuç Âdem soylunun acı ve hüzünden ibaret var kalma çabası dışında anlamlı hiçbir şey yok.

Bu insansızlık çağında, kadim insan dışı varlık tahayyülleri de tekrar gündeme geldi. Bir yandan uzaylılar, Annunakiler, Reptilianlar türü fantastik komplo teorileri; öte yandan insanla birlikte var olduğuna inanılan mahiyeti belirsiz varlıklara dair inanışlar, bir Orta Çağ-yapay zeka çağı karması içinde sıradan insanların zihnini ve bakış açısını, somut teoriler, fikirler ve kadim dini inançlardan daha fazla etkiliyor. Uzay Yolu, Truman Show, Akıl Oyunları, Matrix gibi filmlerin veya Cesur Yeni Dünya, 1984 gibi kara ütopyaların hep birlikte gerçekleştiği veya gerçekle karıştığı bir dünyadayız artık.

Bu dünya artık sömürücü egemen sınıflar veya firavunlaşan zalim yöneticiler, düşman milletler, emperyalist devletler gibi kategorik kötü tanımlarından çok; İblis, şeytan, cin gibi metafizik kavramlarla ifade edilen insan dışı varlıklar ve bunların kötücül eylemleriyle açıklanıyor. Öyle ki artık toplumsal düzenlerin ekopolitik yapısına değil, bizatihi yanı başımızdaki insanlara veya farklı-öteki insanlara dair dışlayıcı, ürkütücü, kötücülleştirici tanımlamalar kullanılıyor. İnsanlar insan sevmez oluyor ve işine gelmeyen, sevmediği, kendisine zarar veren herkesi insan dışı bir kavramla suçluyor. Bu durum, son tahlilde şeytan kavramının Allah’ı kötülükten tenzih etmesi gibi, insanı kötülükten tenzih etme içgüdüsü içerse de; misal, İblis veya şeytan soylu, cinlenmiş, hayvan, adi yaratık gibi her dilde var olan ifadeler, insan sevmezliğin dışa vurumu olarak eski yüzyılların kâfir, müşrik, pagan, zındık, rafızi ve 20. yüzyılın burjuva, emperyalist, sömürücü, faşist, oligark gibi kötücül kavramları yerine kullanılıyor.

Genetik bilimi ve yeni antropolojik-arkeolojik keşifler ilerledikçe, bu kötücül dil; evrimci biyolojik teoriler eşliğinde Neandertal, Cro-Magnon veya Homo erectus gibi Homo sapiens öncesi preinsan türleri, sevilmeyen insanları ifade etmek için kullanılıyor. Bu türlerin, evrimini tamamlamış insan türüne, yani Adem soyuna (Homo sapiens’e), kıskançlık ve düşmanlık içinde olduğu ve insan taklidi yaptığı; çoğunun vampir, zombi veya yamyam etiyle beslendiği, insan eti, beyni, kalbi yiyerek yaşadığına dair çok sayıda komplo teorisi de gündeme geliyor. İnsanları kandıran, elindekini çalan, yoldan çıkaran, aklını karıştıran, duygularını istismar eden, bedenini kullanıp atan, kendilerine hizmet ettiren her insanı somut varlığı ve eylemiyle değil; soyutlanmış, metafizik bir yabancılaştırmayla tanımlayan bu yaklaşımlar, insansız düşünmeye hizmet ediyor. Oysa Marx bunu, somut ilişkileri açıklama, bir praksis felsefesi olarak kavrama amacıyla şöyle ifade etmişti: “Sermaye, bir vampir gibi davranan ölü emektir: Canlı emeği içtiğinde canlanır ve ne kadar çok canlı emek içerse o kadar çok canlanır.”

Kadim inançlarda İblis, şeytan veya div, demiurg insanlarla çiftleşir ve soylarını devam ettirirler. Tıpkı o ilk günahtaki gibi. O yüzden insan atalarımız sürekli soya vurgu yapmış, en yaygın küfür olarak “fahişe çocuğu” – “piç” olmayı diline pelesenk etmiştir. Bu söylem, soyu bir sınıf, ırk, kavim olarak değil; bir Adem olma mayası anlamında kullanır. Yine ahlaksız kadın vurgusu, ahlaki bir aşağılamayı değil, soyu karışık anlamındadır. Adem’in hafızası, kendisine kötülük yapan, yoldan çıkaran, yalan söyleyen, kendisini kıskanan, öldüren, kötülüğü öğreten şecereyi – soyu – insan dışı bir varlık olarak kodlamıştır. Çünkü insan azizdir, şereflidir, yücedir ve kötülük ona yakışmaz.

Bugün insanlık, var olan dünyanın acıları, zulümleri, muğlak ve müphem gelişmeleri karşısında, belki bir açıklayıcı sığınak, belki anlam arayışı olarak var olmaya çalışan o ilk Adem gibidir. Adeta, mezarlıkta; yamyam, vampir ve zombi gibi insanların kan ve gözyaşına boğduğu, sıradan milyarlarca insanın ise sıkıntı, açlık, yokluk, baskı ve acılar içinde yaşayıp öldüğü bir dünyaya esir olmuş durumdadır ve sanki yarı ölü hâlidir. Bu nedenle gerçek yaşamın, hay ve nefesin, can ve cennetin arayışı içindedir. İnsanı etkisiz, edilgen ve köle hâline düşüren en büyük büyü ise ölümdür. İnsan öldürmek veya ölümü seyrettirmek ya da duyguları öldürerek insanları büyülemek, köleleştirir. Firavun, “Ben öldürür ve yaşatırım.” demiştir. Bugün insansız hava araçlarıyla, biteviye ölüm yağdıran silahlar tüm insanlığı adeta büyülemiş, tepkisiz, etkisiz, edilgen kılmıştır. Az sayıdaki insanın tepkileri ise hâlâ Adem tözünün yaşadığına ve direndiğine işarettir.

İlahi öğretiye göre insan, Allah’ın nefesiyle var olan ve kendini, dünyayı, eşyayı bildikçe bu varoluşunu tamamlayan, bu istidat ile donatılmış şerefli bir varlıktır. Diğer canlılardan farkı, akıl sahibi olması ve bu aklın sağladığı sorumluluk duygusudur. Akıl, Tanrı’nın cüz’i iradesi; insan, evrenin-doğanın cüz’i bir özetidir. “Adem’i bul, âdem ol; âlemde âdem gizlidir / Etme tahkir âdemi, âdemde âlem gizlidir.” (Yozgatlı Fenni)

Var olma amacı, doğanın zaman ve mekân kısıtlamasını aşarak Allah’ın yaratıcı eylemine katılmak; böylece hem kendini hem de doğayı dönüştürerek tözündeki potansiyelden yeni dünyalar var etmektir. Bu varoluşun gerek şartı ise hayır ve şer, hak ve bâtıl, iyilik ve kötülük arasında iyilikten, doğruluktan, hayırdan yana tercih yapmak; kötülükten, eksiklikten, yanlıştan ve yalandan uzak durmaktır. İnsan, ancak ve sadece bu seçimiyle sahiden insanlaşır.

İyilik peşindeki, iyilik tercihi içindeki, iyi olmaya-kalmaya çalışan her insan, Adem soyludur. Bu çaba, ilk şecere karışımından beri her insanın – hepimizin – ayrımsız geninde, kanında, soyunda bulunan iblis-şeytan genini, kanını köreltme ve saf Adem olma mücadelesi demektir. İyilik ve kötülüğü ayırabilme ve iyiliği tercih etme; insanla preinsanı, Adem ile iblis-şeytanı ayırabilme demektir ve bu, varoluşsal bir ölçüdür. Kötülük bir tercih değil, iyiliği tercih etmemenin bakiyesidir.

İnsan olmak bir tercih sürecidir

Hint filozof Muhammed İkbal, insanın bir insan potansiyeliyle doğduğunu ve dünya hayatında yaptığı tercihlerle insan olup olmama hâline dönüştüğünü söyler. Ve çıktığımız cennetin – ki bu dünyadadır, Hint zaman çarkında Altın Çağ – varacağımız cennetten farklı olduğunu; bu anlamda insanların çoğunun henüz cennetten çıkmadığını söyler. Yani insanların dünya cennetindeki o sorumsuz, bilişsiz, şuursuz, hayvanî hâli (antropolojiye göre Afrika’daki doğa durumu) hâlâ devam etmektedir. Gerçekten de içine doğduğumuz dünyayı kavrayana kadar çocuk, kavrayınca akıl baliğ oluruz. İnsanların çoğu ise ya iyi çocukluğunda kalıp asla büyümez ya da kötü çocukluğundan kaçıp bir ömür iyi bir çocukluk arar. İnsan, akledip iyiyi kötüyü, güzeli çirkini, doğruyu yanlışı ayırt ettikçe Adem olur. Ve en trajik olanı, bu erginleşmenin daima geri dönüşünün de olmasıdır. Hayat, birçok insanı insanken preinsana geri düşürür. “Yargıçlarım, asıl sorun, ölümden sakınmak değil, haksızlıktan sakınmaktır; çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar.” (Sokrates)

Bu anlamda, tam insan olmak bir tercih, bir çaba ve emek ürünüdür. İyilik, bu tercih ve emeğin adıdır. Kötü olmak ise bir genetik ölümcüllük, içgüdüsel bir preinsanlıktır. Bu anlamda, sadece iyiler insandır; gerisi değildir. Heidegger’in ifadesiyle, sadece insanlar ölür, gerisi telef olur. Yani ölüm ve diriliş, sadece insanlar içindir. Ahirete iman da – yani ölüp tekrar dirilme ve hesaplaşma sonrası hak edilene kavuşma inancı – sadece Adem genine ait bir inançtır. Öte yandan ölüm, metaforik olarak, yaşama dair her edimin, yeteneğin, işlevin körelmesi, boşa nefes almak ve anlamsızlaşmak demektir. Bu anlamda ise Kur’an’da İbrahim ve İsa’nın ölüleri diriltmeye dair meselleri, yarı ölü insan ve toplumlara ilahi nefes üfleyerek gerçek yaşama, yani özündeki Adem mayasıyla dirilmeye örnek olarak anlatılır. Çünkü Allah, ölüleri dirilten; diriden ölü, ölüden diri çıkarandır. Nefes – can, Allah’ın ölüyü dirilten yaşam enerjisidir. Hay – yaşam, Hû’dan – yani O’ndandır. Adem, yaşayandır. Allah’ın nefesini geri aldıkları ise ölüdür. Yaşıyor gibi görünseler de töz itibarıyla ölüdürler.

Zaman bir yaratıcı tanrı – Dehr – Kronos değil; bu karışımı ayıklayan, iyiyle kötüyü ayırmayı sağlayan bir imtihan süresi, bir illüzyonik atmosfer ve insan beyninin sayma-sıralama melekesini çalıştıran bir çarkıfelektir. Homo sapiens, yani Adem, insan türünün diğer türlerle karışması sonrası beynindeki sürüngen-memeli katmanların ritim melekesi ile en üstteki Adem katmanının sayma-sıralama melekesinin toplamıdır. Bu anlamda kadim bilgeler insana cüz’i irade ve küçük âlem, yani hem evrenin küçük bir özeti hem yaratıcının cüz’i bir temsili – tecellisi demiştir. İnsan bu özelliği ile görünenin gerisini idrak edebilir, gerçek bilgi ve duygulara sahip olabilir. Bu, yaratılığın özüdür. Yalnız açığa çıkan ışığı görebiliyorsan, yalnız söylenen sesi duyabiliyorsan, ne görebiliyorsun ne de duyabiliyorsun. (Sokrat)

İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve üstün kılan bu özelliğidir. Buradaki üstünlük, hiyerarşik bir makam değil; bütün varlıklara, diğer hemcinslerine ve yaratıcıya karşı hem sorumlu olma hem de doğru algılama, yani düşünerek var olabilme farkı demektir. Bu anlamda insan, doğayı ve kendini değiştirebilme; her koşulda kendine bir yaşam ortamı kurabilme ve kendi kaderini tayin edebilme istidadına sahip tek varlıktır. Kutup soğuğunda, çöl sıcağında, dağ başlarında, savaş ortamında, hapishanede, açlıkta, kıtlıkta soyunu sürdürme içgüdüsüyle yaşayabilme; doğada olmayan yeni aletler, eşyalar, objeler üretme; ilişkilerini estetize ederek hayvani güdülerini terbiye etme; gündelik hayatını süsleme; hayatı daha katlanılabilir kılma ve felsefe, sanat ve edebiyatla soyutlama yeteneğine sahiptir. İnsan, ölüme direnip hayatta kalma güdüsünü doğadan, hayvanlardan, bitkilerden öğrenir ama bütün bunları toplam bir yaşam inşasına dönüştürüp sorumluluk duygusuyla tercihler yapmayı, hayatına anlam katmayı, kozmik düzen içinde gerçekten var olmayı, Adem tözündeki dışarıdan yüklenmiş bir özelliğe borçludur. İşte bu yaratıcı güçtür ve insan türünü kendisi için var olabilen bir şahsiyet kılan ilahi dokunuş budur. Bir Kitabullah-ı Azam’dır seraser kâinat / Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar. (Recaizade Mahmut Ekrem)

Bu anlamda yaratan ve yaratılan ayrımı, insanın her eyleminin bir sonu – bedeli olacağına, yani ahirete iman ve yaratıcının yarattıklarıyla olan nefes – can verici, sağaltıcı, rahmet ilişkisi, Adem’in iyilik istidadının sigortasıdır.

Kali Yuga, bu sigortanın zayıfladığı, azaldığı, güçsüz düştüğü her an, her devir, her gündür. Hem tüm insanlık hem de her bir insan teki, aynı anda, aynı ömür içinde bütün zamanları yaşar – yaşayabilir. Her insanın bir ömür içinde altın, gümüş, bronz ve demir çağları vardır. Ve yine bu kadim zaman çarkının bilgisi, duyusu, özelliklerine de sahiptir. Hint zaman kavrayışının eksiği, evreni bilinmez bir totolojik zaman devridaimiyle dönen bir çark olarak tümleyip tanrılaştırması; insan aklı, emeği ve tercihlerini yok sayması; insanı doğanın edilgen bir canlısı gibi kaderin, feleğin aciz bir yaratığı olarak görmesidir. Oysa zaman da dahil, insana ait her şey; insan ürünü her maddi ve manevi eser, mutlak yaratıcının tecellisi ve lütfu olarak Adem soyunun diğer yaratılmışlardan farklı bir özelliğinin ürünüdür. Evrende, doğada, diğer yaratılmışlarda zaman yoktur. Niyazi Mısri’nin ifadesiyle, “Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur.” Bilimin bugün zamana hükmetme ile zamanın hükmüne boyun eğme arasında bocalaması, Adem’e secde etmeyen ama bütün isimleri – doğa bilgisini – Adem’den öğrenen iblisin acizliğinin, çaresizliğinin ürünüdür. Adem soylular, zamanı sadece bir arınma imkanı, bir insanlaşma süresi olarak görür ve “hiç ölmeyecekmiş gibi – hemen ölecekmiş gibi” bir tecessüs içinde yönetmeye çalışırlar. İnsanın doğadaki halifelik misyonu, diğer varlıklara nispetle eşref-i mahlukat vasfı, yani Adem olma şuuru, ezelî ve ebedî olanın künhüne varma ile başlar. Adem, zamanın ürünü değil, kendi tözsel istidadının ürünüdür. Yaşam ve ölüm ise Adem olma idrakini sağlayan zaman ve mekân içinde beliren bir metaverse döngüsüdür. Bu nedenle ilahi din, dünya hayatını geçici bir evre olarak tanımlar ve hayatın anlamını; yaratıcıyı ve kendini bilmenin keşfedilip zaman ve mekân ötesi ebediliği hak edebilme imkânı olarak sunar. Sadece yaşam değil, ölüm de ancak bu idrakle kavranırsa bir rahmettir.

Hint felsefesinde ve diğer panteist, materyalist inançlarda ise bir yaratıcı ve bir var olma amacı olmadığı için insanı, sonsuz bir döngü içinde tekrar eden doğanın iradesiz ürünü olarak görür. Tek amaç, anı yaşamak; dünya içinde en iyi yaşama ulaşmak, olası bir ölüm sonrasında ise yine daha iyi bir yaşama kavuşmaktır. Herkes aslında dünyaya yalnız gelip gittiği için genindeki korku ve ümidini dışavurur. (İnsanlık belki de tek bir insanın milyarlarca kopyasının mükerrer hayallerinden ibarettir.) Bu inanç, preinsanın kısıtlı beyninin yüksek soyutlama yapamayan eksikliğinin ürünüdür ve bugün küresel elitlerin bütün gücüyle insanları sürüngen ve memeli beyniyle yaşamaya zorlayan, hayvanî alışkanlıkları tahrik ve teşvik edip Adem beynini köreltmeye çalışmasının nedeni budur. Toplumları psikolojik bozukluklar üzerinden yönetme çabası, yani patokrasi, çağın egemen siyaseti olmuştur.

İnsansızlaşma, işte bu amacın sonucudur. Tarih boyunca insan çoğunluğunu köleleştiren siyasî, ekonomik, sapkın dinsel öğretilerin de amacı buydu. Bu bağlamda, tevhid inancının insanı yücelten, haysiyet ve şahsiyet sahibi yapmaya çalışan ilahi öğretisinin de bütün savaşı, insanı yaşayan ölü yapan alışkanlıkları yok edip Adem’i yeniden diriltmektir.

Eşref-i mahlûkat, evrende ve doğada olmayan, yani zaman ve mekândan münezzeh bir var olma hâlinin, o ilk tözün zaman ve mekân içinde boyutlandırılmasıdır. Bu anlamda bir potansiyel arketip, yani seçilerek ulaşılabilecek bir tercih makamıdır. Bu makama ulaşma çabası, makamın kendisidir zaten.

Yaşamak, direnmektir.

Bugün döngüsel zaman, dört unsur, güneş, ateş, ışık, aydınlık ve karanlık… Bu kavram ve olgulardan oluşan evren-doğa-tanrı-din-bilim-yaşam-insan algısıyla şekillenmiş bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyayı sorgulamadan; “İblis, şeytan, cin, insan ve Adem nedir?” sorularını tekrar sormadan, ne İbrahimi devrimi, ne Musa ve İsa’yı, ne İslam’ı, ne bize ezberletilmiş yalan tarihi, ne bugünün kapitalist dünyasını, ne de o evhamlı ve belirsiz geleceği doğru kavrayamayız. Uluhiyet, ahiret ve nübüvveti anlayamayız. Eşref-i mahlûkat nedir, bilemeyiz.

Human, posthuman, kuantum, yapay zekâ, enerji, enformasyon, uzaya gitme çabası nedir; daha ölümcül silahlar yapma yarışı nedendir; ensest, pedofili, zoofili, alkol, uyuşturucu, zina, faiz, mal ve servet biriktirme yarışı, ırkçılık, kavmiyetçilik, mezhepçilik, sapık dinciliklerin teşviki, finansal kumar, astro büyücülük, sahte maneviyatçılık, itperestliklerin artışı, insan düşmanlığı, nihilizm gibi Kali Yuga zamanının fasit dairesinden, dipsiz çukurundan çıkabilmek için daima en kadim olanı, en fıtrî olanı hatırlamak; asla o idrakten şaşmamak gerekir.

Ölü bir dünyada, ölüler arasında, ölmek üzere olanların can çekiştiği ortamda, vampirlere, zombilere yem olmadan – onları da yenecek tek ilaç olan iyiliği üstün tutma çabası – gerçek yaşamın, ilahi nefesin, ateşin, suyun, havanın, toprağın o kozmik döngüsüyle yaratılan canın – enerjinin – Ademleşerek ebedî ve ezelî var oluşu hak etmesi demektir.

Çocukları öldüren iblis soyuna karşı bu yaşama tutunmak; her koşulda, her durumda, herkese karşı, güçlü iken de zayıfken de iyiliği savunmak, kötülükten sakınmak, eşref-i mahlûkat olmaktır. İnsan kalmaktır. Adem olmaktır.

İnsanlık bu yaşam idrakini tekrar hatırlamalı, insanlar bu idraki kuşanmayı tüm preinsan alışkanlıklarına tercih edebilmelidir. Evrensel ve toplumsal bir kurtuluş arayışı varsa, işe buradan başlamalıdır.

Her şeyi yeniden düşünüp tartarken, belki de güneşin altında zaten söylenmiş olana ulaşırız. Ama en azından, bugün ve bizatihi kendimiz buluruz aradığımızı. Tabii ne aradığımızı biliyorsak.

 

*  Hindu Vedik Bilgilerine Göre Zaman Döngüleri

Hint filozof Swami Tejomayavanda, Purajana Gita isimli kitabında Hint felsefesinin döngüsel zaman anlayışını şöyle özetler:

“Hint anlayışına göre, evren ‘Yuga’ adı verilen farklı dönemlere sahiptir. Tıpkı dünyada bir yılın dört mevsimden oluşması gibi, evren de tekrar eden dört döneme sahiptir. En büyük kozmik döngü ‘Maha Yuga’ (Büyük Çağ)’dır ve bu dönem Krita Yuga, Treta Yuga, Dvapara Yuga ve Kali Yuga olarak dört döngüden oluşur. Bu dönemler eşit sürelerden oluşmaz. Vedik anlayışla yapılan hesaplamalara göre, tanrısal bir yıl 360 insan yılına eşdeğer olarak ele alınır.

Bhagavad Gita’da “Beşerî hesaplara göre bin çağ Brahma’nın tek günüdür. Ve aynı zamanda bir gecesine de eşittir,” olarak geçer. Maha Yuga’yı oluşturan bu dört döngü, farklı sürelerde ve farklı yaşam biçimleriyle oluşmuştur.

Krita (Satya) Yuga: Altın Çağ, Hakikat dönemi. İnsan yılında bulunan mevsimlerden ilkbahara, yeniden varoluş, canlanmanın olduğu döneme denk gelir. İnsan bilinci en yüksek seviyesindedir. İnsan benliğinin evrensel ruhla birliğini içerir. O dönemde saf ve temiz niyetlerle irade gücünü kullanarak tüm istekler gerçekleştirilirdi. Erdem ve ahlakın hüküm sürdüğü parlak ve altın çağ, barınma gereksinimlerinin olmadığı, doğanın onlara her türlü ihtiyacı sağladığı bir dönemdi; herkes iyi doğar ve mutlu, güzel bir yaşam sürerdi. İnsanlar kendini en büyük erdem olan düşünmeye adar, erdemli ve adaletli yaşardı. Tüm insanlar kamildi. İlahlar yoktu, alma ve satma, zengin, fakir yoktu. En önemli fazilet dünyevî arzuları terk etmekti. Hastalık, yaşlanmak yoktu; kin, kibir, kötü düşünceler yoktu. Birlik, bütünlük ruhu hâkimdi.

Bu çağ için en dikkat çekici detay, insanların yoğun meditasyon yaptığı ve istedikleri her şeyi düşünce gücü ile elde edebilmeleridir. Hastalık, yaşlanma, kibir, keder, korku yok. İbadet edilen ilahî gücün enkarnasyonu “Narayana” idi. İnsanlar dört temel ilke olan feragat, temizlik, merhamet, doğruluk ilkelerine sıkı sıkı bağlıydı. Sınıf, kast ve inanç farkı yoktu ve herkese “bir” olarak muamele edilirdi. Ortalama yaşam süresi 100.000 yıldı. Bu çağın sonuna doğru feragat ilkesi zayıflamaya başlar.

Treta Yuga: Gümüş Çağ – Beşeriyet dönemi olan Treta Yuga yaz dönemine denk gelir. Isının etkisiyle bozulmalar başlar. Mahabharata bu dönemi “Fazilet azaldı, adaklar başladı. İstediklerini vererek ve çalışarak elde ettiler,” cümlesiyle açıklar. Erdem ve ahlakî değerler azalmıştır. İnsanlar düşünmek yerine bilgi edinmeye adanmışlardır; daha tutkulu, kıskanç, doyumsuz, başkasının malına göz diken ve güçsüz olanı ezerek güç kazanma çabaları olan bir insanlık oluşmaya başlamıştır. Sahip olma istekleriyle kendilerine alanlar oluşturmak için doğayı tahrip etmişlerdir. Üretim ve bereket azalır, insanlar hayatta kalabilmek ve yiyecek bulmak için çalışmak zorundadır. Kötülüklerin ve negatifliğin ortaya çıkarak bölünmenin başladığı dönemdir.

İnsanlar sunu-adak törenleri yaparak ibadet etmeye yöneldiler. Dört temel ilkenin sadece üç tanesi; temizlik, merhamet, doğruluk takip edildi. Ortalama yaşam süresi 10.000 yıldı. Bu çağın sonuna doğru merhamet ilkesi zayıflamaya başlar.

Dvapara Yuga: Bronz Çağı – Çökme dönemidir. Yaşamın olumlu ve olumsuz yönlerinin yarı yarıya olduğu bir dönemdir. Sonbahara denk gelir ve havalar soğumaya, renkler sararmaya başlar. Bilinç seviyesi azalır. Arzular, istekler artar; felaketler ve hastalıklar gelir. İyi ve kötüyü dengede tutma çabaları vardır. Bu dönemin süresi de Krita Yuga’nın yarısına inmiştir. İnsanlar ahlakî duygularını yitirmeye başlamışlardır; başlangıçta bütün olan Veda (bilgi, kutsal metinler) ise bu dönemde bölünmeye başlamıştır. Bilinç seviyesi ilk dönemden yarı yarıya daha azdır. Dürüstlük, iyilik, güzel ahlak azalırken “hakikat” arayışları da yok olmaya başlamıştır.

Bu çağda insanlar tapınaklarda ibadet etmeye başladılar. Dört temel ilkenin sadece ikisi; temizlik ve doğruluk takip edildi. Ortalama yaşam süresi 1000 yıldı. Bu çağın sonuna doğru temizlik ilkesi zayıflamaya başladı.

Kali Yuga: Demir Çağı – Kali kavga ve savaş anlamına gelir. Karanlık Çağ, şu anda içinde bulunduğumuz dönemdir. Kış mevsimine denk gelir. Maddî ve manevî yozlaşmanın çoğaldığı; kaosun, çatışmaların, savaşların, hastalıkların, öfkenin, korkunun, umutsuzlukların, kederin, doğal felaketlerin dönemi, negatif enerjinin çok yüksek olduğu bir dönemdir. Doğadan uzak fakat sadece topraklarında bulunan madenler nedeniyle doğaya değer verdikleri bir dönemdir. Güzel ahlak, adalet yok olmuş, çıkarların ön planda tutulduğu bir yaşam biçimi oluşmuştur. Para, maddî değerler her şeyden daha üstün tutulmuştur. Sahtekârlık, yalan söylemek normal, hatta başarılı olabilmek için gerekli görülmüştür. Seks ve şehvet duyguları kontrolsüzce artmıştır. Yoksul olanlar erdemli kalabilmiştir. Kalan tek erdem ise iyiliktir. Veda (bilgi, kutsal metinler) artık unutulacak, maddî ve manevî arınma yok olacaktır. Oluşan bu kötü sistemden uzaklaşmak isteyenler tekrar doğaya döneceklerdir. Doğadaki sert koşullar nedeniyle insan ömrü azalmaya başlayacaktır ve böylece Kali Çağı da insan ırkının yok olmasıyla sonlanmaya başlayacaktır. (Purajana Gita, Tulasi-Ramayana, Uttara-Kanda 96–103)

Bu çağda insanlar ibadet olarak ilahînin kutsal isimlerini zikretmeye başlar. Kavga ve çekişme çağı olarak bilinen bu çağda devamlı olarak doğal felaketler, hastalıklar, savaşlar yaşanır. Yaklaşık 5000 yıl önce başladığı varsayılan bu çağda “Vedalar” yazıya döküldü. Daha önce insan bilgiyi zihninde zahmetsizce tutabilirken bu özelliğin körelmesiyle bilgilerin yazıya dökülmesi ihtiyacı doğdu. Antik Hindistan’ın kadim yazmaları olan “Vedalar”, “Rig, Sama, Yajur ve Atharva” olmak üzere dört bölüme ayrıldı. Bu bölünme ile birlikte her biri belirli bir sınıfa ait insanları belirli bir dizi etkinliğe ve gruba atayan toplum sınıfları (rahipler–öğretmenler, yöneticiler–savaşçılar, tarımcılar–tüccarlar, işçiler) hâline getirdi.

Ama daha da önemli olanı, töresel temizlik sistemine göre birbirinden ayrılan (kast) bir bölünme yaşandı. Hint toplumu beş kasta ayrıldı: rahipler, savaşçılar, tüccarlar, işçiler ve köleler – mahkûmlar veya onların torunları olan dokunulmazlar. Bu çağda dört temel ilkenin sadece bir tanesi, doğruluk kısmen takip edildi. Ortalama yaşam süresi 100 yıldır.

Hint anlayışına göre yaratılış, bu döngü içinde tekrar başlayıp aynı dönemlerden tekrar tekrar geçecektir.”

(Kaynak: Nilgün Çevik Gürel – dusunuyorumdergisi.com)

Ahmet Özcan

Ahmet Özcan:

Nüfus kaydı ismi Seyfettin Mut. İ.Ü. iletişim fakültesi mezunu (1984-1993); yayıncılık, editörlük yapımcılık ve yazarlık yaptı. Yarın yayınları ve haber10.com haber sitesinin kurucusu.
Ahmet Özcan, yazarın müstear ismidir.

-Yer aldığı Dergiler:

İmza (1988), Yeryüzü, (1989-1992), Değişim (1992-1999), haftaya bakış (1993-1999), Ülke (1999-2001), Türkiye ve dünyada Yarın (2002-2006)

Yayımlanmış Kitaplar:

-Yeni bir cumhuriyet için-
-Derin devlet ve muhalefet geleneği-
-Sessizlik senfonisi-
-Şeb-i Yelda-
-Yeniden düşünmek-
-Teolojinin jeopolitiği-
-Osmanlının Ortadoğu’dan çekilişi-
-Açık mektuplar-
-Davası olmayan adam değildir-
-İman ve İslam-
-Yenilmiş asilere çiçek verelim-
-Tevhid adalet özgürlük-
-Devlet millet siyaset

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Bakmadan Geçme

Yahudilik Nedir? Ne değildir?

İsrail’in Gazze saldırısı, İsrail, siyonizm, Filistin, Kudüs, ABD, Avrupa, İngiltere,

‘Herkes’

“Herkes” var olamayan insanlık durumunun var olmayan çatısıdır. İnsanlar kendileri

Firar

“…Atımı alıp gelmesini buyurdum. Uşağım ne dediğimi anlamadı. Kendim gittim,