Kapitalizme dönük en iddialı eleştirilerin odak noktasında mutlaka şu önerme bulunur: Kapitalizm, köleliği kaldırmamış, adını değiştirmiştir. Köleyi işçi yapmıştır. Efendi-köle diyalektiği, burjuvazi-işçi sınıfı diyalektiğine dönüşerek devam etmektedir.
Bu eleştiride haklılık payı olmakla birlikte, ‘efendi’ ve ‘köle’ soyutlamalarını, geri kalan tüm toplumsal kategorileri massedecek, daha doğrusu dışlayarak görünmez kılacak düzeyde bir genelleştirmeyi içerdiği için fazla indirgemeci bulan karşı eleştirilere kapı aralamıştır. Evet, köle, işçiye dönüşmüştür.
Ama tarih boyunca hemen her yerleşik toplumsal düzende ne efendi ne de köle olmayan, bu diyalektiğin dışında duran, hatta çoğu durumda bu diyalektikte hakem-hakim roller üstlenen toplumsallıklar da olmuştur. Ve modern toplumsallaşma sürecinde işte asıl bu kategoriye halk-toplum soyutlaması yapılmıştır. Halk-toplum ve modern manada millet-ulus, tarihsel diyalektiğin tarafı olmayan, iki tarafa da ucu açık, ama ikisinin çatışmasından veya uzlaşmasından kendine geniş veya dar yaşam alanları bulan geniş kitleleri ifade eder. Tarih, toplumsal çatışmaların tarafı olmayan bu sessiz-yaygın ve amorf kitlelerin genel yönelimlerinin süreçleri belirlediği örneklerle doludur. Eskilerin avam, modern çağların halk olarak soyutladığı bu toplumsallık, köylücü sosyalist akımların literatüründe işçi-köylü-küçük burjuva sınıf ve kesimleri ifade eden bir içeriğe göre tarif edilmekteydi. II. Dünya Savaşı’ndan beridir neredeyse tüm dünyada resmi ve gayrı resmi literatürlerde sadece “toplum” şeklinde kullanılan kavramın kesin egemenliğine tanık olduk. Toplum, içinde her sınıf ve zümrenin, her din ve mezhepten insanın ortak vatandaşlık bağını ifade ediyordu. Ulus, bu toplumun daha hukuki ve teknik, hatta ideolojik adıydı.
Toplumsallığın, efendi-köle diyalektiğinin indirgemeci sapmasına karşın, tüm sınıfsal ve sosyal çelişkileri düzleyen
ve görünmez kılan toplum soyutlaması şeklinde tersinden bir indirgemeciliğe sapmasına tanık olmaktaydık. Bu yeni genelleme ve indirgemenin hem meşrulaştırıcı hem de sürükleyici kavramı ise demokrasiydi. Demokrasi, toplumun kendini yönetmesi, kendi kaderini tayin etmesi, sorunlarını çatışmadan çözmesi, hatta genel oy sistemiyle bir tür eşitleme içerdiği için çelişkilerin aşılması demekti. Kapitalizm, toplum ve demokrasi kavramları üzerinden, kendisine yöneltilen hegemonya, eşitsizlik ve sömürü eleştirilerini savmıştı. Şimdi sorun, demokrasiyi geliştirmek, yani toplumun daha fazla amorf, şekilsiz, iddiasız ve vasat bir yığına (herkese) dönüştürerek kapitalizmi iyice görünmez-tanınmaz kılmaktı. Evet, yöneticileri herkes genel oylama yoluyla seçiyordu, herkes eşit vatandaştı, herkes serbest rekabet koşullarında mülk edinme hakkına sahipti, herkes sınıf atlayabilirdi. Herkes, herkes olmuştu. Yani bir efendi, hükümran, imtiyazlı üst sınıf yoktu. Sosyal sorunlar, Demokrasinin Demokratikleştirilmesi bu sınıfın varlığından kaynaklanmıyordu, sorunlar herkesin ortak sorunlarıydı, çözümde toplumun ortak tercihlerinde gizliydi. Ortega y Gasset, ‘İnsan ve Herkes’ isimli kitabında, bu modern gözboyamacılığa dikkat çeker ve toplumun herkesleştirilmesinin sonuçlarını irdeler. Herkes, hiç kimsedir. Toplumsuzlaşmadır, insanın kaybolmasıdır. Jean Baudrillard ise, bu süreci ‘toplumsalın sonu’ diyerek tanımlar. Artık bir gösteriler, göstergeler arenası vardır ve toplum yerine simulasyonlardan ibaret sahte –mış gibi’ler vardır. İnsanmış gibi, devletmiş gibi, toplummuş gibi, medyaymış gibi, aydınmış, sanatmış gibi bir sürü şey. Mış gibi olmayan yani gerçek olan ise sadece bencilce çıkarlardır ve bu çıkarlarını maksimum düzeyde kullanabilen bencillerdir. Efendiler, modern çağlarda kendilerini ve efendi olma koşullarını gizleyecek şekilde bir toplumsallık biçimi geliştirmişlerdir. Bu sahte toplumsallıklar, esasen topluma karşı ve toplum üstü ilişkiler ağının sürdürülebilmesi içindir. Efendi, artık gizlenme ihtiyacı içindedir ve demokrasi tam da bu görünmezliği sağlayan bir tiyatro olarak kullanılabilmektedir. Herkes, demokrasi tiyatrosuna bakarak herkesleşmektedir. Oysa gerçekte birileri hâlâ efendidir.
Yukarıda, tarihsel efendi-köle diyalektiğinin dışında yaygın bir halk-toplum kategorisi olduğunu belirtmiştik. Bu diyalektiğin tam olarak dışında durmasa da, en azından taraf olarak içinde olmayan geniş kitleler, modern kapitalist toplumsallığın ‘herkes’ine dönüştürülmüştür. Eğer kapitalizm, aristokrasiden sonra sosyalizme karşı da zafer kazanabildiyse, bu diğer nedenlerin yanında işte bu toplumsallığın farkına varılarak yönetilebilmesini sağlayan sosyal teknolojileri geliştirme yeteneğiyle de bağlantılıdır. Efendiler, binlerce yıllık köleliği yönetme tekniklerinden sonra kapitalizm çağıyla birlikte halkı da yönetmenin tekniğini keşfetmiştir. Bu, demokrasinin istismarıdır.
Bu noktada bütün sorun şudur: Toplumsallığın gerçekten yaratılması için yani sahici bir demokrasi için, toplumun
üstünde ve toplum karşıtı bir sınıf ya da zümrenin olmaması gerekir. Daha doğrusu, gerçek bir demokrasi, her şeyden önce toplumsalın üstünde bir hükümranlığın biteviye reddedilmesi yöntemi olarak kavranmalıdır. Evet köleliğin ilgası, kölelerin hürleştirilmesi, halkın ortak ve eşit haklara sahip bir vasata kavuşturulması ve kendi kaderini tayin etmesidir demokrasi. Ama bunun aynı zamanda zıddını sürekli dışlayan, yani efendilik mekanizmalarını tasfiye eden, efendileri de halklaştıran bir süreç olması gerekir. Bu manada demokrasinin demokratikleştirilmesi de bir sorun olarak irdelenmelidir. Çünkü aslolan toplum çoğunluğunun değil, bizatihi bütün toplumun aynı fırsat eşitliği ve hür iradesinin kullanım imkânlarına sahip olabilmesidir. Çoğunluk ve azınlık kavramları, ancak efendilerden oluşan azınlıkla geri kalanlardan oluşan çoğunluk şeklinde algılanarak eleştirildiği ölçüde demokratik bir sorunun çözümüne hizmet edebilir. Oysa bugün kendilerini gizleyen azınlık olarak efendiler yerine, sayısal olarak istediği olmayan halkın bir bölümü olarak azınlıktan dem vurulur. Tehlikeli olan bu azınlığın arzularının gerçekleşmemesi değil, efendi azınlığın her koşulda istediğini yapabiliyor olmasıdır. O halde, demokrasinin bu istismarına karşı, bütün efendilik biçimlerinin her durumda reddini içeren bir yeni demokrasi arayışını öne çıkarmak gerekir.
Demokrasi önce ve temelde, her tür imtiyazın ve istismarın ortadan kaldırılması olmalıdır. Bürokrasinin, sermayenin, medyanın, dinsel ya da din dışı her tür otoritenin tahakkümünü biteviye reddeden bir mekanizma olarak demokrasi, gerçek toplumsallığın yaratılmasının en mümkün yöntemi olarak halk tarafından sonuna kadar kullanılabilmelidir.
Küreselci ve ulusalcı istismar
Küreselleşme süreci olarak tanımlanan ve ABD öncülüğünde sürdürülen programın demokrasiyi ve piyasayı tam manasıyla istismar ettiği söylenebilir. Gerçekte küresel bir oligarşi ve piyasa karşıtı tekellerin hegemonyasını kurmaya dönük çabalardan ibaret olan küresel program, toplumsalın sonu veya herkesleşme olarak tanımlanan anti-toplumsallığın küreselleştirilmesini ifade etmektedir. Modern ulus-devletlerin ve kurumların karşısına çıkartılmaya çalışılan post modern araçlar, NGO’lar, medya, özerk kurullar, vb. toplumsalın yenilik taleplerini ifade ediyor gibi sunulması ya da öyle kurgulanması söz konusudur. Devletlerin zaafları üzerine bina edilen muhalif söylemin meşrulaştırıcı desteği eşliğinde süren bu çabanın gerçek bir toplumsallığın geliştirilmesinden çok yeni efendilik mekanizmaları inşa etmeye dönük olduğu görülmektedir. Ulus devletlerin kuruluş sürecinde, 19. yüzyılda aydınlanma ve özgürlük adına aristokrasi ve kiliseye karşı, 20. yüzyılda ise ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi söylemlerle imparatorluklara karşı yürütülen yıkıcı propagandanın benzeri bugün ulusal devlet ve kurumlara karşı, demokrasi, insan hakları, özgürlük ve serbest piyasa söylemiyle yürütülmektedir. Aydınlanma, özgürlük, ulusların kendi kaderini tayini gibi söylemler geçen yüzyılda retorik düzeyinde büyüleyici amaçlardı. Özellikle ortaçağ geçmişi olan Avrupa halkları için bu amaçların anlamı tarihsel bir sıçrama yaratacak kadar büyük olmuştur. Ama zaman içinde tüm bu retoriğin, yeni efendiler olarak burjuvazinin hegemonyasını tahkim etmekten başka bir şeye yaramadığı ortaya çıkmıştır. Hatta, ünlü 1870 Paris Komünü deneyiminin kanlı sonuçlarının, bu söylemleri ciddiye alan Avrupa halklarının gerçekle tanışması, yani burjuvazinin asıl niyetlerini kavramasına yol açtığı söylenebilir.
Nitekim Marksizm bu tarihten itibaren radikal bir protesto hareketi olarak güçlenmeye başlamıştır. Avrupa halkları için Marksizm daima burjuvazinin maskesini düşüren radikal bir protesto söylemi olarak anlaşılmıştır.
Milliyetçilik ideolojisi de benzer şekilde askeri tarım imparatorluklarının despotik hegemonyasına karşı ulusal kimlikler üzerinden yapılan haklı eleştirilerle gelişmiştir. Milliyetçi akımlar, ulusal kimlik icat etme çabalarının, ulusal burjuvazileri kendine bağlayan uluslararası şirketlerin küresel ağını gizleyen bir perde olduğunu hâlâ anlayabilmiş değildir. Gerçekte imparatorluklar sayesinde korudukları birçok ulusal özelliklerini ulus devletler çağında kaybeden ve küresel kapitalizmin tektipleştirici tahakkümü sayesinde giderek özüne yabancılaşan ulusların, bu trajik paradoksu bugün dahi kavradığını söylemek çok zordur. Artık 19. yüzyıla kadar ki gibi sonsuz sayıda özgün uluslar, kimlikler, kültürler yoktur. Bugün adı ulusal ama gerçeği Anglo-Sakson-Yahudi-Protestan (veya Katolik) kültür ve kimliği hevesle benimsemeye çalışan Batı dışı dünya halkları vardır.
Bütün bu süreçlerde göze çarpan ilk şey, yaşanan veya dayatılan değişimlerin haklı nedenlere yaslanması ama zamanla ortaya çıkan sonucun o haklı nedenlerle alakasız hatta tam tersi olmasıdır. Modern kapitalist çağlar, bu hikayenin üçüncü defa tekrarını insanlığın önüne koymuştur. 19. yüzyılda dinlerden ve 20. yüzyılda imparatorluklardan sonra, 21. yüzyılda ulus devletlerden ve ulusal kimliklerden kurtulunması gerektiği vaaz edilmektedir. Üstelik aynı haklı nedenler diskuru ve yine benzer yöntemlerle.
Bugün ulus devletlerin, ister diktatörlükle isterse demokrasiyle yönetilsin yeni küresel projeye entegrasyon dayatması karşısında ulus devlet olarak direnme şansları zayıf görünmektedir. Üstelik birçoğunun temiz olmayan birer sicili, kirli birer tarihi vardır. Avrupa ulus devletleri her ne kadar Avrupa Birliği projesi sayesinde bu kirli sicillerini şimdilik unutturmuş görünse de, olası bir dağılma sürecinde Avrupalıların da günahları bir bir ortaya serilecektir. Aynı şekilde bölgemizdeki devletlerin de gerek kuruluş süreçleri gerekse kısa ömürleri boyunca hangi zalimlikler sayesinde var olabildikleri az çok bilinmektedir.
Şimdi, işte bu kirli siciller ulus devletlerin önüne koyulmakta ve tasfiye edilme tehdidiyle yeni küresel projeye adapte
olma seçenekleri sunulmaktadır. Irak ve Afganistan tasfiyenin, Lübnan, Suriye, Ukrayna, Gürcistan ise adaptasyon çabalarının örnekleridir. İran ve Türkiye ise direnme ile adaptasyon arasında salınmaktadır. İran direniyor görünmenin, Türkiye ise adapte oluyor görünmenin örnekleridir. (Gerçek belki de tersi olacaktır.)
Rusya, Çin ve Hindistan gibi büyük ve güçlü devletler ise şimdilik açık hedef olmadıkları için dolaylı vuruşlara muhatap olmaktadırlar. Ancak adapte olmadıkları sürece her üç ülkenin de parçalanmasını içeren projelerin yedekte tutulduğu bilinmektedir. İhtimaldir ki, Çin ve Rusya direnecek, Hindistan adapte olacaktır.
Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin ise kendi kaderlerini tayin etme imkânları sınırlıdır. Büyük güçler arasında direnen alternatiflere yaslanarak ayakta kalma şansları dışında bir alternatif örnek olmaları beklenmemektedir.
Yeni büyük dönüşümün eşiğinde
Tüm bu kısa küresel fotoğrafı, toplumsalın yeniden ortaya çıkışının imkânları açısından yorumlarsak, durumun önceki küresel dayatmalarla kıyaslanmayacak kadar yeni ve karmaşık olduğu görülecektir. Zira, her şeyden önce teknolojik yenilikler ve modernleşmenin artık kanıksanmış sonuçları, önceki dönemlerde olmayan iki önemli değişken olarak yaşanan sürecin karakterini belirlemektedir. Dünya, yeni bir büyük kırılma yaşamakta, tarım ve sanayi çağlarının bütün birikimi bu yeni dijital dönüşümün hem antitezi hem de entegrasyon zemini özelliği taşımaktadır. Küresel kapitalizm, on bin yıllık tarımsal alışkanlıkları biogenetik teknolojisiyle, üç yüz yıllık sanayi
çağını ise mikroçip teknolojileriyle aşmak üzeredir. Ne var ki, bu sürece hem uyum hem de direnme imkânları, hâlâ tarım ve sanayi çağlarının silahlarıyla mümkündür. Yani tabii ki, mümkün olan aslında mümkün olmayandır.
Bu durumda, sürecin içinde veya yanında yer almakla karşısında durmak, eskisi kadar açık ve net birer saflaşma halinde tanımlanamamaktadır.
Yine belirtmek gerekir ki, bahsettiğimiz düzeyde süren dönüşüm süreci ve dayatmasına bütün dünyayla birlikte, ABD ve İngiltere de muhataptır. Tıpkı, önceki dönemlerdeki büyük dönüşümlerin önce Avrupa’nın evinde gerçekleşmesi gibi.
İşte toplumsalın, yani bizatihi gerçek insanlardan oluşan kitlelerin sürece dahil olması, yaşanan veya dayatılan her türlü dönüşümün karşısında tayin edici tavırlar geliştirmesi, basit bir demokrasi gösterisi değil, çok daha derin bir demokratik süreç olarak anlaşılmalıdır. Derinleştirilmiş bir demokrasi, bu anlamda belki de ilk defa asıl maksadına, yani kitlelerin ve bireylerin inisiyatif almasına yol açacaktır. Modern efendiler olarak burjuvazi ve bürokrasiden oluşan elitlere karşı, sıradan-sessiz yığınların konuşması ve eylemi, gerçek anlamda bir kendi kaderini tayin çabası haline gelebilecektir. Efendileri gizleme tiyatrosu konumundaki demokrasi retoriği, bir temsil oyunundan çıkarak, toplumsalın kaderini belirleme iradesinin tecellisine dönüşebilecektir. Aynı şekilde yerel oligarşilerin tahakküm mekanına dönüşmüş olan sahte ulus devletlerin de sahici birer toplumsal akıl organizasyonuna, yani gerçekten ulusal devletlere dönüşmesi mümkün olabilecektir.
Ancak her tür iç ve dış efendilik mekanizmasını reddeden bir demokrasi çabası, hem ithal demokrasi projelerini, hem vesayetçi demokrasi oyununu hem de yeni teknolojiler eşliğinde insanlığı küresel bir tekno-faşizme sürükleyen liberal faşist programı bertaraf etmenin imkânlarını çoğaltacaktır.
Güçlü bireyler yaratan, özgüveni olan bir toplum oluşturan sahici bir demokratik derinlik, devletleri de zaaflarından vazgeçmeye ve sahiden ulusal/milli birer toplumsal akla dönüşmeye zorlayacaktır. İşte ancak bu şartla ulus devletler gerçek misyonları olan ulusal çıkar ve görevlerini yerine getirme gücüne ve imkânlarına sahip olabilecektir.
İnsanlığı ABD’nin askeri-politik, AB’nin ekonomi-politik projeleri gibi siyasi temelli oluşumların ötesinde, biogenetik teknolojisinin yaratacağı sonuçları kestirilemeyen çok daha kritik gelişmeler beklemektedir. Bütün bu çok yönlü değişimlerin eşiğinde, ulus devletlere düşen görev, ulus devletçi retoriğe sığınıp savunmada beklemek değil, ulusal ve bölgesel entegrasyonlarla toplumları güçlendirici derinleştirilmiş demokrasi programlarını hayata geçirmektir. Sadece retorikle ulusu savunmanın reel bir anlamı yoktur. Aslolan bireyleri ve toplumu daha fazla bilgi, mülk, hak ve özgürlükle donatmak olmalıdır. Güçlü bir toplum kendi kaderini tayin edebilir ve bunun için de vesayet ve velayete ihtiyacı kalmaz. Amorf ve iradesiz kitlelerin, herkesleştirilmiş yığınların üzerinden sürdürülen ‘gösteri’ toplumları devri artık kapanmıştır.
Şimdi milletlerin, toplumların kendi sesleriyle konuşma ve eyleme geçme penceresi açılmaktadır. Devletlere de, aydınlara da düşen görev, milletlere elbise ve proje biçmekten vazgeçip, o pencerelerden bakarak gerçek insanların ayak izini sürmektir. Gerçek insanlar, yani toplum, millet, halk, sessiz yığınlar, hakkı ve batılı, iyiyi ve kötüyü ayırt edip seçebilme konusunda sezgisel bir ruh ve vicdanı hâlâ taşımaktadır. İnsanlık eğer bir efendiye muhtaçsa, bu ruh ve vicdanı kendisine efendi tutmasında bir beis yoktur. Geleceğin demokratik toplumları, her biri birer efendi olan bireylerden oluşan, efendisi ve kölesi olmayan düzenlerin ifadesi olacaktır.
Umudumuz, ülkemizin ve milletimizin boş şeylerden yüz çevirip bu yarışa yönelmesinedir. Aksi hal, izmihlâldir.
*:Kaynak: Davası olmayan Adam değildir, Yarın yay.