Ünlü romancı Saint Exupery “İnsanların Dünyası”nda “En silik rolümüzü bile kavradığımız zaman mutluluğa kavuşabileceğiz.” der. “Ancak o zaman mutluluk içinde yaşayabilir, mutluluk içinde ölebiliriz. Çünkü yaşama anlam veren şey, ölüme de verir.”
Ölümün anlamsızlaştığı ve ölümlerin anlamlı bir son olmaktan çıkıp anlamsız bir yaşamın aynası olmaya başladığı
toplumlarda, insanların “en silik rollerini” dahi kavramaları mümkün değildir. Çünkü, böyle toplumlarda ölümlere anlamsızlık katan şey, bizatihi “yaşam”ın kendisidir. Çünkü yaşam basit organik canlılığa indirgenmiş ve bütün manasını, değerini ve gayesini kaybetmiştir. Çünkü, insanî olan her şey “insanlık durumu”na yabancılaşmış ve “birey” sıradan bir nesneye dönüşerek “öteki nesneler”le ilişki içerisinde fiyatlanan bir meta anlamı kazanmıştır: Emek yerine kurnazlık, yetenek yerine başarı, çaba yerine kazanç öne çıkmış ve “insan”ın yerini ego ya da yığın almıştır. Böyle toplumlarda “ego”nun tatmini ile yığınların içinde olma sıradanlığı arasındaki çelişki, insanlık durumunu öldürür. Yöneten ve yönetilen, mülk sahibi ve mülksüz, efendi ve köle, müstağni ve mükellef çelişkisi,
“yaşam”ın tükenişinin göstergesidir. İnsanın ‘insan’ olarak değer sahibi olmadığı toplumlarda çelişkinin faturasını ödeyen yığınlar, yaşam arzusu ile direnmenin yollarını arar ve çoğu zaman kendilerini yaşatacak şeyi kendi dışlarında aramanın ifadesi olan sığınaklar keşfederler. Yığınların en kadim ve vazgeçilmez sığınağı ise “kutsal”dır. “Kutsal” zayıfların ve güçsüzlerin, “kendi’si olamamış ve olamayacağına inandırılmış kitlelerin güven limanıdır. Tahakküme karşı bir direnç kanalı, kimliksizliğe karşı kişilik bulma arayışı, yok sayılmaya karşı var kalma uğraşı, mahrumiyetlere karşı mensubiyet silahı ve mağlubiyetlere karşı bir zafer arzusudur. “Kutsal”, alçaltılmış insanlığın yücelme yoludur. Yığınlar, her zaman endişelerinden kurtulmak için yüceltmeye başvurur ve sahip olabildiği
her şeyi, kavuşma ve konuşma şansı bulabildiği herkesi olduğundan “farklı” ve çoğu zaman çarpıtılmış imajları ile yeniden kurgulayarak yüceltir, kutsallaştırış gizemli, üstün ve ayrıcalıklı kılar. Sahip olamadıklarını ve kaybettiklerini esrarengiz izahlarla geçiştirip kendisini kandırır.
Yüceltme, yığınların hükmedemedikleri acı gerçeklerden kaçış ve güvenecekleri metafizik gerçek dışına yaslanarak ruhlarını aldatma yöntemidir. Yığınlar, yüceltmeler üretir ve “efendi”lerin ideologları bunu birer ideolojiye, dine ya da erik değerlere dönüştürerek tekrar yığınlara sunarlar. Çünkü, “Efendi”ler yığınları alçaltmanın en iyi meşruiyyet aracının binlerce yıldır “yücelti” olduğunu bilmektedirler. Çünkü, efendilerin ideologları böyle toplumlarda kendilerinin adam yerine konmasının tek yolunun güç sahiplerinin eteğine yapışmak olduğunu öğrenmişlerdir.
Çünkü mahrum yığınlar, gerçeğin yüklediği sorumluluklardan kaçarak, gerçek dışı safsataların sorumsuz ama rahatlatıcı limanlarına sığınmanın sahte mutluluğunun risksiz olduğunu bilmektedirler.
Yücelti, insanoğlunun kendisiyle birlikte Allah’ı da kandırmaya kalkması veya inanmış gibi yapmasıdır. Oysa, yığınlar pratikte inanmaktan çok var kalmaya, tanrıdan çok kendi şeytanlarının vesvesesine, cennetten çok efendilerin lütuflarına önem verir.
“Kutsal” her zaman köleliğin ideolojisi olmuştur ve bütün peygamberler,’Allahın önce kulu ve sonra resülüyüz’ diyerek, köleleri ve efendileri kutsallaştırılmış geleneksel düzenlerinin zincirlerini kırmaya ve “Hakikat”le tanışmaya davet etmişlerdir. Olayları, olguları, kişileri ve değerleri yüceltmek, onlara saygı duymanın ifadesi değil, binlerce yıllık değişmez düzenlerin trajedisini sürdürmenin yöntemidir.
Yüceltme, müslüman yığınların da başvurduğu yöntemlerden biridir. Kutsal otoritelerin tahakkümünü kendi zihinlerinde yeniden üreterek, kutsalın merhametine dönüştürürler. Kutsal’ı, ‘Allah ve resulü” ile ürettikleri için de bu sahtekarlığı teşhir edebilmek, ve Allah’la, insanın uydurdukları ve atfettikleri arasındaki ayrımı ortaya çıkarabilmek zordur. Çünkü, yüceltme’nin ideologları Allah’ın dili’ni kullanırlar. Ahlak, edep, ruh, nefs, takva, irfan, hikmet, felah, tevhid, birlik, mana, mutlak, âfak, gönül, aşk gibi kelimeler, yüceltinin tartışılmaz ve dokunulmaz kılınmasının araçları yapılır. Bu kelimelerle insan-insan ilişkilerinin gerçeği örtülerek, soyut, muğlak, anlaşılmaz,
gizemli ve rahatlatıcı bir insan-Allah ilişkisi öne çıkarılır. “İnsan”ın Allahla ilişkisi de bir efendi-köle ilişkisi gibi kurgulanır ve insan “boyun eğmesi gereken alçak bir yaratık” olarak tariflenir. Efendilerin, otoritelerin, mülk sahiplerinin alçaklığı, zulümleri, düzenleri göz ardı edilir. Bunun sonucu ise binlerce yıllık düzenin değişmemesi ve bir avuç müstekbirle milyonlarca mustaz’afın çelişkisinin unutturulmasıdır.
Yığınların en silik rollerini bile kavrayamadığı bir toplumda dindarlaşma eğilimine çok dikkatli yaklaşmak icap eder.
Çünkü, zulüm bazen değil, hemen her zaman yığınların kutsallarını sahiplenerek, ona yaslanarak, yüceltmeleri besleyerek baki kalır.
Yüceltme, birçok Müslüman aydın ve alimin de yöntemidir.
Günde ortalama yirmi kişinin bu kirli savaşlarda öldüğü, baskıların, zulümlerin, işkencelerin ayyuka çıktığı, insanların bütün güvencelerini kaybettiği, mülk sahiplerinin azgınlaştığı, yoksulun ve yetimin sahipsiz kaldığı, intiharların çoğaldığı, hırsızlık ve zinanın sıradanlaştığı, yoksulların çaresiz, mazlumların bîtap düştüğü, namusluların ise aptal yerine konduğu bir dünyada, İslam adına en yaygın ve saygın ideoloji mistik ve metafizik bir söylemse, orada “yüceltme” yapılıyor demektir. İnsanların adam yerine konmadığı bir toplumda din adına metafizik safsatalar üretiliyor, ahlak adına tekke muhabbeti, takva adına enfusi derinlik, irfan adına mistik uysallık, gelenek adına saray kültürü ön plana çıkarılıyorsa, İslam şehri diye geçmişin ekabirlerinin keyif düzeni, İslam evi diye mültezimlerin haremi, İslam kültürü diye zengin sınıfların hobileri, İslam ailesi diye feodal düzenlerin ataerkil kurumlan, ilim adamı diye tatlı su ukalalığı yaygınlaşıyorsa, burada Din diye yüceltme yapılıyor ve dinci oligarşi adına geleceğin İslami (!) düzeni için kutsal kölelik ideolojisi üretiliyor demektir. Aydınların toplumsal sorunlardan bağımsız, “tarafsız, heyecansız ve felsefesiz ukalalıkları, tam da bu durumun göstergeleri sayılmalıdır.
Yığınların ürettiği yüceltilen İslam’ın diliyle yeniden üretip “kutsal” bir ideolojiye dönüştürmek ve Müslüman aydın kimliğiyle insanlara binlerce yıllık kölelik ideolojisini pompalamanın gerçek yüzü teşhir edilmelidir.
Mahsun ve mazlum yığınlar, dinci oligarşinin eteklerine yapışıp kimlik bulmaya çalışan sahtekar ilim adamlarının ve aydınların metafizik saçmalıklarını değil, Kuran’ın hayata dair, insan-insan ilişkilerine yönelik üslubunu kullanan, düzene karşı taraf olabilen, gerçeği açığa çıkartan ve kitlelerin özgürleşmesini dert edinen gerçek ilim adamları ve entellektüelleri bekliyor.
(İlk yayın: haftaya Bakış dergisi, 1997)