Muhterem Mehmet Akif Ersoy,
Evvela, samimi özürlerimi kabul etmenizi rica ediyorum. Mazeret değil ama, ne zaman size cevap yazmak için elime kalemi alsam, kelimeler hep boğazımda düğümlendi. Nedenini tam olarak bilmiyorum, belki, onurlu hayatın ve aydınlık zihnini kendime yakın bulmama rağmen, küserek çekip gitmiş olmanı tasvip etmemekle acaba sana haksızlık mı yapıyorum diye, karar veremediğim içindir. Çünkü diyebilirim ki, Sen’in şahsında bütün bir dindar-muhafazakâr damar’ın yüzyıllık kaderini görüyorum. Öyle ya da böyle, seninle paradoksal bir ilişkim oldu her zaman.
Bilirsin, bizim konuşmalarımız, konuşabildiklerimizdir. Asıl duygu ve düşüncelerimizi hep saklarız. Söylediklerimiz söylemediklerimizin şifreleri ile doludur. Ama açık ve net konuşmayı sevmeyiz. O yüzden en iyi şairlerimiz en şifreli şiirlerin yazarlarıdır. Müsaadenle, ben seninle açık konuşmayı deneyeceğim.
Akif Bey,
Diyalektiğin kuralıdır, yeni eskiden doğar ve onu tasfiye eder. Cumhuriyet kurulacaksa Osmanlı, M. Kemal yaşayacaksa Enver Paşa, Kemalizm egemen olacaksa İttihatçılık ‘ölecektir’. 1908’de İttihat Terakki cemiyetine, 1915’te Teşkilat- Mahsusa’ya üye olan, 1916-1921 arası aktif olarak Milli Mücadeleye katılan, yani büyük çöküşün bütün aşamalarını içerden yaşayan birisi olarak, 1923’te bu diyalektiği görememiş olduğunu sanmıyorum. Üstelik Lozan görüşmelerinin tamamlandığı, yani “yeni”nin, yenilen taraf olarak metazori benimseneceğinin anlaşıldığı bir dönemde, küserek ülkeyi terk etmiş olmanı bütün açıklığıyla analiz etmek gerekiyor.
1925’te ülkeyi terk ederken, bir arkadaşına, “arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum” diyorsun. 1923’te Meclisteki muhalif guruptan Ali Şükrü Bey’in öldürülmesiyle başlayan “yeni düzenin yerleşimi” senin gibi birçok İttihatçı ve Teşkilat-ı Mahsusa kökenli insanı ürkütüyor. Üstelik sen Teşkilat’ın kurucu liderlerinden ve Enver Paşa’nın sağ kolu Kuşcubaşı Eşref Sencer’in en yakın arkadaşısın. Yani, tıpkı 1925 ve 1926’daki İstiklal Mahkemelerinde yargılananların kimliğine, geçmişine, vatanseverliğine, hizmetlerine, ‘gözünün yaşına’ bakılmadığı gibi, senin de İstiklal Marşı şairi olmanın, keskin dönüşüm anlarında pek de ehemmiyeti olmadığı görülüyor. 1923-1926 arasında yeni düzen ve yeni kadrolara sadakat ve eski düzen ve kadroların biat etmeyenlerinin tasfiyesi, tek geçerli kural durumunda. Şimdi benim anlamadığım şu; Kuşcubaşı Eşref, Said Halim Paşa ailesi ve benzeri namlı İttihatçılar ile bu kadar yakın olup da, benim arkamda hafiye gezdiriyorlar, diye hayret etmeni ve üzülmeni nasıl yorumlamalıyız?
Hayret etmen, siyaseti sevmeyen tabiatındaki saf lığının, üzülmen ise dindarâne ve şairane ruhundaki inceliğin mi ürünü? Yoksa bu kadar iktidar oyununun tam ortasında durup da, sadece memlekete, amme hizmetine çalışan ve hiçbir oyunu görmeyen bir garip adanmışlığın timsali misin?
Bu soruları senin 1925-1936 arası Mısır’a gönüllü sürgün gidişin ve suskunlaşmanın gerisindeki küskünlüğünden dolayı soruyorum. Neden ve kime küstün Akif Bey? Ne olacağını bekliyordun? Ne istiyordun? Savaştan sonra masaya oturan ve müzakereye katılanlar anlaşmaların gereğini yapar, bunu bilmiyor muydun? Ya masaya oturanlardan olacaktın, ya da onların “gereğini yapma”larına bu kadar hayret etmeyecektin. Sana sormak istediğim asıl soru, işte bu tutumuna yönelik.
Masaya başkalarının oturmasına izin veren halet-i ruhiye nedir?
Bugün dahi cevabı üzerinde düşünülmeyen ama her tasfiyeden sonra kendini dayatan soru budur. İktidar oyununa kenarından bulaşıp, ortasında olmamak? Siyaset yapıp siyasetin hiçbir kuralına ve donanımına sahip olmamak? Kavgaya girip kavga etmiyor gibi yapmak? Yenilince üzülmek? Kime ve neden yenildiğini dahi kavrayamamak?
Akif Bey, sizin bu tutumunuzun şahsında, bütün bir siyasi tarihimizin kaybedenlerini görüyorum. Lütfen alınmayın! Acaba diyorum, o temiz ve içten dindarlığınızın da kaynağı olan fazla mütevazı ve iyi niyetli kişiliğiniz, bu politik yeteneksizliğin nedenlerinden biri olabilir mi? Bu kişiliğe dayalı olarak gelişen bir tür dindarlık, insan bünyesini daima sınırlar, sınırlamalar ve mecburiyetler içinde yaşamaya alıştırıyor galiba.
Ancak, sınırları ve kuralları, ‘hedefe ulaşma hırsı’yla belirlenen politika sanatı bu inceliği tabii ki kaldırmıyor. Basit kuralları bile çiğneyince cezalandırılacağına ve cehennemde yanacağına inanan “korku”ya dayalı suçluluk psikozu, somut gerçeklerin ve acımasız gelişmelerin karşısında kıvraklık gerektiren manevraları yapamayacak bir hantallık ve ağırlık çökertiyor insanın üzerine! Bütün her şeyi Tanrı’yla birlikte algılayan, onunla açıklayan, onunla yaşayan insanlar, içinde Tanrı olmayan bir politik “oyun”da, ne yapacağını şaşıran, elleri ayakları birbirine dolaşan acemi figüran durumuna düşüyor, doğal olarak.
Yani, acaba diyorum Akif Bey, sizin şahsınız da, bu tür dindarlıkla politik yeteneksizlik ilişkisi kurulabilir mi? Bilemiyorum, belki haksızlık ediyorum, ama şiirlerinizde dile getirdiğiniz Asım nesilleri yetiştirip, aydınlık günlere kavuşmak için, yani sizin hedef lerinize ulaşmak için, sizi eleştirerek aşmak gerektiğini düşünüyorum. İnşallah hatıranıza saygısızlık olarak anlamazsınız, çünkü ben tam tersine sizin gerçek hatıranıza nasıl sahip çıkılabileceğinin cevabını arıyorum. Ya da şöyle söyleyeyim; millet evlatlarının, bitmeyen ideolojik, etnik yada dini görünümlü oyunlarda figüran olmayı bırakıp muktedir bir siyasetin aktörleri olmalarının, sizlerin makus talihinizi yenmekle mümkün olduğuna inanıyorum. Bunun dışında, emin olun ki, acılı, trajik ama onurlu yaşam öykünüz, daima bizim ve çocuklarımızın rehberi olacak.
Bir dava sahibi olmak nedir, vatanseverlik nedir, kalemini satmamak, onurunu açlığa tercih etmek, özü sözü bir olmak, inançlarından, değerlerinden vazgeçmemek, doğru düşünmek, aydın fikirli bir mümin olmak, nedir? diye soranlara, hep sizi göstereceğiz.
“Akif” diyeceğiz, ona bakın, onu okuyun, onun mahzun mezarındaki çiçeğe su verin. O, bu milletin içinden çıkarmakla iftihar edeceği bir gerçek insandı, diyeceğiz.
‘Aydın’ kimdir diye soranlara seni göstereceğiz; Bütün ömrü boyunca parasızlık çekmiş, İstiklal Marşı’nın parasını dahi almamış, zorla verilince bir hayır kurumuna bağışlamış olan “Akif”e bakın. Her esen rüzgâra dönen, fikrini parasını verenlerden alan, kendi ülkesine dahi beşinci kol ağzıyla düşmanlık yapan, milletini aşağılayan, kimliğinden utanan, tüccar- aydın’lardan olmayın, diyeceğiz.
‘Adam gibi adam’ kimdir diyenlere seni göstereceğiz. “Akif” gibi olun diyeceğiz. Hasta eşine ömrü boyunca hizmet eden Akif gibi olun, eşi için:
“Seni bir nura çıkarsam diye koştum, durdum
Ey, bütün dalgalı ömründe hayat arkadaşım
Dağ mıdır, karşı gelen taş mı hep aştım, lakin
Buruşuk alnıma çarpan bu sefer kendi taşım!
diye şiirler yazan ‘Akif ’ gibi olun, diyeceğiz.
İnançlarına ve değerlerine bağlılık nasıl olur? diyenlere seni göstereceğiz; Kuşcubaşı Eşref ’in 1931’de sana yazdığı bir mektubunda, “Akif’ciğim, Kıbrıs’ta bir Rum komşum var, mübadele de Aydın’dan göçmüş. Geçenlerde İstanbul’a gitmiş. Dönüşünde bana, ‘sizin Türkler bize benzemeye karar vermişler. Madem bize benzeyeceklerdi bu kadar kan niye döküldü, bize bıraksalardı biz daha kolay yollarla onları kendimize benzetirdik’, dedi.” Şeklindeki satırlarını okuyunca hüngür hüngür ağlayan Akif ’i göstereceğiz. Yazdığı Meal’i, dini deforme etme çabalarına alet olmaması için yaktıran,
“İlahi pek bunaldım, nerde nurun? Nerde güfranın?
Cehennem gezdirip dursun mu afakında hicranın?, diyen Akif ’i.
Vatanseverlik nedir, adanmışlık nasıl olur? diyenlere seni göstereceğiz; 1916’da Teşkilat-ı Mahsusa adına Şerif Hüseyin’e karşı İbn Reşit’i örgütlemek amacıyla Necid seyahatine çıkarken evine bırakması için teklif edilen parayı geri çeviren,“hayrına inandığımız bir hizmeti altınla vurarak öldürelim mi?, diyen Akif ’i ; “iki gözüm Eşref’ciğim, bizler maddi manevi yapımızı kendi öz hislerimiz ve müsbeti, hayrı, doğruyu arayan hasbi duygularımızla inşaya çalışmıştık. Beşerde en ali hisde işte bu imiş: Cemiyete rağmen, kendi vicdanının ve hissi selimin istikametini bulup yürüyebilmek” diyen, Akif ’i.
Bir ülkenin evlatlarına nankörlük etmesi nedir?, büyük bir devletin “küçük adam”ların eline düşmesi nasıldır?, diye soranlara senin cenaze törenini göstereceğiz, Akif Bey?
27 Aralık 1936’da hastalıktan dolayı vatanında geçirdiğin son günlerinde dahi evinin gözetlenmesini, vefatından sonra resmi makamların hiçbir şey yapmadığı gibi, cenazene sahip çıkan, Kâbe örtüsü ve bayrağa sarılı tabutunu eller üstünde Edirnekapı’ya taşıyan üniversiteli “Asım”ların teker teker tespit edilip okul idarelerince azarlanmasını göstereceğiz.
Yoksulluğunu bile bile, üstelik Meclis’te Mebusluk yapmış olmana rağmen sana maaş bağlanmamış olmasını, herhangi bir iş dahi verilmemiş olmasını göstereceğiz. Sen Milli Mücadele’de, Kemal’in emriyle Burdur, Kastamonu, Konya, Afyon, Eskişehirlerde dolaşıp hutbelerle halkı mücadeleye çağırırken ortalıkta görünmeyen, tanınmayan kişilerin 1923’lerde yeni düzenin sahibi imiş gibi Ankara’dayken seni azarlayıp, “küsmene” neden olan alçakça tavırlarını göstereceğiz. Bir insanın anlaşılamaması ya da yanlış anlaşılması nasıl olur? Diye soranlara, senin Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh gibi akıl ve yenilenmeye vurgu yapan Müslüman aydınları örnek almanı hazmedemeyen tam anlamıyla “mürteci” muhafazakarları göstereceğiz. “Safahat”ını basıp da, önsözünde seni senden kayırmaya kalkan, “o İttihatçı değildi” diyerek, kafasındaki “sağcı” İttihatçı düşmanlığı sayıklamalarından güya Akif ’i beri tutmaya çalışan o müzmin “sağcı”ları göstereceğiz. Eşref Edip’le çıkardığınız Sebilürreşad ve Sırat-ı Müstakim gazetelerinin İttihat Terakki’nin İslamcı kanadının yayın organı olduğunu ‘kavrayamayan’ sözde İslamcıları göstereceğiz.
Bir milletin İstiklal Marşı’nın şairine nasıl haksızlık edilebilir?, diyenlere seni göstereceğiz;
Darbe günlerinde zindanlarda dipçik zoruyla, okullarda eziyet olarak İstiklal Marşı okutulmasını, içeriği ve anlamından kopartılmış eski kelimelerden ibaret resmi bir seremoniye indirgenmesini, İstiklal ruhunu hazmedemeyen ama İstiklal’in nimetlerinden de vazgeçemeyenlerin Onuncu Yıl Marşı’nı sana karşı kullanmalarını göstereceğiz. Seni hep seveceğiz ve seni çocuklarımıza da öğreteceğiz, Akif Bey.
İşte bu yüzden “seni” eleştirmenin ve içererek aşmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü sen, hiç de aynı yerde durmadığın ve sonradan çıkma bir garip sağcı-dindarlığın, hep kaybetmek ve kazananları muktedir kılmak üzerine kurulu kof siyasetinin malzemesi yapıldın. Muhalifliği kader olarak benimseyen, kazansa da kaybetmiş sayılan, suçluluk ve gayri meşruluk psikolojisini üzerinden atamayan, çekinik ve utangaç bir kişilikle, ürkek ve aşağıdan bakan bir ruhla, ikiyüzlü bir dille var olmaya çalışan bu “badem bıyıklı”ların elinden seni kurtarmak boynumuzun borcu.
Senin küserek terk ettiğin yerden, yapmadan yapamadan bıraktığın yerden alıp ilhamı, asrın idrakine konuşturmakta boynumuzun borcu…
Birde o Ankara’da, seni azarlamış olanların torunlarını görmekte borcumuz. Sana borcumuz çok, anlayacağın. Sakın o merhametli yanınla, alacaklarını silme… ne olur, bu konuda “şahin” ol. Politik davran, öfkeni esirgeme… Ve Biz, senin eksikliğini ve eksikliklerini telafi etmeden hakkını bu ülkeye, bu millete, Biz’e helal etme, ne olursun
Akif Bey…!
Ellerinden öper; seni Huda’nın birliğine emanet ederim,
rahmetle kal!
Kaynak: Safahat, M.Akif Ersoy, E. Düzdağ, İst. 1992
Tarih sohbetleri,1,2,3,Cemal Kutay, İst. 1967