Türkiye XX. yüzyılı başladığı gibi bitiriyor. Yüzyılın başında parçalanma korkusu, kimlik tercihi ve istikrar arayışının belirleyici olduğu “varlık ve beka” sorunu, yüzyılın sonunda da hemen hemen aynı şekilde devam ediyor. Gerek fikir, gerekse siyaset düzeyinde adeta patinaj yapılıyor. Elbette yüzyıl boyunca çok şey değişti En önemlisi gecikmiş modernleşmenin tabii sonuçları köyden kente göç yoluyla tezahür etti. Kimilerine göre bu sosyal değişme Doğu Roma dönemi de dahil Anadolu tarihinin en büyük derin dönüşüm süreciydi. Batılı sosyologların modelleriyle olguları izah edenler için “çevrenin merkeze dönük tarihi kuşatması” söz konusuydu.
İç göç eksenli bu sosyal hareketlilik dışında temel sorunlara dair Osmanlı’nın çöküş sürecinden bugüne kayda değer bir farklılığın olduğunu söylemek zor görünüyor. Mezopotamya Akdeniz havzasının hegamonya tarzı, mülkiyet yapısı ve metafizik karakteristiği birlikte düşünüldüğünde “parçalanma korkusu, kimlik tercihi ve istikrar arayışı”nın yapısal kökenleri olduğu görülecektir. Büyük göçlerin ve ticaret yollarının iskelesi gibi duran bu coğrafyanın güce dayalı merkezileşmelere müsait olması ve tarih boyunca yarı askeri tarım imparatorluklarının birbirinin hem devamı hem tasfiyecisi olarak varlık alanı bulabilmesi de bu köklü yapısallığın neticesidir.
Merkezi imparatorluk yapılarının her dağılış süreci geçici bir yerel iktidarlar dönemine kapı aralamış, ancak hemen ardından yeniden geniş ve merkezi bir toparlanma süreci yaşamıştır. Batılıların ön asya, orta şark, yakın doğu olarak tanımladıkları, bize göre Avrasyanın güneyi ve jeopolitik merkezi olan bu bölge, uzun zamanlar tarihi açısından Doğu Roma’nın dağılmasından sonraki yerel ve küçük beylik iktidarları dönemine benzer bir şekilde (bazı tarihçilerin tabiriyle “III. Roma” veya Müslüman Roma olan) Osmanlı’nın merkezi hegemonyasının dağılmasından sonra da geçici bir küçülme ve dağılma dönemi yaşamıştır. Mezopotamya- Akdeniz havzası ya da Türkiye Avrasyası olarak tanımladığımız bu bölgenin hegamonya, mülkiyet ve metafizik yapısının bir tür nedensellik yasası gereği yeniden merkezi ve büyük emperyal döneme gireceği bir “IV. Roma”nın kuruluşuna doğru yöneleceğini söylemek mümkündür. Hatta şimdilik Moskova, Berlin ve İstanbul arasında geçeceği varsayılan merkez olma rekabeti, dışarıdan Washington Londra ve Pekin’in de dahil olduğu yeni küresel düzenin ana karakterinin de tayın edicisi olacaktır.
Moskova, SSCB görüngüsüyle “atlattığı” yirminci yüzyılını tamamlayarak şimdilik Rusya Federasyonu ve BDT görüngüsüyle kendini üçüncü bin yılın “IV Roma” rekabetine hazırlamaktadır. Aynı şekilde Berlin’de Paris ve Roma ile ittifaka girerek AB görüngüsü ile bu rekabetin en iddialı tarafı olmanın hazırlığı içindedir. XXI. yüzyılın bu en çaplı oyununda en hazırlıksız olan ve henüz “kuvve” halindeki duruşunun sancılarını yaşayan tek merkez ise İstanbul’dur.
Siyasal temsiliyetini Ankara’nın yaptığı İstanbul . yani III. Roma ‘nın (Osmanlının) meşru varisi, hala yüzyıl öncesinin “hasta adam” kimliği ve Düvel-i Muazzama’nın istikrarsızlaştırma hamlelerinin muhatabı olduğu “yerde” beklemektedir. Bu anlamda Osmanlı’nın dağılış sürecinde küçülerek “varlık ve beka”sını koruyan İstanbul’un (Ankara’nın), dertlerine en uygun devayı dışarıda arama ve aynı zamanda da dışarısının hamlelerine karşı korunma içgüdüsüne dayalı tarihsel “duruş”unun, önündeki en açık engel olduğunu fark etmesi gerekiyor. Ancak işte birçok soru ve sorunun özü de bu noktada yatıyor.
Küçülme taktiği statüko oldu!
Lozan’daki küçülerek korunma taktiğini, bu ülkeyi Avrupa’nın ya da Amerika’nın eteğinden tutunarak ve yabancılaşarak yani self-kolonizasyon tarzında ayakta tutmak olarak algılayan oligarşik ve mutlu bir azınlığın tahakkümü devam etmektedir. Ekonomik, adli ve kültürel kapütülasyonların gayrimüslimler eliyle uygulanmasından vazgeçilerek “müslim” görüntülü bu mutlu azınlığa devredilmiş olmasının yanıltıcı görüntüsü hala birçok göze perde olabilmektedir. Bölgemizde “Merkez”in yerine inşa edilen başkent(ler) yüzyılın başındaki geçici taktiği abartarak kalıcı bir statükoymuş gibi davranma alışkanlığı kazanmıştır. Bu nedenle milletin derin dinamiklerinden cesaret ve meşruiyet devşirerek irade koyacak namuslu ve vatansever millet evlatları, önlerine konan sahte hedefleri dövmeye ve iyice devlet içinde odaklanan iç iktidar çekişmelerinin anaforunda vakit öldürmeye devam etmektedir. Hala var olduğunu umduğumuz “milli damar”, bir yandan Sultan Hamid döneminde çerçevesi çizilen büyük başkentlerin baş döndürücü hamlelerini savuşturmayla meşgul edilirken, öte yandan “kürt sorunu” ya da “irtica” gibi numaralarla cambaza baktırılıp sahici sorun ve hedeflere yoğunlaşması engellenmektedir. İşte Türkiye’nin asıl sorunu budur.
Peki, 28 Şubat da neydi?
Hala devam edip etmediği tartışılan “28 Şubat”, bütün bu fotoğraf içerisinde nereye oturmaktadır. Nedir 28 Şubat?
Tamamen düzünden okunduğunda MGK kararlarının muhtevasındaki gibi “fazla sağa yatmış devleti biraz Sol abartıyla tekrar ortaya çekmeyi sağlayacak” türden ciddi bir “irticayı ezme “ programı mı? Bazı sol aydınların iddia ettiği gibi Kemalizmin ve İnönücülüğün sağ- muhafazakar- dindar dalgaya karşı paratoner rolü üstlendiği kalıcı bir restorasyon başlangıcı mı? İslama karşı laik devletin laik kitleleri da arkasına alarak kendisini korumaya kalkışması mı? Çevrenin merkezi kuşatmasından korkan oligarşinin “din ve laiklik” çelişkisine indirgeyerek zinde güçleri de tahrik ettiği ekonomi- politik temelli bir postmodern darbe mi? İnsanların dine yönelişini algılama ve analiz etme kabızlığı çeken orta ve üst sınıfların geleneksel sarık- sakal – başörtüsü takıntılarının ve aşağı sınıfların yükselmesine dönük korku ve tiksinti karışımı reflekslerinin patlamasını ifade eden bir yaşam tarzı kavgası mı? Yada din karşıtlığını iş edinmiş marjinal sağ ırkçı ve sol kemalist unsurlarla İngiliz- Fransız localarıyla irtibatlı masonik kadroların koalisyon halinde ihale aldığı Osmanlı tarzı bir “baltayla göz ameliyatı mı?” Yoksa komplo teorilerine göre, Türkiyeyi Avrupa Birliğine monte etmek için en önemli engel olan İslam fobisinin gerçekte temelsiz olduğunu batılılara gösterecek türden ABD-İngiltere kaynaklı bir gaz alma ameliyatı mıydı? Sahi, neydi bu 28 Şubat? Hepsi mi, bir kısmı mı? Daha başka bir şey mi?
Bu soruların cevabını yaşananları alt alta dizerek aramak en doğrusu.
Bilanco: Başarısızlık!
Şimdi 28 Şubat’ın görünür hedefleri bağlamında özet ve genel bir bilanço çıkarmayı deneyelim: Öncelikle sahici Anadolu sermayesinin hızı kesildi, ama Alman işçilerinin ve Alman bankalarının ucuz faizli kredilerini sonu belirsiz ticari macera hevesleriyle Türkiye’ye çekmeyi “yeşil”e boyayan naylon holdinglere otuzdan fazla yeni kardeş daha geldi. Milletin ahlaki hassasiyetlerle sahiplendiği İHL’ ler ve Kuran kursları budanınca zaten felç olmuş eğitimin sorunları daha da büyüdü, gençlerimiz için misyoner kiliseleri, satanist tarikatlar ve uyuşturucu, içki ve nihilizmden oluşan amerikancı yaşam tarzı dışında teşvik edilen bir alternatif kalmadı. RP sadece isim değiştirdi, Fethullah Gülen sadece biraz daha yaşlandı, İhlas Holding biraz daha büyüdü, Ali Kalkancı tekkesini yeniden açtı, cinciler, üfürükçüler yeni müşteriler edindi. Bütün bunların yanında tarih boyunca ilk kez inançlarının gereği olarak başlarını örten ve eğitim, meslek ve kamusal alanda yer alma fırsatını kullanmaya başlayan muhafazakar kitlelerin kız çocukları, hukuk dışı ve aşağılayıcı yöntemlerle evlerine gönderilmeye çalışıldı…Ayrıca hem Meclis, hem siyaset hem de sosyal hayat ciddi yaralar aldı . Milletin kör topal da olsa ilk defa kullandığı yönetme inisiyatifi olarak demokrasi deneyimi, sonuçları tehlikeli olabilecek totaliter güdüleri besleyecek tarzda yara aldı .
Bu kaba bilançodan çıkan sonuç, milletin başörtülü kızlarına ağır ve anlaşılmaz bir fatura ödetmek dışında 28 Şubatın garip ve gürültü bir ses olduğudur. Hem de İstanbul’un Berlin ve Moskova’ya karşı tarihi ve jeopolitik rolünü üstlenmesinin beklendiği bir dönemin arkasından patlayan bir gürültü .Üstelik Türkiye’nin uzun zamanlar tarihi açısından derin dinamiklerini harekete geçireceği , “AB’nin kuyruğu, ABD’nin uydusu “ olmaktan çıkabileceği bir sırada. Yani küçülerek kurtulma taktiğini, büyüyerek var olma taktiğiyle değiştirebileceği, milletin bekasını tamamen kendi öz değerleri, özgüveni ve güçleriyle yeniden dizayn etmeye hazırlandığı bir süreçte. XX. Yüzyılın hasta adamının aslında hasta falan olmadığını anlamaya başladığı ve istikrarı “milletin devleti” formülüyle yakalamanın eşiğindeyken. Küçük iç sorunlara kilitlenmişliğin küçük adamların çapsızlığını öne çıkardığı bilinciyle büyük hedeflere kilitlenmenin farkına varılırken. Binlerce yıl sonra yaşanan iç göçe dayalı büyük sosyal hareketliliğin külli enerjisinin bu ülkeyi yeniden inşa edecek çaptaki hasılası elde edilecekken. İslam , “devlet memurluğu”ndan çıkıp yerli bir modernleşme dinamiği ve barış, istikrar ve ahlakın toplumsal temeli olarak misyon üstlenmek üzereyken. Velhasıl, tam da tarihsel kırılma anında çağlayan dip akıntıları hız kazanmışken yaşandı 28 Şubat? Üstelik gayrı milli ve arkası karanlık “unsurlar” eliyle. Üstelik sanat adına çamurda nataşa güreşi yaptıran kifayetsiz ahlaksızların, Mustafa Kemal’in komutanlık yaptığı yoksul ve inançlı askerlerin torunlarını Mustafa Kemal adına aşağılayabildigi bir ortam yaratılarak. Üstelik ülkenin işçi köylü memur çocuklarının yükselebildiği zinde güç bürokrasisinin milli damarlarının kesilerek otuz yıl sonra sonuçları alınacak tarzda Latin Amerika türü belli bir sınıfın çıkar bekçisi konumuna dönüşebileceği akıldışı operasyonlarla. Üstelik uluslararası tekellerin acentalığını yapan karanlık sermaye güçlerinin hırsızlıkları ve özelleştirme, tahkim, sosyal güvenlik yasası türünden pervasızlıklarının ölçüsü iyice kaçmışken. Üstelik vergileri artırarak ve “herkes”e vergi numarası vererek….
Sahi bu muydu 28 Şubat? İki yıl sonra bu hasılayı elde etmek için mi başlatılmıştı?
Herhalde bundan yirmi yıl sonra tarihler 28 Şubat’ı şöyle yazacak: Büyük bir dönüşümün eşiğindeyken XX. yüzyıl bitmeden, ikinci defa çökertilmemiz amacıyla, taşların bağlandığı bir ortamda kafası karışıkların eliyle icra edilen karmakarışık ama önemli bir hamleydi. Tam küllerimizden yeniden doğacakken büyük bir gürültü eşliğinde üzerimize serpilmiş boş küller gibiydi . Avrupa ile ilişkili bir siyasal hareketten sezeryan yöntemiyle ABD ilişkili bir oluşum çıkarmak için ortama sis bombaları atılmıştı. Maksat hasıl oldu ve Türkiye, kendi sosyolojisinden türetilmiş kendine karşı ama suret-i haktan görünen bir cemaatin de desteğiyle, yeni bir çizgiyle tanıştı.
28 Şubat, AKP’nin doğum kliniğiydi.
(İlk yayın; Yarın dergisi, 2005)
- ahmetozcan
- 28 Şubat 2023
- 0 Comment