ORTAK EV: DERİNLEŞTİRİLMİŞ DEMOKRASİ
“Her kim isen, o olmayı başar.”
(Pindoras)
1923 Şubatında Büyük Millet Meclisinde Lozan Görüşmeleri, özellikle Musul meselesi tartışılırken muhalif vekillerden Operatör Emin (Erkul) Bey: “Musul’u verdiğimiz gün, hudut Erzurum’dur” demişti. TBMM’de, 6 Haziran 1926 günü Musul defterini kapadığımız Ankara Antlaşması sonrasında Yeni Cumhuriyet’in bütün çabası, Şeyh Sait İsyanı’ndan da çıkardığı dersle, hududu Hakkari-Mardin çizgisinde tutmak, aşağısıyla ilgilenmeden ve yukarısını da bir daha bölünmemek üzere güvenlik nedenli asimilasyon politikalarıyla stabilize etmek olmuştu.
Kürt sorunu, devlet açısından, ‘Musul’u alamayınca Erzurum’u da kaybetmeme’ kaygısının kod adıydı. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlük adına her kıpırdanma bu kaygıyı tetikledi. Dışarısı, yani Türkiye ile ilişki derecesine göre İngiltere, Rusya, Fransa, ABD, İsrail ve İran, Türkiye ile ilişkilerinde daima bu kaygıyı kullandı. Sonuçta hem devletin hem de dış güçlerin üzerinde tepindiği bir Kürt sosyolojisi oldu. Bölgede Türkmen aşiretler yaşasaydı herhalde bir Türkmen sorunumuz olacaktı! Sonuçta Kürtler ve Türkler açısından ise durum bir trajediydi. İranlı bir şairin ifadesiyle; “senin kaşınla gözün arasında savaş vardı/arada ben öldürüldüm, bu nasıl işti?”
Şimdi, ‘Musul’un dibindeyiz ve arada öldürülenler olarak, hem bir an önce kanımızın akmasını durdurmak hem de bu trajediye kalıcı olarak bir son vermek için bütün şartlar olgunlaşmış durumda…
Sorunu, PKK, ayrılıkçı eğilimler, Kürt milliyetçiliği gibi sonuçları üzerinden konuşanların çözüm olarak sadece silah bırakma (terörü bitirme) ve Kürt milliyetçiliği ateşini söndürecek diğer tedbirler düzeyinde ele almalarının Eski Cumhuriyet’in kaygılarını giderme dışında hiçbir anlamı bulunmuyor. Ki, bu kaygılar aynı dar görüşlülükle yarın başka bir bağlamda yeniden üretilebilecek Pavlov deneyi hükmünde artık.
Mesele, daha tarihsel ve daha geniş bir çerçeveden, özellikle de sonuçlar yerine nedenlerden bakılarak ele alınmalıdır.
Politik düzeyde bakılacak ilk yer, en fazla Musul’a koşullanmış dar görüşlü jeopolitik ufuktur. Kendi tarihsel misyonundan kopmuş ve Batı’yla entegre olmaya çalışan bir self-kolonizasyon rejiminin bu psedo emperyal bakışının terk edilmesi şarttır. Bu Kemalist bakışın Musul’u geri almaya ayarlı (1920’lerin El Cezire Konfederasyonu projesi türünden) yenilmişliğin içinden biraz fazla pay çıkartmaya çalışan soğuk ve sevimsiz menfaat jeopolitiği ile varılacak yer, İran’la savaştır.
Sosyolojik düzeyde ise, Osmanlı’nın parçalanmasının kod adı olarak devlet tarafından benimsenen ve önce Osmanlı yerine kullanılıp sonra etnikleştirilen Türk kavramı üzerine kurulu devlet, ülke ve millet telakkisidir. Bu politik sapma sonucunda Türk kavramına kaldıramayacağı bir yük bindirerek, devleti ve toplumu yeniden yaratma(!) çabasının, bir varlık ve beka çözümü olarak milletleşme sürecini tahrip ettiği artık anlaşılmış olmalıdır. Cumhuriyetin yeniden tanımlayarak dayattığı ‘Türk’ kavramı, Batı’dan bakınca, sadece Ortodoks eksenle değil, Arap, Arnavut, Gürcü, Kürt bileşenlerden de ayrı durmanın adıdır. Toparlayıcı bir kavram gibi kullanma gayretinin beyhudeliği, tabii Türklüğü ve onun tanzim edici iradesini felç etmiş, kendisi dışında yeni ötekiler yaratarak onlarla bitmeyen bir rekabet, çatışma ve uyum gibi ek maliyetler üretmiştir. Türk-Yunan, Türk-İran, Türk-Ermeni, Türk-Arap, Türk-Kürt… dikotomilerinde taraf yapılmış olan bu resmi Türk kavramı, aslında devleti ve toplumu Kemalizm’in dar görüşlü çukuruna esir etmişliğin göstergesidir. Türklük, Kürtlük, hatta Araplık, Çerkezlik, Arnavutluk, Gürcülük ve diğer bütün modern içeriğe uydurulmuş etnoslar, ancak ve sadece herkese mal edilerek herkesin olur ve bir yabancılaşma efekti olmak yerine, çoğulluğun desenlerine dönüşür. Liberal faşizmin kategorik haklar söylemi, faşizmden geri kalmayacak şekilde uydurulmuş ulus kimliklerini kabullenerek konuştuğu için, bugün her etnik kavram, iyi niyetli kullanımıyla bile bir ötekileşme/ötekileştirme çabasına hizmet eder hale gelmiştir. Belki, bu kavramlara yüklenmiş gereksiz manaları sorgulamakla işe başlamak gerekir.
Bu bağlamda, güncel çözüm arayışlarının, her şeyden önce Mezopotamya-Akdeniz Havzası jeopolitiğine yaslanan geniş bir ufka, en azından son 300 yıllık travmanın rehabilitasyonunu içeren derinlikli bir temele, I. Dünya Savaşı yenilgisinin sonuçlarını telafi edecek politik kararlılığa ve kadim değerler üzerinden yeni ve ortak bir geleceği inşa edecek cihanşümul bir perspektife dayandırılması gerekir.
Ancak böyle bir kalkış noktası, Kürt meselesinin çözümünü bağlantılı olduğu ulus-devlet, milliyetçilik, Alevilik, Ermenilik, Kemalizm ve cumhuriyetçi kaygıların dış merkezlerce kullanımından oluşan totolojik çevrimin dışına taşırarak, yeni olanı sahneye çıkartacak bir manivelaya dönüştürebilir.
Ülke, vatan, devlet, millet, din, ahlak, ekonomi, kültür ve siyasetin yeniden tanımlanacağı bir süreç, Batı’nın küresel resmi ideolojisinin hegemonyasının reddi ve kadim değerlerle modernliğin yeniden terkip edileceği daha yerli bir yolun tarifi üzerinden gelişecektir. Son yüz yıllık travmanın iğdiş ettiği sosyal genetiğin rehabilitasyonu, Eski’nin tasfiyesi, Yeni’nin tartışılmaya başlanması sayesinde mümkündür ve bu atmosfer oluşmadan, Türkiye, hiçbir sorununa kalıcı bir çözüm üretemeyecektir.
Yunan mitolojisindeki efsanevi dev Procrust, misafirleri için hazırladığı yatağa uysunlar diye kısa boylu olanların boyunu çekip uzatır, uzun boylu olanların ise ayaklarını veya kafasını kesermiş. I. Dünya Savaşı’nın galiplerinin milletimize dayattığı “procrust yatağı”, milletimizin kafasını, elini ayağını, boyunu posunu yeteri kadar kırpıp şekilsizleştirdi. Şimdi yapılacak şey, Türkler, Türk milliyetçileri, PKK, Kürt milliyetçileri ve Kürtleri var olan yeni yatağa uydurmaya zorlamak değil, yatağı değiştirmek, hatta aslında bu rabblik taslayan zihniyeti değiştirmektir. Bunun için üretilmiş ve kutsallaştırılmış bütün kavramları normalleştirmekle işe başlanabilir. Türklük, Kürtlük, Araplık, Alevilik, Solculuk, Ermenilik normalleştikçe, herkese enjekte edilmiş yüz yıllık zehrin akıtılması da kolaylaşacaktır. Müslüman bir zihin kavramlara, yani fetişlere ve putlara tapmaz. Devleti, vatanı, milleti birlemek, tekçi ve homojen mühendislik politikalarıyla değil, kadim kodlarımızdaki Adem’in eşit çocukları, İbrahim’in ortak milleti, Muhammed’in ümmeti ve bu toprakların farklı sakinleri olma şuuru ile mümkündür.
İşte bu şuurla, herkesin aynı zamanda Kürtçe, Arnavutça, Arapça, Boşnakça vb. dilleri de bildiği bir toplum ve aynı şekilde vatandaşlarıyla birkaç dilden birden konuşabilen bir devlet varlığı, bu etnik kimlikleri yabancılaştırıcı/ötekileştirici kaygı nedenleri olmaktan çıkartıp, toplumsal aidiyetin çoklu bileşenlerine dönüştürecektir.
Varlık ve beka sorunu, varlığımızı Adem olmanın azizliğine, bekamızı da çokluk içinde birliğin adaletçi ve özgürlükçü güvenine emanet edilerek çözülecektir. Buna inanmadan yapılan hiçbir işin bereketi olmayacağı gibi, yeni fitnelerin tohumunu ekecek başka sayfaların açılmasına hizmet edeceği aşikardır.
Kürt sorununun çözümü, hepimize ait olanın tekrar hepimize ait kılınması demektir. Bu da “kerim devlet” idrakini devletin tek kırmızı çizgisi yapabilmekle mümkündür.. Kerim devlet, yüz odalı bir konaktır ve her odasında milletin farklı bir bileşeni yaşar. Hem konağın tümü hem de o odalar, hem herkese aittir hem de herkesin özel/mahrem dünyasına aittir. Cumhuriyet, Lozan’dan sonra bu odaların tümünü kapatıp, sadece girişteki hole kendi tarif ettiklerini almayı seçmişti. Diğer oda sahipleri, ya kendi gecekondularını kurdular veya bu yeni ev sahiplerinden kendi odalarını, olmazsa girişteki o dar holde kendilerine onurlu ve eşit bir köşe talep ettiler. Cumhuriyet, bu talepleri ya var olan odayı da kaybetme riski olarak gördü, veya talep sahiplerinin odadaki seçkin ve özde vatandaşları rahatsız edeceklerini düşündü. Bu konağı kendi tarif ettiği kimliğe sahip olmak istemeyenlere kapatan bir devletin, herkese ait meşru bir güç olamadığını artık anlamış olması gerekir. Kürt meselesinin çözümü vesilesiyle Devlet, işte bu asli kimliğine dönerek ortak ev’i ve bütün odalarını sahiplerine koşulsuz iade etmelidir. Gereksiz korkulardan ve değişen koşullarda artık manası kalmamış risklerden arınarak, insana, millete güvenerek ve bunu gerçekten göstererek yapılacak bir devir teslim sürecinde, hiç kimse bu evi alıp kaçamaz veya kendi odasını başkasına kiralamaz. Bunun için devlet, sorunlara 20. yüzyıldan kalma Kürt veya Türk, laik veya İslamcı, Kemalist veya liberal gözlüklerle veya cumhuriyetçi sahte kaygılarla değil; Adem’in emanet sorumluluğu şuuruyla yani mümince bakmayı denemelidir. Bu bakış, toplumun bütün kesimleri tarafından da paylaşılmalıdır. Mümince bakışın iyi niyet ve adalet kaygısı, bütün şeytani fitnelerin gücünden daha etkilidir.
Ortak evimizin huzuru için çetrefilli ve afili formüller yerine, bu basit insanlık ahlakını ve de kerim devlet refleksini kuşanmak yeterlidir. Kerim devlet, derinleştirilmiş gerçek demokrasinin de çatısıdır.
Ancak bu idrakle ‘Musul’u, Kürtleri, Erzurum’u ya da başka bir şeyi almak/kaybetmek dili yerine, her koşulda zaten o yerin/şeyin bizatihi kendisi olduğumuzun da bilincine varabileceğiz. Beyninde sınırlar, zindanlar, tabular, putlar olmayan bir devletin aklı, işte o zaman doğru çalışmaya başlayacaktır. Ve o devlet, zaten Kürtlerin de devleti olacağı için, Kürt veya Türk sorununu değil, hem geçici dünya hayatının hem de seçmediğimiz halde içine doğduğumuz bu coğrafyanın tanrıları değil, sıradan misafirleri/emanetçileri olarak daha kadim, evrensel ve sahici sorunları -hep birlikte ve etnoslarımızın farkında bile olmadan,-konuşmaya başlayacağız.
Övünebileceğimiz tek şey, seçmediğimiz kimlikler değil, Adem olabilme ahlakıdır.
Ne kadar derin ve dermansız görünse de, geçmişten kalma yaralarımızı sarmak için ise, adem olabilme çabasının bize kazandıracağı merhamet duygusu yeterli olacaktır.
- ahmetozcan
- 19 Eylül 2017
- 0 Comment