( ‘Müslüm’ filmi vesilesiyle, eski bir yazıyla merhaba;)
“Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır,” demiş Köroğlu. Her birimizin yıkmak istediği o kadar çok dağları olmuştur ki…
Büyük bir çöküşten sonra ayağa kalkan bir ülkenin, onuru ve emeğiyle kendini yeniden yaratmasının öyküsü gizlidir kimyamızda.
Her birimiz, tekrar ve tekrar, işte bu öykünün epizotlarını yaşarız.
Dedelerimizin canları ve kanları pahasına kavuştuğumuz hürriyete, annelerimizin, babalarımızın fedakarlıkları, emeği, helâl ekmeği de eklemiştir. Büyük bir milletin yeniden doğuşu, eğitimle, kalkınmayla, imkansızlıklar içinde bin bir sorunla boğuşarak sağlanmıştır.
İşte bu kalkınmanın sancılarıdır yaşadıklarımız.
Bin yıllık tarihimizin en önemli alt üst oluşlarından biri, 1950’lerden sonra yaşanan köyden kente göçle başlar. Milyonlarca insan, toprağını, çiftini, çubuğunu bırakıp şehirlere akın eder.
Toplumsal düzenimiz alt üst olur. Her şey yeniden başlar. Kimliğimiz, kültürümüz, gündelik hayatımız, her şey yeniden tanımlanır.
Hayat, son derece hareketli bir nehir gibi çağlar, kentlerimizin çehresi değişir, sokaklarımız, caddelerimiz, evlerimiz, yollarımız, âdeta yoktan var edilir. Ağalar kapıcı olur, beyler işçi. Ameleler patron olur, çocuklar öğrenci…
Eski ile yeni, köyle kent, merkezle çevre, avamla havas, karmaşık bir çelişkiler zinciri içinde karşı karşıya gelir.
Sosyal gerilimler, bizim ayağa kalkışımızın, kendi ayaklarımız üzerinde kuracağımızı onurlu hayatların bedelidir. Aşklarımız, çoğu zaman, bir aşktan daha fazla manalar taşır.
Yeni bir hayatın acemileri için yerleşme ve yurtlanma çabasıdır aşk. Şehrin dışlayıcı kibrine meydan okuyucu bir direnmenin sembolüdür çoğu zaman. Şehre kendini kabul ettirmek, sevgilinin evet demesiyle özdeştir. Sevgili, ocak demektir, bir sıcak yuva demektir.
Kentin bir küçücük parçasına ev kurup tutunmak demektir. Kendini devasa bir ejderhanın tekinsiz ızdıraplarından korumanın, güvenli bir limana demirlemenin simgesidir o her birimizin ilk bakışta vurulduğu sevgili…
Aşklarımız bu nedenle hep yaralı ve firaridir, sevgili, adeta cana can katan bir hayat iksiridir. Sevgili, umut dolu gelecektir.
Bizim aşklarımız, aşktan da öte bir şeydir. Tutkularımız, özlemlerimiz, geleceğimiz saklıdır sevdamızda.
Ne var ki, toprak kokan ellerimizle tutamayız bu delişmen yâri… Bazan kibirle bakar bize, bazen ürkerek kaçar. Saf ve temizdir duygularımız ama şehrin elbisesi henüz uymaz bedenlerimize… Zalim bir dünyanın gerçeklerine çarparız çoğu kez. Sevgili, dönüp bakmazsa bize, işte o an yıkılırız.
Canımız yanar, ruhumuz üşür. Bir zemheri ayazıdır artık hayat.
Bir ölüm eşiğidir.
“Gelmişim dayanmışım demir kapısına sevdanın
Ben yaşamıyor gibi
yaşamıyor gibi yaşıyorum
Ben aşkı göğsümde bir kurşun gibi taşıyorum….” demiş Sezai Karakoç…
Çaresiz aşklarımız çok şey anlatır.
“Sever, kavuşamazsın, aşk olur,” demiş büyük ozanımız aşık Veysel…
Bizi anlatan en kısa ve özlü mısralardan biridir bu.
Biz ki, Nazım’ın dizeleriyle, bu cennet bu cehennem bizim dediğimiz büyük bir ülkenin onurlu çocuklarıyız.
En iyi şiirler anlatır bizi, şarkılar, türküler dile gelir anlatır bizden.
Bir büyük çınarın gölgesinde büyümüşüzdür.
Bütün hikayemiz, bir anka kuşu gibi, bu çınarla beraber küllerimizden yeniden doğmanın umudunu ve sancısını taşır.
Biz, bizden daha fazla bir şeyiz.
Her kelimemiz birden fazla mana içerir, her sözümüz birden çok şey söyler.
Bakışlarımızla uzun cümleler kurar, bir nefesle anlatırız içimizde biriken ateşten kelimeleri.
Uzun ve görkemli tarihimizden almışızdır mecazı. Her birimiz, birden fazla insan taşır içinde.
Bir çınarın görkemidir bize sonsuz derinlik veren.
Bizden olmayan bu yüzden anlamaz bizi…
Şarkılarımız, her şeyimizi anlatır.
Sazımızın tellerinden fışkırır feryadımız. Kavalımızdaki nefesle fısıldarız bütün öykümüzü.
Her şarkımız bir destan, her mısramız bir sosyal anlatıdır.
Kendimizi sunarız birbirimize, kendimizi seyrederiz türkülerimizde.
Nereden gelip nereye gittiğimizi, kim ve ne olduğumuzu öğreniriz şarkılarda.
İşte bu yüzden, biz, sever kavuşamayız, aşk olur.
Sevgimiz, hasretimiz, aşkımız ve acımız, günahlarımız ve sevaplarımız, umutlarımız ve kaygılarımız, bazen tek bir kelimede dile gelir konuşur, anlatır… Bu hasret olur, acı olur, ayrılık olur, gurbet olur… Bazen felek, bazen kader olur… Bu çoğunlukla bir yaralı sevda olur…
Sevgiliye isyan, kadere isyandır. Düzene isyandır, ölüme isyandır ve acılar pişirmeye başlar ruhlarımızı, kederler ayakta tutar artık. Dertlerimiz sevdamızın ta kendisi olur. Bu direniştir…
Böyle hayata tutunur, yaşamaya çalışırız. İtirazımız vardır bu zalim kadere…
Acı duymak bizi hayata bağlar. Akıp giden baş döndürücü bir hayatın karşısında ezilmemek için kedere sığınırız. Bir yaşam ağrısıdır hissettiğimiz. Bir var oluş sancısı. Bu nedenle acılarla yaşamaya kolay uyum sağlarız. ‘Ben varım ve yaşıyorum’ demenin bir başka şeklidir acı çekmek. Yeşertmeye çalıştığımız yeni bir hayatın can suyudur keder. Acı duymak ruhun fiyakasıdır.
Boşlukta asılı kalan gelecek düşlerimiz, güç yetiremediğimiz ağır bir çarka dönüşür. Bu felektir…
Bizi dışlayan bir çarkın devasa dişlerine isyan ederiz.
Bu, Sevgiliye sitemle dile gelir… Ona seslenir, onunla hesaplaşırız. Kadere itiraz eder, feleğe baş kaldırırız. Acıları kalbimize gömüp, gökten rahmet dileriz ama sitemle…
Sarı bir hüzün sarar her yanımızı…
Bir Köroğlu feryadıdır bizimkisi… Öyle mahsun öyle onurlu…
Evet, aşktır bizi var eden.
Zalim bir dünyanın üstümüze binen ağırlığına aşkımızla direniriz.
Sevgili; o ümit dolu geleceğimiz, o parçası olmaya çalıştığımız yeni hayat, bize arkasını dönse de severiz onu. Geri dönüşü olmayan bir yolculuktur bizimkisi. Karşılıksız bir aşktır tüm ömrümüz. Sevdamız, içinde reddediş barındırdıkça biz daha çok sarılırız bu aşka. Ona tutunur, onunla yürümeye devam ederiz. Biz aşkın kendisine aşık oluruz. Leylanın reddedişini bile severiz. Bu dünyanın adaletsizliğinin farkındayızdır sonuçta ve bunu kabullenişimiz derin bir itirazın iç çekişidir.
Yaşamak, bu zalim dünyaya derin bir isyandır, devrimsiz direnmektir ve bütün direnişler arabesktir.
Arabesk, bizi anlatır, biz arabesk yaşarız.
Bizden olmayanlar anlamaz bizi… Zaten hiçbir zaman anlayamaz onlar biz ‘insanları’…
“ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da”
(Cemal Süreya)
(Sezen Aksu, Ahmet Kaya, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Kamuran Akkor, Gülden Karaböcek, Neşe Karaböcek, Esengül, Bergen, Güllü, Ebru Gündeş, Hüseyin Altın, Kibariye ve diğerlerine… sevgiyle…)
Kaynak: Yenilmiş asilere çiçek verelim, Yarın yay.