İslam, Tarihsellik ve Değişim

İslamın tarihsel (değişebilir) yönleri var mıdır?

Yahudilik, Hristiyanlık, Arap, İran, Türk geleneklerinin İslam üzerindeki etkisi nasıl yorumlanabilir?

Batılılaşma sonrası islam dünyasının kendini toparlaması nasıl olacaktır?

İslamı veya müslümanları yenileme veya reform, ne demektir?

21. yüzyılda her koşulda Müslüman gibi yaşamanın imkanı nedir?

Bu sorular, yenilenme sürecinin bir başka kritik sorununu ifade etmektedir.

İslam dini, miladi 610 tarihinde Arap toplumuna geldiği tarihten bugüne kadar birçok farklı kültür ve medeniyetin dönüştürülmesini sağladığı gibi onların tesirinde de kalmıştır. Pratik hayatla ilgili hüküm ve öğütleri olan bir Din’in insanlık pratiğiyle iç içe geliştiği ve olumlu-olumsuz birçok etkiye maruz kaldığı söylenebilir.

İslamın ilk döneminde Arap gelenekleriyle Arabistan’da yaşayan Yahudi, Hristiyan, Putperest, Mecusi, Sabii itikatlı birçok kabilenin kültürüyle yüz yüze kalan Resulullahın nübüvvet misyonunun içerisinde, insanların bu yerleşik geleneklerine müdahale etmekte bulunuyordu. Öyle ki, Resulullahın Tevhid  itikadını tebliğ edişi, salt bir inanç değişimi değil, bizatihi gündelik hayatın bütün boyutlarına hitap eden topyekün bir değişime yol açmaktaydı. Bu değişimci müdahale elbette ki pratik hayatın direnişi ile de karşılaştı. Ancak Din’in inanç temelindeki devrimciliği, inanç alanı dışındaki konularda daha esnek ve kuşatıcı bir tavra yerini bırakıyordu. Belki de bu nedenle İslam, inanç alanında üstünlüğü sağladıktan sonra hızla yayılabilmiş ve değişik kültürel yapıya sahip coğrafyalardaki kabile ve kavimler tarafından kolayca kabul görmüştü. Bu yayılış tarzı sonraki dönemlerde Irak, İran, Mısır ve Anadolu gibi köklü medeniyetlerin coğrafyaları fethedilirken de ayniyle vaki oldu. Sonuçta İslam dini, ilk doğduğu coğrafyadan dışarıya doğru inanç esaslarında radikal, kültürel boyutlarda ise ıslahatçı ve hatta yerel gelenekleri koruyucu bir tarzda hızla yayılabilmişti.

Bu nedenle zaman içerisinde kültürel anlamda islam coğrafyasında farklı, özgün ve değişik pratikler ortaya çıktı. Temel ve değişmez  inanç hükümleri dışında, her konuda oldukça  zengin bir islam kültürü çiçeklenmişti.  Özellikle Mısır, Bağdat, İran, kuzey Afrika ve Anadolu havzalarında  ve daha sonraki dönemlerde ise Endülüs, Orta Asya , Hindistan, uzak asya ve Balkanlarda pratik hayatın ayrıntılarında tebarüz eden değişik islam kimlikleri ortaya çıktı. Kur’anı Kerimin korunmuş olması nedeniyle temel itikat hükümleri ortaktı . Hacc, Cami, Ezan gibi bütün islam coğrafyasının ortak kültür kodlarını yaşatan ibadet ve semboller, adeta  üst islam kültür şemsiyesi oluşturmuştu. Yani hristiyan yada Budist coğrafyadan Müslümanların yaşadığı coğrafyaya geçiş esnasında örneğin ezan sesi, cami ,mescit gibi semboller ilk anda göze çarpıyor ve islam coğrafyasına girildiğini belli ediyordu .

Bu pozitif yayılmanın yanında elbetteki islam da yayıldığı her coğrafyanın kültüründen etkileniyordu. Bu etkileşim Batınilik, Bahailik, Dürzilik, Kadıyanilik gibi değişik zamanlarda açığa çıkan ve itikadi olarak islam akidesine ters düşen akım ve ekoller, ümmetin kollektif refleksi ile dışlanması sonucu inanç esasları düzeyinde çok az etkiye sahip oldu. Ancak  yahudilik,Hıristiyanlık ve Zerdüştlükle karışık Mani dinlerinin bazı inanç telakkileri parça parça müslüman topluluklar üzerinde kısmen etkili olmuştu. Yine de islam coğrafyasının geneli itibariyle ilk dönemin safiyeti ve özünü barındıran ortak bir inanç kimliği her dönemde korundu ve yaşatıldı.

Kültürel planda ise islam zaten esnek bir tavra sahip olduğu için Çin denizinden Adriyatiğe, Azak denizinden, Atlas okyanusuna kadar geniş bir coğrafyada birbirinden çok farklı kültürel yaşam tarzlarına sahip müslüman topluluklar ortaya çıktı.Bunun nedeni risaletin başından itibaren nebevi değişim metodunun üç boyutlu yöntemiydi.

Hz. Peygamberin değişim ve dönüşüm amaçlı müdahale yöntemi üç boyutluydu;

1- Özellikle inanç esasları itibariyle Tevhid akidesine ters düşen konularda radikal bir değişimcilik tavrı vardı,

2-  Bazı konularda özü doğru, şekli bozulmuş (Hacc menasıkı gibi) yada şekli doğru, özü bozulmuş (Kurban, Adak gibi) uygulamaları ıslah ederek özü ve şekli islam akidesine uygun hale getirildi,

3- Örfü hasene (güzel örf) olarak tanımlanan ve itikadla ilgisi olmayan ayrıntılarda (muamelat)  ise toplumun iyi, doğru, güzel adet ve gelenekleri aynen devam ettirildi. (giyim kuşam, ve ev düzeni, savaş ve barış törenleri,faiz dışında ticaret kuralları vb)

Bu “değişim”ci tarzda tevhid  akidesine uygunluk esastır. Bir çok şey toplumların doğal akışına bırakılmış ve müdahele edilmemiştir.

Bu tavrın islam tarihinde üç dönemde istisnası olmuştur. İlki Haçlı savaşları, ikincisi Moğol istilası, üçüncüsü ise batılılaşma dönemlerindedir. Bu dönemlerde İslam dünyası dışardan gelen çok yönlü saldırılar karşısında içe kapanmış ve elde olanı korumak  ve dış tesirlerin etkisini azaltmak amacıyla kültürel boyuta da tekabül eden konularda aşırıya kaçan bir muhafazakarlık ortaya çıkmıştır. İmam Gazzali, İbn Teymiye ve son dönemde Mevdudi, Seyyid kutup gibi alimlerin şahsında dışa vuran bu tutum, öze dönüş, ayıklama, içe kapanma ve dışa karşı katı bir savunmacılık tavrını ifade etmektedir. İmam Gazali ahlaki temelde ve İbn Teymiye de  itikadi temelde kendi dönemlerinin felsefi ve tasavvufi akımlarını tehdit olarak görmüş ve islamın safiyetini korumaya çalışmışlardır. Son dönemde ise batılılaşma cereyanına karşı Cemalettin Efgani’den Seyyid kutup ve Mevdudi’ye uzanan çizgide özellikle ideolojik temelde benzer bir tepkisellik ve savunmacılık tavrı görülmüştür.

Batılı ideolojilere, siyasetlere ve kültüre karşı yeniden öze dönme çabasını ifade eden çağdaş İslamcı düşünce, esas olarak Batı medeniyetinin tesirlerine karşı İslamı korumak için üretilmiş düşüncelerden müteşekkildir. Bu istisnai örneklerde göstermektedir ki, İslam, yayılma istidadında olduğu ve müslüman toplumların kendilerine güvendiği, güçlü oldukları dönemlerde dış tesirlere karşı daha esnek, kuşatıcı ve içselleştirici bir tavır vardır. Ancak müslümanların yenilgi psikolojisi yaşadığı, geri çekilme ve savunma dönemlerinde  tam tersine içe dönük, korumacı ve muhafazakar bir tavır ortaya çıkmaktadır.

İslam coğrafyasının, Osmanlının dağılışından bugüne kadar Batı karşısında yaşadığı yenilgi dönemi, “İslamcılık” olarak ifade edilen savunmacı, korumacı ve muhafazakar tavrın gelişmesine yol açmıştır. Bu dönem halen devam etmektedir. Oryantalizmin batının üstün askeri ve ekonomik gücünü arkasına alarak başlattığı ‘dinler ömrünü tamamlamıştır, islam terakkiye manidir’ türünden propagandaları, bir yanda müslüman ülkelerde batıcı-pozitivist irtidat akımlarını üretmiş, diğer yanda ise hazırlıksız, yetersiz ve yeteneksiz islam ulemasının içeriksiz ve sloganik savunma reflekslerini doğurmuştu. 20. yüzyıl işte bu saldırı-savunma parantezi içerisinde geçti.  Ancak,  bugün İslam dünyasının yeniden toparlanma, kendine güvenme ve güçlenme döneminin eşiğine gelinmiştir. Bu nedenle tekrar dış tesirler karşısında pozitif tutum takınmanın vakti gelmiştir. Bu anlamda müslüman toplumların, Resullullahın değişimci tarzı çerçevesinde itikadi konularda devrimci, ahlaki konularda muhafazakar, kültürel ve sosyal konularda ise ıslahatçı ve yenilikçi politikası çerçevesinde hareket edebilmeleri gerekmektedir.

Bunun bugün için anlamı şudur: Müslümanlar itikadi anlamda inanç ve değerlerini çok iyi tanımlamalı ve bunların korunmasını sağlayacak hassasiyetleri geliştirmelidirler. Ancak itikadla alakası olmayan pratik hayata ilişkin konularda esnek, kuşatıcı ve içselleştirici bir politika sahibi olmak gerekir. Yani siyaset, yönetim, ekonomi, sanat, edebiyat ve gündelik hayat konusunda daha esnek bir tavır geliştirilmelidir. Bu tavır, insanlığın olumlu bütün birikimini içselleştirebilme esnekliği anlamına gelecektir. Miladi 8.- 10.Yüzyılda yaşanan büyük islam aydınlanması dönemi tam da bu tür bir birikim sağlamayı ifade etmiştir.

İslam dünyası, İslamın ilk dönemlerinden bugüne kadar diğer din ve kültürlerden birçok noktada etkilenmiştir. Ancak güçlü ve egemen olunan dönemlerde bu etkiler pozitif bir rol oynamış, İslam kültür ve medeniyeti için bir zenginlik anlamı kazanmışken, yenilgi dönemlerinde bu etkiler negatif rol oynamıştır.

Örneğin, Yahudiliğin “Dogmatik şeriat” telakkisi, total din anlayışı, Kral-Tanrı anlayışı, din de ayrıntılar ve hurafelere önem verme gibi özellikleri, yenilgi dönemlerinde İslam dünyasında da ortaya çıkmış ve tutucu,yobaz,dogmatik bir islam algısı oluşturmuştur.

Hristiyanlığın Haçlı seferlerinde geliştirdiği kutsal ve sürekli cihat anlayışı ve skolastik mantığı da İslam dünyasında yenilgi dönemlerinde yeniden üretilerek yaşatılmıştır.

Yine Arap aklının şekilci ve düz mantığı ve  bazı Arap örfleri sünnet olarak algılanıp yeniden diriltilmeye çalışılmış, Hind-İran metafiziği ise  tasavvufi akımlar üzerinden batıni temalarla islamileştirilmiştir. Türk Şaman gelenekleri ve savaşçı/göçebe töresi de zaman zaman Müslüman toplumları olumsuz anlamda etki altına almıştır. Oysa aynı etkiler, müslüman dünyanın güçlü olduğu dönemlerde göze batmayacak kadar içselleşmiş ve bir kültürel/felsefi zenginlik olarak yaşamıştır. Bu güçlü-zayıf dönemlere göre değişen negatif-pozitif etkileşim, daha lokal düzeylerde Ermeni, Süryani, Rum, Balkan, Kafkas,İspanyol, Çin, Akdeniz ve Anadolu antik kültürleri karşısında da geçerli olmuştur.

Bugün Anadolu’nun  her bir köşesinde nüanslarına ayrılan müslümanlık anlayışları ve yaşam tarzı vardır. Ege, Karadeniz, Doğu ve Akdeniz bölgeleri, binlerce yıllık coğrafi/kültür özelliklerini İslam görünümü ile hala sürdürmektedir.

İslamın bu tarihsellik serüveni, bugün hem ideolojik/politik düzeyde hem de sosyo-kültürel anlamda devam etmektedir.Bu pratik gerçeklik bazı dönemlerde sui niyetli projeler için malzeme olabilmektedir.örneğin Bugün gündeme getirilen Türk Müslümanlığı, protestan islam gibi konular, sosyo-kültürel bir gerçekliğin ideolojik/politik amaçla çarptırılarak kullanıldığı tuzak tartışmalardır. Türkiye’nin İslam dünyası üzerindeki psikolojik etkisini kırmak amacıyla Lozan anlaşmasından beri Türkiye’yi Arap-İran havzasından Din temelinde de kopartmaya dönük bu eski politika, yenilgi döneminin savunmacı refleksleriyle boşa çıkartılamaz.

Aynı şekilde İran Safevi Şiiliği ve Suud vahabiliği de, Türk müslümanlığı gibi, ümmetin birliğini parçalayıcı ve lokal-milliyetçi reflekslerin din kılıfıyla sergilendiği akımlardır.

İslam, özellikle ilk mensuplarını tarih sahnesine çıkartan, bir çok dağınık kabile, aşiret, kavmi sosyalleştirerek medenileştiren tarihsel bir role sahiptir. Başta bedevi araplar olmak üzere, islam öncesinde ilkel-barbar karakterli veya göçebe Türk, Kürt, İranlı, Hint bir çok topluluk islam sayesinde büyük jeopolitik ve jeokültürel medeniyet havuzuna dahil olup adeta varlık ve beka sahibi olmuştur. Daha sonraki tarihlerde bu havzaya katılan Berberi, Afrikan, kafkas, Arnavut, Boşnak, Malay, vb. bir çok topluluk, hem kendi etnik kültürel kimlikleriyle hem de islam gibi üniversal bir üst kimlikle birlikte tarih sahnesinde varlık bulabilmiştir. Özellikle Sasani-Mısır-Roma pagan imparatorluk kültürlerinin köleleştirdiği, asker veya köylü olarak sömürdüğü bu halkların islam dairesi içerisinde kendi kültürlerini geleneklerini de koruyarak bir üst insanlaşma aşamasına kavuştuğu, niteliksel bir sıçrama yaşadığı ve Abbasi, Selçuklu, Endülüs, Osmanlı imparatorluk devirleri boyunca muazzam bir medeniyet birikiminin bileşenleri olduğu bir gerçektir. 20. yüzyıl milliyetçiliklerinin zehirlediği bakış açısıyla araplık, türklük, kürtlük, arnavutluk, çerkezlik, peştunluk, filistinlilik vb. alt kimliklerin, sanki bütün tarih boyunca kendi başlarına var olmuş gibi, hatta diğerlerinden bağımsız tek başlarına tarih yaşamış gibi anlattığı şanlı tarihlerin hepsi yalandır. Gerçekte bütün bu kavimler islam potasında varlık bulmuş ve hatta dinen farklı olsa da kültürel, siyasi ve ekonomik olarak aynı siyasal dairenin bileşenleri olan Ermeni, Rum, Süryani, Yahudi komşularıyla birlikte ortak bir uygarlık kimliğinin parçası olmuşlardır. Bu gerçek Hint alt kıtası için de Orta asya için de, uzak asya için de geçerlidir. Hatta İslam, Çin’den Rusya’ya, Avrupa’dan Afrika’ya kadar bütün eski dünya kıtalarında evrensel değerleri ve yerel gelenekleriyle gayrı müslim toplulukların dahi ortak kültürel kimliğinin baskın karakteri olmuştur.

Bu anlamda, islamın tarihsel serüveni, temel itikadi ve ibadi hükümlerinin özenle korunduğu, bunun dışında muamelata dair yani gündelik hayatın detaylarında her tür farklı ve yeni karşısında sentezlenmeye, terkibe, melezleşmeye müsait son derece zengin, özgürlükçü ve dinamik bir kültürel serencama sahiptir.

Batının sömürgeci tutumu ve askeri saldırıları karşısında bir haysiyet savunusu anlamına gelen 20. yüzyıl islamcılığının bazı katı ve muhafazakar özellikleri, 1400 yıllık tarihsel gelenek içerisinde konjonktürel bir tutumdur. Ki bu koşullarda varlığını, kimliğini, değerlerini koruma çabası, her haysiyetli topluluğun doğal refleksi ve hakkıdır. Ancak bunun kalıcı bir varlık şartı olmadığı, hatta yeniden diriliş ve toparlanma bağlamında ayakbağı olan tutucu,kısırlaştırıcı bir tutum olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle, islamın 21. yüzyılının, temel değerlerini koruyarak yenilenme çabası ve tartışmaları ile geçeceği söylenebilir. İslamofobiası olan batılı ve doğulu güçlerin, islamı kendilerine bir tehdit olarak gören siyasal birimlerin ve yine islami değerleri kendi neopagan dünya tasarımlarına engel gören batılı-doğulu pagan entelijensiyanın islama, müslümanlara ve islam ülkelerine dönük hasmane tutumu, müslüman dünyayı içerden ve dışardan bunaltan bir kuşatma hissi vermektedir. Bir yandan çeşitli sahte örgütler icat ederek kanlı terör eylemleriyle müslümanları töhmet altında bırakan istihbarat örgütleri, öte yanda islamı kendileri için tehlike olmaktan çıkartacak çeşitli sözümona reform projeleri üretmektedirler. Faiz, tesettür, alkol, cihat vb. islami hüküm ve değerleri sulandırarak güya modern yaşama entegre etmeye çalışan bu projeler,özünde müslüman toplumların yenilenmesi ve güçlenmesini değil, çözülmesi ve yozlaşmasını hedeflemektedir. Nitekim, özü itibariyle birçok haklı ve doğru hamleyi içerse de sonuç itibariyle islamsız bir türklük ve devlet hedefleyen kemalizmin islam reformcuğu, bir çok yeni dinsel ve laikçi sorun üretmişti.Nitekim gerek Türkiye’de gerek Ortadoğu, Pakistan veya Avrupa’da sözde islami reform adı altında ısrarla tesettür, alkol, domuz eti veya faiz konularında bir tür Hristiyan gibi olmak dayatılmaktadır. Oysa büyük müslüman soykırımı olan Endülüste, canını kurtarmak için Hristiyanlaşan-morisko- müslümanların torunları yüzlerce yıl sonra bile defalarca katliamlara uğramıştı.Yani haçlı genlerini hala koruyan batılı unsurların kendilerine benzetse dahi müslümanları kabullenmekten, hazmetmekten, kendileriyle eşit görmekten uzak olduğu, aşağılamaktan asla vazgeçmediği malumdur. Bu gerçeğe rağmen batılılaşan laikçi unsurların kendi dindarlarını aşağılayıp, batılıların herşeyini yücelten aşağılık kompleksi karşısında toplumun son derece ince, sakin ve hikmetli cevaplar verdiği bilinmektedir.

Bu kötü niyetli ve operasyonel projeler karşısında ise zaten savunmacı reflekse sahip islam uleması ve aydınları daha fazla içe kapanmakta ve muhafazakarlaşmaktadır.

Öte yandan sınıfsal ve sosyal eşitlik, felsefi derinlik, üretken ekonomi, bilimsel teknolojik gelişme, sanatsal, edebi, estetik yenilik, siyasal ve hukuki demokratikleşme ve daha bir çok modern toplumsal ve bireysel gerçek sorunlar dururken, ısrarla alkol, giyim kuşam ve benzeri çoğu bireysel tercihlerin islamla modernlik veya yenilik arasındaki tercih meselesi veya alameti farikası yapılması bile kötü niyetin göstergesidir. İslam tarihinde en tutucu dönemlerde bile bireysel yaşam tercihlerinin ve günah telakki edilen alışkanlıkların kişi ile Allah arasında özel, mahrem mevzular  olduğu için toplumsal açıdan önemsiz görülüp lokal istisnalar dışında gündem bile olmadığı ortadadır.  Bugün de müslüman akımların ve partilerin bu konularda, özünde toplumsal çürüme gibi bir kamusal kaygı adına teşhir edilmesi, özendirilmesi karşısında doğal ve haklı bir tepki vermek dışında alkol veya giyim kuşam konuları gündem bile değildir. Hatta her tür yaşam tarzı karşısında en hoş görülü, en demokrat tutum en dindar insanlarda vardır. Aynı ailede bile her tür yaşam tarzını barındıran, bunu sorun bile etmeyen, en fazla başkalarına kötü örnek olması, kendine veya çevresine zarar vermesi veya çeşitli tacizlere maruz kalma ihtimali nedeniyle müdahale edilen ve kişileri kötülüklerden korumaya matuf nasihat konusu olan bu alışkanlık ve yaşam tarzlarının, yerli ve yabancı islamofobiklerin temel gündemi olması, müslümanları sürekli bu konularda sıgaya çekmesi, islamın bir çok insanlaştırıcı yüksek değerini bu tür detaylarla yargılayıp mahkum etmeye çalışması, düşündürücüdür.

Küresel düzeyde medya ve sosyal medya eliyle sürekli teşvik edilen homoseksüellik, porno, teşhircilik, röntgencilik, evlilik dışı yaşam, alkol, uyuşturucu gibi eski pagan alışkanlıkların çağdaşlık, özgürlük kılıfıyla savunulduğu, hatta bu neopagan yaşam tarzının antitezi olarak dinlere ve ahlaki değerlere bilinçli bir saldırı kampanyası yürütüldüğü göz önüne alınırsa, islama karşı yürütülen bu hasmane kampanyaların, küresel pagan projelere karşı son direnç mevzisi olarak görülen islamın hedefe konması boşuna değildir.

Öte yandan, İslam toplumlarının yenilenmesi, güçlenmesi, kendileri ve insanlık adına daha özgür, daha adil, daha etik ve estetik yaşam formları üretmesi, siyasi ekonomik ve sosyal hayatın düzenlenmesinde daha insani koşullar oluşturması, insanlığın savaş, iç savaş, terör, kadın-erkek eşitsizliği, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, bireysel bunalım ve anlamsızlık gibi çok daha sahici sorunları karşısında islami birikim ve medeniyet vizyonunun çözüm üretmesi,  felsefi, bilimsel ve teknik konularda küresel çapta hamleler yapması, islam ülkelerinin bağımsızlık, özgürlük ve kalkınma sorunlarının çözülmesi gibi temel gündemler dururken, kadınları dışlayan, aşağılayan, sürekli denetleyen, insanların bireysel günahlarıyla meşgul olan, veya son derece ilkel bedevi vahşilikleri cihat adına yeniden üreten sözde islami grup örgüt ve ulemanın da bu hasmane saldırıların bir parçası olarak içerden batılı haçlı unsurlara malzeme ürettiği açıktır. Bedeviliği, köylülüğü, Arap geleneklerini, cehalete dayalı yobazlığı, mezhepçiliği, mezhep düşmanlığını, suni din tartışmalarını veya kişisel sosyopatlığını islam diye sunan bir çok kişi, klik ve cemaatin, bir yandan Suud ve İran, öte yandan batılı istihbaratlar tarafından fonlanıp öne çıkartıldığı unutulmamalıdır. Çünkü Suud vahabileri ve İran safevilerine rakip gördükleri Türkiyeden kullanışlı ajanlar, istikrarsız bir ülke ve her an din eksenli iç çatışmalara yönelebilecek bir toplum gerekmekte, batılılara ise istedikleri gibi kötücülleştirip aşağılayabilecekleri ilkel barbar vahşi bir müslüman imgesi gerekmektedir ve yürüttükleri haçlı katliamlarını ancak bu imgeler sayesinde kendi kamuoyu vicdanında haklı ve meşru kılabilmektedirler.

Bugün, Ortadoğudaki laik arap diktatörlüklerinin beslediği selefi görünümlü ama aslen harici-bedevi karakterli anti demokrat-anti modern yobazlık, iran ve suud destekli şii-vahabi mezhepçi tutuculuk, Hint alt kıtası ve uzak asyanın sömürge deneyimiyle iğdiş edilmiş toplumlarının yönsüz, içeriksiz, derinliksiz islami oluşumları, dünyanın değişik bölgelerindeki azınlık müslümanlığı,  mülteci müslümanlığı, Avrupa’daki gurbetçi müslümanlığı ve Afrikanın mazlum müslümanlığı islam ümmetinin perişan, sahipsiz, hedefsiz ve umutsuz halinin fotoğraflarıdır. Nispeten Osmanlı meşrutiyet islamcılığının sayesinde modernlik deneyimi ve demokrasi dönemiyle birlikte demokratik sürece katılımın ek katkılarıyla Türkiye islamcılığı daha derli toplu, içerikli ve geleceğe bakan bir özelliğe sahiptir. Ki bu haliyle bile gerek entelektüel donanımı gerekse topyekün vizyonu itibariyle son derece yetersizdir ve henüz üniversal bir model üretmekten uzaktır.

İslamın tarihsellik serüveninin ideolojik/politik anlamını da içeren yeni bir perspektifle hem çeşitli tuzak projelere karşı hem de yenilgi çağının travmasından kurtulup daha özgüvenli daha cesur ve daha içerikli bir yeni duruş, yeni perspektif ve değişimci tarzla bir müdahale gerekmektedir. Böyle bir politikanın temel köşe taşları şunlar olabilir:

  1. İslamın Tevhid akidesi, özü itibariyle taşıdığı özgürlükçü-insan merkezli bir temelden yorumlanarak halkın yönetime doğrudan katıldığı ve her şeyin insanı geliştirmeyi amaçladığı doğrudan demokrasi, açık toplum, hukukun üstünlüğü, özgür birey ve adalet temelli bir siyaset felsefesinin temeli yapılabilir. Yani demokratik bir hukuk devleti, müslüman toplumların hem özgüven hem de yenilenme ihtiyacının ilk şartı ve kaynağıdır. Yani bir cemaat, örgüt, parti veya tarikat çapını aşan, devlet düzeyinde bir karizmanın teşviki ve denetiminde sürecek bir yenilenme hamlesi, ancak diğer cemaat tarikat parti örgüt vb. sivil oluşumların dönüşümünü sağlayacak ve toplumsallaşacaktır. Bu anlamda gerçek bir demokratik hukuk devletinin gerçek bir modernleşme, kentleşme, yenilenme ve yeniden evrensel bir model üretme imkanı açacağı unutulmamalıdır.
  2. İslam kültürü, müslüman toplumların gelenekleri ve modern değerler arasında ıslahatçı-içselleştirici bir tutumla yeni sentezler yapılmalıdır. Bu çerçevede bilinçli politikalarla özgün ve yerli bir modernleşme modeli üretilmelidir. Bunun simge adı, kentli müslümanlıktır.
  3. Batılı değerlerle, İslami değerlerin ortak yönleri öne çıkarılmalı ve yenilgi dönemini ifade eden savunmacı Batı karşıtlığı yerine Batı ve Doğu dünyasının bütün olumlu birikimini sentezlemeye yönelik bir “Hikmeti alma” politikası geliştirilmelidir.
  4. İslam olarak telakki edilen ancak İslam dışı din ve kültürlerin yenilgi dönemlerindeki negatif etkisinin ürünü olan bazı anlayış, kural ve bakış açılarını “ayıklayıcı” bir tutum geliştirilmeli, İslamı, çağdaş dünyada yaşanamaz hale getiren ve insanların sorunlarını çözmek bir yana yeni sorunların kaynağı pozisyonuna iten faktörler tespit edilerek bir “islam Rönesansı” dönemi başlatılmalıdır.
  5. Bütün bunlar, İslam dünyasının yeniden diriliş dönemini yaşadığımız bugünlerde en gelişmiş müslüman ülke olarak Türkiye’de ortaya konacak bir “model”in başarısı ile gerçeklik kazanabilecektir. Bu nedenle Türkiye’de ortaya çıkacak gerçek bir müslüman siyaset, sadece Türkiye’yi yönetmeye talip olmayacak , aynı zamanda İslam dünyasının yenilgi parantezini kapatarak bir merkezi model üzerinden yeniden ayağa kalkışını sağlayacaktır. Bu ayağa kalkış elbette ki insanlığa ve evrensel barışa katkıda bulunacak bir medeniyet örneği ortaya çıkarmayı da ifade edecektir.  Böylece tarihsel olanın güncelle bağını kurup yeniden evrenselleştirilmesi mümkün olacaktır.

 

 

Leave a Reply