Demokrasi ile demagoji arasındaki benzerlik, ikisinin de Antik Helen politei’sinin ürünü olmasından ibaret değildir. Demokrasi, eski Atina çağından bugüne kadar çoğunlukla bir “demagoji” olarak gündem olmuştur. Eğer demagoji, içi boş ve genellikle anlamsız bir laf kalabalığı ise, demokrasi üzerine yazılan ve konuşulanların büyük bir kısmının demagojiden ibaret olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
“Demokrasi teorisine geri dönüş” kitabının yazarı Giovanni Sartori, “Demokrasi nedir?’i, demokrasi ne olmalıdır?-
dan ayırt etmek olanaksızdır” der. İngiliz devlet adamı Churcill ise, ‘Eğer alternatifi (yani faşizm ve Stalinizm) göz önüne alınmazsa, demokrasi insanlığın geliştirdiği en kötü rejimdir‘ demiştir.
Şüphesiz Aristo ya da Platon veya modern dönemde Montesguieu, J. J. Rousseau, A. de Toucheveille, Marx, Weber ve C. Schmitt, Schumpeter gibi filozofların demokrasi kritikleri, en azından demokrasiyi somut ekonomi-politik ve güç ilişkileri bağlamında ele aldıkları ve açık konuştukları için, tabii ki demagojik sayılmaz. Ancak bu filozoflara refere edilerek yapılan demagojilerle, bunların kendi görüşlerini ayırt etmek bile neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Sorunun özü nedir? İnsanoğlunun toplu ve yerleşik yaşama geçtiği erken tarihlerden beri, yani insanların bir kısmının ilk defa “bu bana ait, burası ben”im, demesiyle birlikte başlayan yöneten-yönetilen, mülk sahibi-mülksüz, güçlü-zayıf çelişkisinin massedilmesine dönük arayışlara ve yöntemlere “politika” diyoruz. Sorunun özü burada yatmaktadır: Egemen olanlar ve olmayanlar ayrımının devlet formu içerisinde dengelenmesi, örtülmesi ya da açığa çıkması, demokrasi, aristokrasi, monarşi, tiranlık, oligarşi gibi formüller üretmiştir. Yani demokrasi de dahil, bütün bu formüller, öncelikle Hegel’in tarihin ana çelişkisi dediği efendi-köle ayrımı gibi bir kolektif ‘günah’ın kabulünden sonra ve bu günahı temizlemek için değil, temize çıkarmak maksadıyla geliştirilmiştir. St. Agustin’in ‘devlet insanların günahlarının kefaretidir’ derkende, bunu kastetmiştir.
Demokrasi, işte bu bam teli bağlamında demagojiye uygun bir formüldür. Zira, “halkın halk için yönetimi”nden, “doğrudan yönetim”e, “halk egemenliği”nden, eşitlik ve özgürlüğün politik gerçekleşimine kadar, hayli keyifli ve masalsı tanımlara sahiptir. Her ne kadar yirminci yüzyıla kadar, aydınlanma filozofları dahil, hemen tüm büyük düşünürler tarafından eleştiri hatta ironi ile ele alınmışsa da, bugün için artık Batı kaynaklı demokrasi güzellemesi o noktaya varmıştır ki, geriye dönük olarak neredeyse bütün filozoflara birer demokrasiye övgü ayeti atfedilmektedir.
Demagoji, esas itibariyle konuşuyor gibi yapıp konuşmama ise, bugün demokrasi, bütün üzerinde konuşulanlar açısından bir konuşmama dili haline gelmiştir. Batılıların, geri kalan dünya ile konuşmaması, onları aşağılamasıdır mesela; kendi halklarıyla, işçileri, köylüleri ve yabancılarıyla “konuşmaması”dır veya kendi kirli tarihleriyle ya da bilinçaltlarıyla konuşmamasıdır demokrasi.
Veya dünyaya egemen olmanın ‘şifresi’dir; hangi ülkeye demokrasi gitmişse orası Batılılar için “fethedilmiş” demektir. Eğer bir sorunu ya da konuyu “demokrasi” ile kurulan cümlelerle konuşmaya başlarsanız, konuşmamaya başlarsınız ve şifreli göndermeler, imalar üzerinden mesaj alışverişi yapıyorsunuz demektir. Örneğin; “Türkiye’de demokrasi yok” cümlesini eğer bir solcu aydın söylüyorsa, bu “Devlet sağı kayırıp solu dövüyor” demektir. Bir İslamcı söylüyorsa “Ordu laiklik konusunda biraz yumuşamalı” diyordur. Ya da bir İnönücü Kemalist için bu cümlenin gerçek manası şudur; ”Halk, dinciler, Kürtler ve liboşlara bel bağladı. Hitler de böyle gelmişti. Demokrasi tehlikede!”.
Devlet, anayasasında Türkiye Cumhuriyeti’ni tarif ederken demokratik niteliğini vurgulamış ama “Millet kayıtsız şartsız egemenliğini, anayasal organlar eliyle kullanır” demiştir. Yani demagojiden devlet te muaf değildir.
Bir kısım insanlar ise, eskiden sosyalizm, liberalizm veya İslam’la ifade ettikleri “bütün iyi şeyleri”, şimdi moda bir demokrasicilik söylemine indirgemiş ve bir tür kavramsal cehalet ve kısırlık tuzağına beyinlerini teslim etmişlerdir.
O halde neyi konuşuyoruz? Yoksa biz, o tüm dünyanın kabul edip önünde eğildiği, geliştirmek için uğruna gerekirse masum ‘kan’lar bile döktüğü, insanlığın ulaştığı en yüce değer olan “Demokrasi”yi inkar eden kafirlerden miyiz? Haşa ne haddimize! Biz olabildiğince utangaçca ve halisane niyetlerle şunu demeye çalışıyoruz. Bir kavram egemenlerin dilinde bu kadar ballı börekli yer etmişse ona birazcık şüpheyle bakıp, “Acaba ne demek istiyorlar?” diye sormak gerekir, diyoruz. Sahiden dünyanın bütün kan emicileri, Türkiye’nin bütün hırsızı, uğursuzu, şaklabanı, soytarısı, yalakası günde beş vakit demokrasi güzellemesini neden yaparlar? Halkı, halkları, insanları aşırı derecede sevecek düzeyde ultra hümanizme kapılıp hidayete mi erdiler, yoksa ellerindeki serveti, gücü, mülkü “biz”imle paylaşmaya mı çalışıyorlar, nedir?
Yoksa, “Türkiye İslam dünyasının tek laik ve demokratik ülkesi” diyenler Batı’nın ajan-ülkesi mi demeye çalışıyorlar? Biz artık “Muhafazakar-demokratız” diyenler, acaba “Biz de sizin düzene eyvallah diyoruz, yeter ki bize de küçük bir yer açın” mı demek isterler? “Cahil yığınların egemenliği faşizme çıkar” diyenler, acaba “Biz İngilizlerle sadece Cumhuriyet adı altında bizim ve eşimizin dostumuzun egemenliği için anlaşmıştık, bu demokrasi nereden çıktı, bari olacaksa seküler (yani bizim egemenliğimizi bozmayan) çeşidi olsun” mu demeye çalışıyorlar? İsteyen bu soruları çoğaltabilir. Hepsinin sonucu demagojiyle demokrasinin kesiştiği yere çıkar.
O halde meseleye gelebiliriz. Demokrasi, önce “demokratik” bir şekilde yani açık ve şeffaf bir niyetle konuşulmalıdır. Eğer herkes karnından konuşmaya devam ediyorsa, şifreler, imalar, göndermeler yaparak aslında “konuşmama”ya çalışıyorsa, “demokrasi” kelimesi ile kurulmuş bütün cümlelere sağır olma hakkımızı kullanmamız gerekir. Zira bellidir ki, herkes ittifakla birbirini kandırma ve yalan söyleme oyunu oynamaktadır. “demokrasi oyunu” gerçekten de birbirini kandırma oyunu değilse, o zaman en azından bu meseleyi ciddiye alan ciddi insanlar demokrasinin gerçek anlamı ve içeriği üzerine konuşabilirler.
Türkiye demokrasisinin aşil topuğu
Türkiye’de demokrasi, monarşinin tasfiyesinin devamı olarak devletin millet tarafından içerilmesi ve yönetilmesi süreci anlamında Cumhuriyet’in tamamlayıcı bir devamı olarak değil, adeta toplumun ötesine çekilmiş olan devletin dış dinamiklere dayalı metazori bir tercihinin sonucudur. Bu tercih ise, Soğuk Savaş koşullarında Batı kampına dahil olmanın gerektirdiği askeri, ekonomik ve ideolojik bir toplam paketin içinde siyasi bir bölüm düzeyinde yapılmıştır.
Açıktır ki, Osmanlı yönetici elitinin yerini alan yeni bir yönetici elit, devleti kendilerine ayırarak ayak işlerini milletin temsilcilerine bırakan bir tür taksim yapmış, sonra da demokrasi oyununa start vermişlerdir. Bu anlamda Türk demokrasi deneyimi, demokrasinin ne olmadığını gösteren ilginç bir laboratuvardır.
Alex de Toucheveille, “Fransa’da demokrasi, kaynağını toplumda değil, toplumu bu sürecin dışında tutmaya çalışan yerlerde buluyor” diyor. Türkiye’de de durum aynıdır. Bu durumda Türkiye demokrasisinin bamteli ya da aşil topuğu, milletin devleti temellük etmesini sağlayan ve bunu biteviye denetleyen adil bir temsil ve katılım sistemi değil, aksine bunu biteviye öteleyen hatta engelleyen ideolojik ve politik bir hegemonya kurmak olarak belirmektedir. Bu hegemonyayı kuran ya da kurmuş olan, demokrasi oyununun bütün kurallarını ve dolayısıyla bütün sonuçlarını da tayin etmiş ve denetlemiş olmaktadır. Sınıfsal olmaktan çok korporatist bir sosyo-ekonomik düzen ve kasta dönüşmüş yönetici personeliyle devletin, milletten çok dış dinamiklerle yapılan örtülü anlaşmalarla
kendini meşrulaştıran bir örtük kuşatma altındayken, demokratikleşmesini beklemek safdilliktir. O halde sorun, 70 küsür yıllık kör topal demokrasi oyununun bütün kazanımlarını koruyup geliştirmekle birlikte, demokrasinin aşil topuğunu da değiştirecek bir demokrasi mücadelesinde düğümlenmektedir. Politik olgunlaşmanın doğal ritmini hesaba katan ve bu örtük kuşatmayı deşifre ederek çözecek bir organik demokratizasyonu amaçlayan yeni bir hegemonya biçimi kurmak ve bunu sağlam hukuki-ilkesel temellerle sigorta etmek, bu mücadelenin öncelikli adımı olacaktır.
Bu anlamda, Türkiye’de iç dinamiğe dayanan, yani millete, tarihine ve değerlerine sahip çıkan bu ilkesel duruşun gerçek bir demokrasi için mücadele etmesi, en az demokratik mücadele kadar önem taşımaktadır.
Demokratik mücadele, halkın tek siyasal hovardalığı olan seçimler yoluyla, partiler ve diğer kitle örgütleri vasıtasıyla ve yüzde otuz civarındaki bir iktidar alanında yer almak için yapılmaktadır.
Demokrasi için mücadele ise, milletin tartışmasız egemenliği, devletin mutlak bağımsızlığı ve ülkenin tarihsel ve
evrensel misyonlarına kavuşması amacıyla, ağırlığı anglofil karakterli örtülü hegemonya çeperini kırarak bir yeni fikri-politik hegemonya inşası için yapılmalıdır. Bu mücadele yüzde yetmiş civarındaki gerçek iktidar alanında yer almayı hedeflemelidir.
Demokrasi mücadelesi, asgari düzeyde bile olsa demokratik meşruiyete dayanan sosyal ve siyasal bir karaktere sahiptir. Demokrasi için mücadele ise, ideolojik meşruiyete dayalı ve jakoben karakterli olmak durumundadır. Zira söz konusu olan “mutlak/gerçek iktidar” ise, bu oyunun kuralı budur. Burada kastedilen jakoben karakter, halka rağmenci, tepeden inmeci ve totaliter baskı değil, tam tersine halka dayalı, çoğulcu
ve var olan egemen güçlere rağmenci bir ideolojik özerkleşmeyi ifade etmektedir. Egemenlerin jakobenizmi, halka karşı baskı ve terörü, millet seçkinlerinin jakobenizmi ise egemenlere karşı fikri/politik zırhlanma ve savunmayı ifade eder.
Türkiye’de demokrasi konusunda atılacak ilk adım, demokrasi ile, içinde bolca demokrasi geçen her tür demagojiyi
özenle ayırmaktır. Demokrasiyi, “millete rağmen iktidar” formülünün perdesi yapan statükocu güçlerle, “milleti kullanarak iktidar” formülünün maskesi yapan neoliberal/küreselci Batıcı unsurları “deşifre” etmek, öncelikli bir teorik-politik çaba olmalıdır.
Demokrasi demagojisi, piyasacı, borsacı Batıcılarla sözde ulusalcı, statükocu Batıcılar arasında süren ve bizi, ülkemizi, milletimizi veba ile kolera arasında tercihe zorlayan egemenler içi iktidar kavgasının takiyesidir.
Birinciler, Katoliklerin, Protestanlarla ve Yahudilerle kavgasını Filistinliler üzerinden sürdürmesi gibi, statükocularla
kavgalarını millet üzerinden, dindar-muhafazakar kitlelere sahip çıkıyormuş gibi yaparak sürdürmektedir.
İkinciler ise, bütün varlıklarını milleti oyun dışında tutmak ve bu amaçla güçsüz, mülksüz ve dinsiz yapmak üzerine
kurdukları için biraz Cumhuriyet, biraz laiklik, biraz çağdaşçılık biraz da Atatürkçülüğü resmi prosedürle harmanlayarak ördükleri siperlerin “demokrasisi”ni savunmaya geçmişlerdir.
Milleti önce bu ikili kıskaçtan çıkartmak ve gerçek demokrasinin imkânlarıyla güçlendirmek milletin organik reflekslerini savunma anlamında jakoben demokrat bir tutumla mümkündür.
Veba ya da kolera arasında tercih yapanlar, bu iki şer cepheden biriyle saf tutanlar, içi boş demokrasicilik oyununda
üstlendikleri geçici rollerle heveslerini tatmin edenler, yedikleri ilk kazık ya da tokattan sonra kaçacak “demokratik bir sığınak” edinmeyi de ihmal etmemelidirler. Zira, karar vericisi
olunmayan her “oyun” trajedidir.
Türkiye, milletin gelişmesi ve güçlenmesinin en elverişli düzeni olarak demokrasiden vazgeçmeyecektir. Ancak, Türkiye için demokrasi, açık ve net olarak gerçek demokrasi için, yani milletin ülke ve devleti temellük ettiği tam ve mutlak hakimiyeti için verilecek kararlı ve muktedir bir mücadelenin ürünü olacaktır.
*Kaynak: Davası olmayan Adam değildir. Yarın yay.
- ahmetozcan
- 14 Haziran 2023
- 0 Comment