“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman(da sebat) ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” (Nisa, 136)
“O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler için bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler, ahiret gününe de kesinkes inanırlar, işte onlar, Rab’lerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.” (Bakara, 2-5)
“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas, 77)
“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (Enam, 159)
“O halde (Resulüm), öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin. Ancak yüz çevirip inkâr edene gelince, işte öylesini Allah en büyük azap ile cezalandırır. Şüphesiz onların dönüşü sadece bizedir. Sonra onların sorguya çekilmesi de sadece bize aittir.” (Gaşiye, 21-26)
Bu ayeti kerimeler, ortalama bir müslüman zihnin köşetaşlarıdır. Temel iman ilkeleri, ahlaki rota ve son tahlilde dünya hayatına dair yukardan bakış, her müslümanın bilincinin ayırdedici vasıflarıdır. Bu zihniyet yapısı, her koşulda evrensel düşünebilen, insanlığın hayrına olanı isteyen, dini bir ihtilaf değil birleştirici ahlaki klavuz olarak algılayan insan ve toplum üretir. Oysaki bugün durum neredeyse tam tersidir.
İslam dünyası ciddi bir tıkanma ve bunalım yaşamaktadır. Emperyalizmin yüzyıllık saldırı ve hegemonyası karşısında reaksiyoner ve duygusal bir direnç hattı kurulmuş olması ve “batı” medeniyeti karşısında savunma ve ayakta durma içgüdüsüyle ortaya çıkartılan teorik-pratik birikim, gelinen noktada açık bir yetersizlik görüntüsü vermektedir. 20. yüzyılın ilk atağı olarak Panislamist-İslamcı siyasi ekollerin ortaya çıkışı ile son atağı olarak İran İslam Devrimi arasındaki dönem boyunca İslam dünyasında yaygın olan zihni yapı, yaşanan derin travmanın etkisiyle şekillenmişti. Bu anlamda “çağdaş İslam düşüncesi” olarak ifade edilen fikir yelpazesi, esas itibariyle bir savunma-korunma refleksinin ürünü olan konjonktürel duyguların dışa vurumu olarak üretilmiştir. 1400 yıllık zengin ve derin bir İslami birikimin sonucu ya da yeniden üretilmesi değil, bizatihi yaşanan pratiklerin dayattığı zor sorulara aceleci cevaplar verebilme gayreti daha belirleyici olmuştu.
Özellikle Mevdudi-Seyyid Kutub çizgisi, bir “düşünce” birikimi olmaktan çok, batı ile ve batılı fikir akımlarıyla hesaplaşma ya da onlara karşı İslam’ı savunma çabasının ürünü olan siyasal/ideolojik öze dönüş çağrısını temsil ediyordu. Yüzyılın başlarından itibaren Orta Asya’da Cedit hareketi, İran’da usûliyye ekolü, Osmanlı Türkiyesinde Yeni Osmanlılar ve Meşrutiyet dönemi İslamcılığı, Arap dünyasında Cemalettin Afgani-Muhammed Abduh’un yenilikçi ekolü ve çeşitli versiyonlarıyla Selefilik, Kuzey Afrika’da Senusilik gibi fikri ve siyasi vasıfları iç içe geçmiş akımların ortaya çıkışı, bütün bir yüzyıl boyunca sürecek olan İslami düşünce yelpazesinin ana çerçevesini oluşturuyordu.
I.Dünya Savaşı’na kadar emperyalist işgal ve sömürgeleştirme çabalarına karşı direniş kanalı açma görevi gören bu akımların en tutarlı ve kalıcı vasıflı olanları, II. Dünya Savaş sonrasında farklı bölgelerde yeşeren örgütlü İslami hareketlerin zemini olmuştu. Arap dünyasında İhvan-ı Müslimin, İran’da ulema hareketi ve Hint alt kıtasında Cemaat-i İslami hareketleri, bu zemin üzerinden örgütlenmiş ve bu gelişmeler yüzyılın ikinci yarısına damga vuracak fikri çerçevenin de belirleyicisi olmuştu. Bu fikri çerçeve anti-emperyalist bir dünya görüşü ve anti-batıcı bir ideolojik duruş, İslam dünyasındaki batıcı iktidar biçimlerine muhalefet etme ve tarih ve toplumla hesaplaşan bir zihni yapı inşa etmişti.
Pakistan’ın kuruluşu ile Cemaat-i İslami bir rejim ideolojisine dönüşmüş, Arap aleminde ise Baasçılığın Sovyet destekli egemenliğine karşı Mısır ve Suriye ihvanı, politik anlamda geri çekilmeye mahkûm olmuş, buna mukabil fikri düzlemde giderek daha sert, katı ve donuk bir muhteva üretmeye başlamıştı. Bunun açık bir ifadesi olarak Seyyid Kutub’un fikirleri, Arap dünyasında ve kısmen Türkiye’de etkili olmuş, batıyla, batıcı devletlerle, batılılaşan toplumla ve bunların sebebi olarak görülen tarihi mirasla keskin bir hesaplaşma ruhu kazandırmıştı.
Sünni dünyadan bağımsız bir gelişme vasfı olan İran’da, dünyanın da şaşkınlıkla karşıladığı “İslam Devrimi” gibi bir sonucu olan düşünce hattı ancak devrim sonrasında Sünni dünyaya açılabilmiştir. İran devriminin düşünce endeksi, Seyyid Kutub’unkine oranla “inanç” merkezli değildi, “zulüm ve kıyam” kavramlarıyla ifade edilen bir devrimci isyan çağrısı olarak temayüz etmişti. Özellikle İmam Humeyni’nin kişiliği ve önderliği ve Ali Şeriati’nin devrimci/özgürlükçü yorumları, İslam dünyasının gençliği için Seyyid Kutub düşüncesiyle sentezlenebilen heyecan verici bir atak şansı yaratmıştı. Bu ideolojik dinamizmin yanında, o kadar popüler ve aksiyoner olmasada, Muhammed İkbal, Muhammed Hamidullah, Fazlurrahman, Malik bin Nebi, Said Nursi gibi kişiliklerin şahsında özellikle eğitimli gençliğe ulaşan ve etkili olan ve daha ilmi/felsefi muhtevalı bir fikri damar da bulunuyordu. Bütün bu “uyanış ve diriliş” çabalarının yanında neo gelenekselcilik olarak tanımlanabilecek dini akımlar ve tarikatlar da her zaman varlığını korudu. Ancak fikri bir iddia ve politik bir gelecek tasavvurundan yoksun olan bu gibi akımlar, her zaman toplumsal muhafazakârlığın alt kültürü olarak kaldı.
Çağdaş İslam düşüncesinin yüzlerce ciltlik kitapta toplanan birikimi, şüphesiz yaşanan “an”ı karşılamaya ve eleştirmeye dönük bir dinamizme sahipti. Ancak İslam tarihinde örneği bolca görüldüğü gibi, her fikir adamı ve ekolü, zamanla taraftarları eliyle donuklaştırılma ve şablon halinde şerh edilme akıbetinden kurtulamadı. Öyle ki, bütün bu düşünsel açılımların üzerine aynı çap ve dirilikte ne yeni bir şey eklenebildi ne de yapıcı ve ilmi eleştirilere tabi tutularak yenilenebildi. Pakistan’da Mevdudicilik, Mısır’da Kutubçuluk, Türkiye’de ise Nurculuk türünden kişi-bağımlı ekoller dahi ortaya çıktı. Esasen, son beş yüz yılını -bir iki aykırı örnek dışında- yenilenmeye kapalı olarak geçiren bir medeniyetin mirasçıları için adı geçen düşünce adamlarının çıkmış olması dahi kendi başına önemliydi.
Sonuç olarak ve sonuçları itibariyle, çağdaş İslam düşüncesi başlığı altında toplanabilecek fikir yelpazesi, kendisini doğuran evrensel ve yerel koşulların ürünü olmanın handikapları ve reaksiyoner-duygusal arka planının zaaflarıyla birlikte yapıcı bir eleştirelliğe ve kapsamlı bir ihya yani yenilenmeye tabi tutulmayı hak edecek bir noktaya gelmiştir.
Yeniden İhya İçin Satırbaşları
Tarihi kronolojinin iki binli yılları işaret etmesi, basit bir takvim değişikliği olmanın ötesinde anlamlara sahiptir. Üstelik bu önem sadece İslam dünyası için değil, bütün insanlık âlemi için geçerlidir.
Tarih, yeni bir dünyayı ve yeni bir insanlık durumunu işaret etmektedir. Fukuyama, Huntington, Toffler gibi aydınların öne sürdüğü gelecek tasarımları, enformasyon teknolojisindeki gelişmeler, genetik bilimindeki keşifler, bütün dünyada geçerli olan kimlik ve anlam arayışları, postmodern dalga, yeniden sahneye çıkan Asyalı güçler, küreselleşme, ulus devlet, değişim, dönüşüm, piyasa, demokrasi, sekülerlik, din, kuantum fiziği, yeni iletişim teknolojileri, çevre ve insan hakları kavramları etrafında süren tartışmalar, lokal kriz bölgelerinde devam edegelen asimetrik savaş, terör, etnik ve mezhebi fanatizme dayalı çatışmalar ve benzeri bir dizi olay ve olgunun hızıyla başı dönen bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına dair kuvvetli bir his dolaşıyor her tarafta. İslam âleminin yaşadığı iç sorunlar, çatışmalar ve zaaf halinin düzelebileceğine olan inancımız giderek zayıflıyor. Her geçen zaman, bir öncekinin tekrarı, her yaşanan olay, daha önce yaşanmışın türevi olarak temayüz ediyor. Ne on yıl öncesine kadar olan fikri dinamizm ve canlı tartışmalar, ne de yüzyıl önceki gibi kuvvetli bir ayakta durma ve savunma refleksimiz var.
İslam âlemi, oldukça yorgun, insicamsız ve ümitsiz bir haleti ruhiye içerisinde. Görünürde süren birçok etkinlik, tartışma, uygulama ve arayışların geri planında o eski heyecan, umut, kendine güven ve diriliş ruhunu bulmak giderek zorlaşıyor. İslami hareketlerin birçoğu, bulundukları ülkelerde ya egemen sınıfların baskılarıyla boğuşuyor ya da kendilerini meşrulaştıracak iyi düşünülmemiş, aceleci politikaların hantal pratikleriyle vakit öldürüyor.
Filistin, Bosna, Çeçenistan, Keşmir, Doğu Türkistan, Irak, Afganistan, Mısır, Suriye, Yemen, Libya gibi bölgelerde işgal ve iç çatışmalarla İslam dünyasının enerjisi harcanırken, birçok İslam beldesindeki İslamcı akımlar, fikri ve ilmi gelişmeyi boş vermiş ve elde olanı tüketici bir ahvale teslim olmuş görünüyor.
Durum, çok açık bir ikinci yenilgi ve kaybediş havasına benziyor. Amerikanizmin teslim aldığı insanlığa ve yenilgilerin bitap düşürdüğü İslam âlemine yepyeni bir ruh ve heyecan gerekiyor.
Var olan İslami düşünce birikimini aşacak, yeni fikir ve ilim adamları yetiştirecek kuvvetli bir rüzgâra ihtiyaç bulunuyor.
Elinde olanı biteviye tüketmekle meşgul ve hiçbir soruna cevap veremeyen, hayattan, tarihten ve kendisinden kopmuş aydın, âlim ve teorisyen konumundaki insanların silkinip kendine gelmesi, yeni fikirler, projeler, tartışmalar başlatması elzem olmuştur. Politik İslamcı grupların, kendilerini dünyanın merkezi görmekten kurtulup, kapalı ve içe dönük yapılarından çıkarak hayata, dünyaya, tarihe bakma vakti gelmiştir. Bu bağlamda çağdaş İslamcılığın yeniden ürettiği Neo Selefilik, Neo Haricilik ve Neo Gelenekçilik olarak tanımlanabilecek fikri ve pratik tecrübelerin aşılması, yeni sentezlerin yapılması ve İslam’ın zengin medeniyet birikimi üzerinde bir rönesans kapısı aralanmasının tam zamanıdır.
Yeniden İhya İçin Köşe Taşları
İslam düşüncesinin kendisini yenileyebilmesi için gerekli ön şartların hazırlanması, ilk elde yapılması gereken bir görevdir.
Bunun için;
1- Kendine güven ve Evrensellik: Müslüman zihinler, uzun süredir İmam-ı Azam’ın, İbn Sina’nın, İbn-i Haldun’un, İmam Gazzali’nin, İbn Rüşd’ün öz güvenini yitirmiş görünmektedir. Aynı şekilde sorunların çözümü noktasında halis niyetlerden çok, mezhebi, meşrebi ve kişisel hesap ve kaygıların baskın çıktığı söylenebilir. Bu nedenle aklıselim sahibi Müslüman kafaların, sadece sadra şifa olması niyetiyle ve bütün insanlığa hitap ediyormuşçasına bir öz güvenle düşünmeye başlaması gerekir.
2- Doğru düşünme metodu: Müslüman zihinler, uzun süredir statik ve donuk Aristo mantığına mahkûm edilmiştir. Olay ve olguları çok yönlü, birbiriyle bağlantılı, zaman ve mekân boyutu içinde ve iç ve dış faktörlerle birlikte kavramaya yarayacak, değişim, dinamizm, çatışma ve ilerleme bağlamlarını tespit edecek diyalektik bir düşünce metoduna sahip olmak icap etmektedir.
3- Özgür ve rahat bir tartışma ortamı: Müslümanların kendi aralarında oluşturmaları gereken eleştiri ve tartışma ahlakı, her fikrin düşünülebileceği ve ifade edilebileceği bir ortamı gerekli kılar. Böyle bir ortam olmadığı müddetçe, eleştiri ve tartışma, yıkıcı, tahrip edici ve parçalayıcı bir işlev görecektir. Özgür ve rahat bir tartışma ortamı için, öncelikle dini kendi mülkü gibi gören ve kendi düşüncesini Allah ve Resulünün diliyle ifade eden kafa yapısının tartışma dışı bırakılması gerekmektedir. İlk defa duyduğu ya da bilmediği her fikre tepki gösteren ve üstelik İslam adına konuşan ağızların, tarih boyunca birçok cinayete sebep olduğu ve birçok değerli âlim ve filozofun katline zemin hazırladığı unutulmamalıdır. Din adına konuşan, en doğru din benimki iddiasında olan ve olur olmaz her meselede itikadi hükümlerle çıkıp, Müslümanların özgürce düşünme ve ifade etme haklarına Allah ve Resulünü alet ederek yasaklayan kafaların muhatap alınmaması gerekiyor.
Müslüman zihinler, sonuna kadar ve hiçbir kaygı gütmeden düşünebilmeli, düşünülmemiş olanı da düşünmeli ve ifade edebilmelidir. Farklı fikirlerin muhatabı yapıcı ve ilmi eleştiridir. Özellikle Yahudi haham veya ortaçağ Katolik papaz taklitçisi tekfirci, selefi ve harici mantık sahipleri, özgür tartışma sürecinin dışında tutulmalıdır. Ümmetin özgür kafaları, hiç değilse bu defa erken davranmalı ve son beş yüz yılın donukluğuna sebep olan kendi yobazlarını bertaraf etmelidir.
Dinin sahibi Allah ve öğretmeni Hz. Peygamberdir. Bunun dışında her insan ve her Müslüman kendisi olarak özgürce düşünebilmeli ve İslam anlayışını ifade edebilmelidir. Tefekkür, tecessüs ve içtihat kapısı sonuna kadar açık tutulmalıdır. İlk dönem Müslümanları gibi, her tür fikre açık ve hiçbir fikri tehlike görmeyen, aksine zenginlik ve rahmet olarak gören geniş ve derin bir bakış açısı egemen kılınmalıdır. Bu perspektife sığmayacak tek istisna, bu perspektifin yok edilmesini amaçlayan yobaz kafa yapısıdır.
Müslüman zihnin yeniden ihyası, bugüne kadar var olan bütün birikimi eleştirel sahiplenmenin yanında, tarihi mirasla, felsefeyle ve kendi gerçekliğimizle barışmayı da zorunlu kılmaktadır. Bunun anlamı şudur;
-Seyyid Kutub ve Mevdudi düşüncesi, daha genelde İbn Teymiyye-Seyyid Kutub çizgisi yapıcı bir eleştirelliğe tabi tutulmalı ve aşılmalıdır. İslam medeniyetinin 1400 yıllık birikimi ile her yönden yeniden tanışılmalıdır. İslam düşüncesinin selef, kelam, tasavvuf ve felsefe ekollerinin temel yönleri yine eleştirel bir tutumla bugüne aktarılmalı, bugüne hitap eden ciddi tartışma konuları kaldığı yerden sürdürülmelidir.
-Tarihin çatışma ve lüzumsuz ihtilaflarını değil, zihinleri diri tutucu ve yaratıcı kılan ciddi tartışmaları yeniden başlatılmalıdır. Felsefeyi dışlayan ve küfür addeden Gazzali sonrasının tutumu eleştirilmeli ve İslam felsefesi bütün görkemiyle yeniden diriltilmelidir.
-Aynı şekilde, yaşadığımız dünya ile özel olarak Batı medeniyetiyle bu kez çatışmak için değil, “anlamak” için yeniden tanışılmalıdır. Batı düşüncesinin gelişim çizgisi ve düşünce ekolleri kendi kaynaklarından tanınmalı ve olumlu yönlerinden istifade edilmelidir. Batı karşıtlığı sadece antiemperyalist bir tutum olmalı, onun dışında bilim, felsefe, teknoloji, sanat, edebiyat ve politika alanlarında batı tecrübesi faydalanılacak bir laboratuvar olarak değerlendirilmelidir.
-Yine kendi toplumumuz ve tarihimiz, olumlu ve olumsuz bütün boyutlarıyla iyi tanınmalı ve tarihi mirasa sahip çıkılmalıdır. Tarihsiz ve hafızasız bir zihnin kuru gürültü ve slogancılıktan başka bir şey üretmediği artık anlaşılmalıdır.
Selçuklu, Osmanlı ve Endülüs dönemleri ciddi araştırmalara konu edilmeli ve tüm yönleriyle analiz edilmelidir. Tarihe, taraf olmadan ve yalnızca objektif gerçeğe ulaşmak amacıyla yaklaşılmalı, elde edilen sonuçlar bir tecrübe olarak değerlendirilmelidir.
Zihnimizi yeniden inşa çabamız, pratik düşünebilme, bilgi sahibi olma ve cesaret gerektirir. Bu nedenle olay ve olguları doğru bilgilerle tanımalı ve bizatihi kendi pratik gerçeğine ulaşarak değerlendirme yöntemi prensip edinilmelidir. Aksi halde afaki konular üzerinde soyut spekülasyonlar yaparak sadece zihin jimnastiği yapılır.
21. Yüzyıl; İslam Rönesansı
Müslüman zihin, 21. yüzyıla bir rönesans adımıyla girmelidir. İnsanlığa ve İslam ümmetine hayırlı, verimli ve tutarlı projeler, manifestolar, tezler, pratikler sunabilmek için ve kendi zilletini aşabilecek ciddi politikalar üretebilmek için bu kaçınılmaz bir görevdir. Hatta kapitalist-emperyalist dünyadan başka ve daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna inanan bütün erdemli insanların da katılacağı ciddi bir düşünsel atılım gerekir. Bunun için mezhep imamlarından filozoflara, kelamcılardan fıkıhçılara, mutasavvıflardan siyasi önderlere kadar bütün geçmiş birikimi eleştirerek aşmak ve bugüne hitap eden yaratıcı ve verimli tartışmaları başlatmak ve sürdürmek gerekmektedir. Yine batı medeniyetinden korkmayan ve olumlu yönlerinden faydalanmayı itikat ya da onur meselesi yapmayan bir yaklaşımla, bütün evrensel düşünce birikimiyle yeniden yüz yüze gelmek mümkündür.
Sonuçta, özgür bir zihni yapı inşa etmek ve derinlikli, bilgili ve kuşatıcı bir üslup üretmek hedef olmalıdır.
İslam’ı, tepkisel bir ideolojik malzeme gibi kullanan ve yaşadığımız kişisel ya da kolektif sorunların etkisiyle saldırgan, uyumsuz, yüzeysel ve kuru bir dini ideoloji üreterek hem ciddi gelişmelerin önünü tıkayan hem de bizatihi İslam’ın saygınlık ve özüne aykırı bir konuma düşmesine yol açan zihniyet tarzı, ciddi bir eleştiriye tabi tutulmalıdır.
Müslüman kimliği, yapıp ettiğimiz her şeyin asgari sınırı olarak kavrayıp, bu geniş sınır dâhilinde “eşyada asıl olan ibahadır (serbestliktir)” ilkesiyle, ‘yani hakkında apaçık bir dini kural olmayan her şey serbesttir’ esprisiyle hayatın içinde kendine özel kimlikler edinebilmenin yolunu açmak gerekir. Her Müslüman, siyaset, kültür, ticaret ya da sanatla uğraştığında bu alanların kendi dili, mantığı, kuralları ve kimliğini kazanabilmeli ve bizatihi kendi alanının en iyi, en kaliteli, en başarılı düşünce ve pratiklerini üretebilmelidir.
Bu anlamda olur olmaz her şeyin başına ya da ortasına “İslami”, “Müslüman”, “Kur’an”, “Sünnet” gibi kavramlar serpiştirerek “en İslami, en Müslüman, en Kur’ani” iddiasının yanıltıcı ve kendi gerçeğimizin üzerini örtücü işlevini deşifre etmek icap eder.
Müslüman insanlar, kendileri olarak hareket etme, düşünme ve üretme hakkına sahiptir. Nitekim kendi tarihimiz içinde son yüzyıla kadar bu zaten böyle olmuştur. Resulün ilk ashabı da dâhil olmak üzere Hz. Peygamberden sonra Müslümanların işlerini ve sorunlarını tartışırken ileri sürdükleri görüşler, bugünkü anlamda birer ekole, okula tekabül etmektedir ve bizatihi halifeler döneminde birçok önde gelen sahabenin tercih ve tutumları farklı olabilmiş ve hiçbiri diğerini dinden çıkmakla, dine aykırı hareket etmekle itham etmemiştir. Bu böyle olduğu içindir ki İslam tarihi siyasi, ekonomik, felsefi ve hukuki konularda oldukça farklı ve değişik düşünce ve uygulamalarla doludur. Ne zaman ki hariciler gibi düşünen bazı kişiler çıkmış ve “şu görüş dine aykırı, şu uygulama küfür” diye konuşmaya başlamış, yine Emeviler gibi saltanatını din yapıp buna ters düşen her şeyi ve herkesi katletmiş, veya şiiler, batıniler gibi açık dini hükümler dahil her konuyu eğip bükerek, bir yanından tutarak veya demagojilerle çarpıtarak özünde siyasi çatışmaları din kılıfıyla sürdürme alışkanlığı başlatmış, işte o zaman İslam’ın yürüyüşündeki gelişme trendi yavaşlamış, insanlar düşünmekten ve yeni şeyler uygulamaktan korkar olmuş ve tabii birçok kanlı infaz ve cinayet din adına işlenebilir olmuştur. Her zaman “asrısaadet”i örnek almak gerektiğini vurgulayan bir topluluğun, asrısaadetteki tartışma, eleştiri, farklı fikir ve uygulamalara meydan vermeyecek bir tahammülsüzlük ve din anlayışına sahip olması da ayrı bir garabettir.
Müslümanlar, kendi emek, yetenek, çaba ve kabiliyetleriyle kimlik ve tercihler edinebilmeli ve sonuçta birden fazla kimlik ve yetenek sahibi ve o kimliğiyle öne çıkan insanlardan oluşan bir topluluk haline gelmelidir. “Müslümanlık”, yapıp ettiklerimizin sınırlarını çizen bir inanç iklimidir. İnsanların tutucu, özgürlükçü, devletçi, isyankâr, muhafazakâr, liberal, sosyalist, liberter, sağcı, solcu, muhalif, statükocu ya da başka bir şey olmasının Müslümanlığıyla, yani itikat ilkeleriyle ters düşmemek kaydıyla mümkün olabilmesi gerekir. Bu tür tercihler kişisel yapı, ortam ya da kültürel yetişme tarzıyla alakalıdır ve Müslümanlık ancak bu tür tercihler sonucunda yapılacak işleri sınırlar. Örneğin her durumda ve her şart altında iyilik ve adaletten yana olmak, Allah sevgisi ve hesap günü bilincini unutmamak, haramlardan uzak durmak gibi…
Din adına dine ve insanlara işkence etmek
20. Yüzyıl İslamcılığına ait bir alışkanlık olarak adeta dine işkence edip, kendi istediğimizi söyletmek ve kendimizin çözmesi gereken her sorunu çözmesini bekleme tavrını terk etmek gerekir. İslam’ın hayata hâkim olması demek, herkesin Müslüman gibi yaşamaya zorlanması değil, aksine insanların özgürce inanıp-inanmama ortamının olması, can, mal, nesil ve akıl güvenliğinin temin edilmesi, iyilik ve adaletin ayakta tutulması demektir. Herkesi Müslüman yapmak ve Müslüman gibi yaşatmaya zorlamak, herkesin yapıp ettiğini denetlemek, hiç kimsenin haddi değildir. Hesap gününün sahibi yalnızca Allah’tır ve Müslümanlar sadece insanlara karşı işlenen suçları engellemek ve Allah’a karşı işlenen suçlarda da uyarıcı ve öğüt verici olmakla mükelleftir.
Bu yaklaşım Müslüman zihnin yeniden ihyasında temel noktayı ifade etmektedir.
Müslüman dünya İslam, tarih ve hayat karşısında alacağı tavırla; değişimciler ve statükocular, özgür düşünce sahipleri ve yobazlar, vasat ümmet olma taliplileri ve aşırıya kaçanlar, İslam davetçileri ve din jandarmaları, gerçek cihat erleri ve sahte karanlık örgütler, yapıcılar ve yıkıcılar, aklıselim sahipleri ve sığ kafalılar, bilgi sahipleri ve cahiller, medeniler ve bedeviler ayırımını yapmak zorundadır. Bu yaratıcı bir çelişkidir ve bu tür konulardaki ihtilafları teşvik etmek ve birinciler lehine açık tavır koyarak yenilenmeyi tetiklemek gerekir.
İslam dünyası kendi iç restorasyonunu bir rönesansa dönüştürebilmek için bu tür bir zihniyet devrimi sürecine girmelidir.
İslam’ın sırtında kambur gibi duran ve Allah, Resul, Kur’an, Sünnet, İslam, Müslümanlık adı altında var olduğu için kimsenin dokunmaya cesaret edemediği ve özü itibariyle dine zarar veren ve İslam’ın rahmet özelliğini ve Müslümanlığın özgürlükçü, dürüst, emin imajını tahrip eden her türden sureti hak görünümlü akım, ekol, kişi ve grubun tahribatı önlenmelidir. Emperyalizmle kavga ederken kendi iç düşmanlarımız görevini üstlenen bu gibi zararlı unsurları ayıklama çabasını ihmal etmemek gerekir.
Özgür kafalı, dürüst, namuslu, bilgi sahibi, medeni ve tarihiyle barışık bir yeni zihniyet inşa etmek için her tür kavgaya ve bedel ödemeye hazır olmak gerekiyor.
Tarih, İslam ümmetinin iki binli yıllarda büyük ve devrimci bir düşünce Rönesans’ıyla yeniden dirildiğini yazmalıdır.
- ahmetozcan
- 26 Aralık 2018
- 0 Comment